Yazılarım E-postana gelsin.

Yaz E-Postanı!

19 Ocak 2017 Perşembe

Bir Psikiyatristin Gizli Defteri

Özlem Ekici
 Daha önce bu tarz psikolojik kitaplar okumamıştım. Psikolojik kitaplara okuduğumdan etkilenip yazdığım kitabıma da yansıtırım diyerek genelde temkinli yaklaşıyorum. Tabi bu kitap benim yazdığım tarzdan farklı olması sebebiyle beni etkilemekten çok daha fazlasını yapıp ufkumu açtı. Konusu sandığımız gibi bir olay örgüsü çerçevesinde psikolojik durumlar ve çıkarımlar değil, bir psikiyatristin hayatı boyunca mesleğini icra ederken başına gelen en ilginç vakaların derlemesi. Bu yüzden içerisinde yer yer tıp ve psikoloji terimleri var. Dili ve anlatımı ağır ve anlamadığım terimlerle dolu diye bir yanılgıya düşmeden şunu da belirteyim ki Dr.Gary Small bizler için bu terimleri itinayla açıklamış.

  Bu kitabı birçok kitap kurdu gibi ben de ilk olarak arka kapak yazısını okuyarak almıştım. İşte bu kitabı almamı sağlayan arka kapak yazısı:

“Gerçek hikayeler kurgudan çok daha tuhaftır, Dr Gary Small bunu gayet iyi biliyor. Psikiyatriyle ve insan beyni üzerine çığır açıcı araştırmalarla geçen 30 yıl içinde Dr Small pek çok şey görmüş. Artık ofisinin kapılarını açmaya ve kariyerinin en gizemli, ilginç ve tuhaf hastalarını anlatmaya hazır.

   Bir Psikiyatristin Gizli Defteri doktorun en şaşırtıcı vakalarının etkileyici kayıtlarından oluşuyor. Bu kitap onu giderek gelişen mesleki yaşamına yapılan aydınlatıcı bir yolculuk. Kitabı okurken kendinizi bizi insan yapan şaşırtıcı tuhaflıklar üzerine düşünürken bulacaksınız.

  Sıkça komik, kimi zaman trajik ve daima etkileyici Dr Small, sizleri kariyeri boyunca Boston’un kalabalık acil servis koridorlarından başlayıp ülke elitlerinin multimilyon dolarlık kayak localarına dek uzanan bir geziye çıkarıyor. Bu gezi sırasından birbirinden tuhaf gerçek karakterleri anlatırken histerik körlükle, penisinin küçüldüğüne inanan bir adamla, gizli sürdürülen çifte hayatlarla ve ürkütücü derecede psikotik romantik arzularla başediyor. Akıl hocası hastası olduğunda ise kariyeri ve kişisel hayatı tam bir döngüyü tamamlayarak Small’un kimsenin zihinsel araştırmanın ötesinde olmadığını anlamasını sağlıyor; kendisinin bile…”

  Beni cezbetmesinin sebeplerinden biri de gerçek olaylar olmasıydı. Okuduktan sonra da vay be dedim sanırım. Hala çok ilginç bulduğum kısımlarını etrafımdakilerle paylaşıyorum. Su zehirlenmesi desem büyük ihtimalle birçoğumuz bunun suda vücudumuza zararlı bir bakteri veya virüs yüzünden olduğunu düşünürüz ama bunun sebebi vücudumuza yararlı bir mineralmiş. Bu ve buna benzer ilginç ve yer yer tuhaf olaylarla dolu bir kitap. Zaten arka kapak yazısında az da olsa bahsedilmiş olaylar ilgimi çekmeye yetmişti ama emin oldum ki içindekiler daha ilginç olaylardı. 

  Dikkat edersek yazar kısmında iki isim görüyoruz: Gary Small ve Gigi Vorgan. Dr. Small zaten bildiğimiz üzere olayları yaşayan psikiyatristimiz. Gigi Vorgan da Dr. Small’ın eşi. Yazma konusunda yetenekli olmasından dolayı kocasına yardım etmesiyle bu kitabı şu anda okuyabiliyoruz. Daha fazlasını zaten kitapta okuyacaksınız. Nasıl evlendiklerine ve nasıl tanıştıklarına yer verilmiş. Bu arada Gigi Vorgan da bizler gibi blogcu. J

  Elimde 2.baskısı olmasına rağmen 60.baskısı ve değişen rengiyle NTV yayınları aracılığıyla raflarda bulunabiliyor. Ben olabildiğince eski baskısını bulmaya çalışmıştım, genelde yaptığım bir şeydir bu. Her neyse lafı fazla uzatmadan okuduktan sonra dediğim tek söz şuydu: Zihin ne muhteşem bir tasarım harikasıdır. Gerçekten düşündüğümde birçok hastalığımın sebeplerini zihnimde olduğunu gördüm.

  Sözün kısası benim için rafımın en değerlilerinden oldu artık. İyi ki okudum dediğim ve gelecekte bir daha okuyacağım dediğim bir kitap daha oldu böylelikle.  Bu yazıyı kitabında başında da yer verilen bir Woody Allen sözüyle bitirelim.

“Ah şu modern psikanalistler yok mu! Dünyanın parasını alıyorlar insandan! Benim zamanımda beş Mark’a Freud’un kendisi tedavi ederdi sizi. On Mark’a hem tedavi eder hem de pantolonunuzu ütülerdi. On beş Mark’a Freud’un kendisini tedavi etmenize izin verirdi… ki buna istediğiniz iki çeşit sebze de dahil olurdu.” 

12 Ocak 2017 Perşembe

Bir Ayrılış Hikayesi - Nazım Hikmet Ran

Özlem Ekici

Erkek kadına dedi ki:
- Seni seviyorum,
ama nasıl?
avuçlarımda camdan bir parça gibi kalbimi sıkıp
parmaklarımı kanatarak
kırasıya,
çıldırasıya...
Erkek kadına dedi ki:
- Seni seviyorum,
ama nasıl?
kilometrelerce derin, kilometrelerce dümdüz,
yüzde yüz, yüzde bin beşyüz
yüzde hudutsuz kere yüz...
Kadın erkeğe dedi ki:
- Baktım
dudağımla, yüreğimle, kafamla;
severek, korkarak, eğilerek,
dudağına, yüreğine, kafana.
Şimdi ne söylüyorsam
karanlıkta bir fısıltı gibi sen öğrettin bana...
Ve artık
biliyorum:
Toprağın
Yüzü güneşli bir ana gibi
En son, en güzel çocuğunu emzirdiğini...

Fakat neyleyim
saçlarım dolanmış
ölmekte olanın parmaklarına
başımı kurtarmam kâbil
değil!
Sen
yürümelisin,
yeni doğan çocuğun
gözlerine bakarak...

Sen
yürümelisin,
beni bırakarak...

Kadın sustu.

SARILDILAR

Bir kitap düştü yere...
Kapandı bir pencere...

AYRILDILAR...

Nazım Hikmet Ran





3 Ocak 2017 Salı

Karla Gelen - Devrim Dirlikyapan

Özlem Ekici

Geldiğin gece kar yağmıştı kentin üstüne
Gökyüzünden sorular düşüyordu hiç durmadan.
Nasıl da kalabalıktın sen; bütün kollarımla
Sarılıyordum da vücuduna, kapıda kalıyordu
Yine de bir yarın... İlk o zaman anlamıştım
Bu eve fazla gelen bir yanı vardı bu buluşmanın
Ve daha o geceden belliydi, aşkımızın
Boyumuzu aşan yüzlerce ayak izinden
Ve kar sıcağı sorulardan yapıldığı.

Alıştığımız bir şey değildi oysa, karda tipide
Sulara düşmek bir ateşin ağzından,
Yeni bir ejderha oluvermek buzul çağında
Ve ansızın çatlatabilmek zamanı
En ağır yerinden.

Yüreğini düşürmüş binlerce sevgiliden
Kopuşa kopuşa mı buluşmuştuk seninle,
Beynindeki canavarı mı öpmüştük
Kentin bütün kitap yüklü merkeplerinin?
Ne çok avcı yağmıştı gözlerinin peşinden
Ve ne çok çığ dayanmıştı kapımıza.
Görmüşlerdi seni saksafon çalar gibi öptüğümü
Ve yıllarca düş kırıklığı toplayan şairin
Yerin altında artık bir aziz
Kent maketi kurduğunu.

O gece ilk defa, aşkın bu kente
Yenilmediği bir yerdi sokağımız.
Ahlak masasına yatırılmış ömürlerden
Çılgın saatler çalıyorduk çünkü hiç çekinmeden
Ve bir gecede kim bilir kaç bin yıl yaşamıştık
Unutulmuş bir uçurumu emzirirken.

Lanetlenmiş yüksek tansiyon vakitlerinde
Kalbimiz ancak bu kadar hızlı koşabilirdi
Ve az kalsın yanıt verecekti durgun sulardan:
Nedir çocuk ölmek her şey yaşlanıyorken.
Gelişin çünkü kutsal bir okyanusu
Yutmak istemesiydi iki küçük balığın;
Kapı kolu, ip ve korkudan ibaret bir öyküyü
Yere çalmasıydı çürük diş şövalyelerinin.

Sen beni tuzlar kadar sevmiştin,
Ben seni karlar kadar, sevgim sevginde erimiş
Sevişmiştik, erimiştik kaynar sulara.
Oysa bilirsin nicedir
Bir yağmur bedduasıydı aşklar
Ve her şey ne kadar da aşağılıktı.

Geldiğin gece kar yağmıştı kentin üstüne
Gökyüzünden gözlerin düşüyordu hiç durmadan,
Kar sıcağı sorular kadar tehlikeli gözlerin.
Ne kadar güzeldin, bütün resimlerin ve eşyaların
Sözünü kesiyordu yüzün. Bedenin dolusu
Karadeniz kokuyordun... Sendin elbet hayatın
Altımdaki iskemleye vurması yakın bir ânında
Kirpikleriyle ipimi kesen peri; soluğunu
Tehlikeyle sıvayan kadın.

Gözlerin her şeyi değiştirebilir miydi?
Salıncağa  binmiş bir zerre gibi kim bilir
Kaç kez esrimiştim inanabilmek için buna.
Ve yalnızca kellemi değil, bütün bir
Bedenimi almıştım koltuğumun altına.
Donmuş kan damardan kovulmalıydı çünkü
"böyle olmalıydı ve oldu işte."

Tabulardan koleksiyon kurmuş bir kent için
Elbette ki toplumsal bir sorundu kalbin.
Bütün avcıları peşine takacak kadar
Çok sevmiştin çünkü uçmayı, yasaklı
Serüvenler getirmiştin. Ve nasıl da kalabalıktın
Bu eve fazla gelen bir yanın vardı senin,
Bütün kollarımla sarılıyordum da vücuduna
Kapıda kalıyordu yine de bir yarın.

Belli ki toplamadan gelmiştin ayak izlerini,
Kilitlenmiş adımlarla örtülü bir kente
Yalnızca kabına sıkışmış bir kıpırtı
Kalmasın diye eyleminden...

O gece anlamıştım: her yerinden yüreği
Taşan bir kadındır bir şaire gereken;
Bir karla gelendir, bir kardelen.

Devrim DİRLİKYAPAN                  





1 Ocak 2017 Pazar

Oyuncağımı Benden Almayın!

Özlem Ekici

   Toprağını kaybetmiş bir dünya, yeşilliği solup gitmiş bir orman, yıldızları sönmüş bir gökyüzü... Tüm bunların bir farkı var mıydı oyuncağını kaybetmiş bir çocuktan?
Ve 'mutluyum' dedim geceye.
'Ben mutluyum. Bu sefer mutluluğumu benden alamazsın.'
Oysa karanlığın varlığı bile yeterliydi beni almak için. Hayallerimin bekçileri, karanlığın bir üfleyişiyle uçuvermişlerdi benden uzağa. Çünkü anlamsızdım. Çünkü gülümsemelerim bile anlamsızdı. Tüm mutluluğum plastik birer oyuncak gibiydi ufak bir çocuğun ellerinde. Ve ben o ufak çocuktum işte. Dokunulmaktan bile ürken, her gülümseyişi nedensiz kılabilen, ağlayan, içten içe haykıran ufak bir çocuk.

     Korkuyordu bu çocuk. Ölümden değil de yaşamın ta kendisinden korkuyordu. Sahip olamadıklarına asla sahip olamayacağından değil, sahip olduklarını kaybedebileceğinden korkuyordu. Ve dışından aptalca bir gülümseme takınırken içinden somurtuyordu sonsuzluğa. Tıpkı zaaflarından sıyrılmayı başaramamış bir oyuncu gibi boynu bükük iniyordu sahneden aşağı. Hayallerini kaybediyordu bu çocuk. İçten içe umudu yok olurken ağlıyordu. Oysa kimse duymuyordu onu. Çünkü herkes o sahte gülümseyişe kanıyordu. Çünkü herkes gözlerini kapıyordu gerçeğe. Çünkü kimse görmek istemiyordu gözlerindeki o bakışı, o anlamsızlığı...

     Toprağını kaybetmiş bir dünya, yeşilliği solup gitmiş bir orman, yıldızları sönmüş bir gökyüzü... Tüm bunların bir farkı var mıydı oyuncağını kaybetmiş bir çocuktan? Hayır, hiç sanmıyorum. Gerçek oyuncağın yerini alamaz asla sahte, plastik bir oyuncak... Bir gülümseyiş asla saklayamaz gözyaşlarını. Ama yine de görmek istemeyenler göremez; sahtekarı ayıramaz gerçeğinden. Ve bilmek istemeyenler duyamazlar asla gerçeği.

     Ne yazık ki bilmek istemeyenler çevrelemiş bu çocuğu. Ne yazık ki sağır ve dilsiz olduğunu fark edemeyenler manipule etmiş onu. Ve çocuk en sonunda anlamış, gerçeği bilmiş, gerçeği duymuş. Ve çocuk anlamış kimsenin onu dinlemeyeceğini. Ve dinleyen olmadıkça asla kurtarılamayacağını fark etmiş. Gözlerini kapatmış hayata. Geride bir damla gözyaşıyla... Kulaklarını tıkamış insana... Ardında kesik bir çığlıkla...

     'Hoşçakal gece' demiş yalnızca.
     Hoşçakal bilemeyenlerin dünyası!
     Elveda sana!
     Elveda çığlıklarımın sonsuz yankısı!!


Ufacık Bir Not: Bizi Facebook üzerinden takip edebilirsiniz...


İçime Sustuklarım

Özlem Ekici

   Anlaşılabilmek bu kadar kolay olsaydı, bu "öfke, hüzün ve acı" cümleleri kurulabilir miydi? Bunca şarkının her bir notasına, tek bir harfine onlarca anlam yüklenir miydi? Bu hep sürecek; gece kendi gölgenize kusacak, sabah yerlerden kırık-dökük kelimeleri toplayıp bir sonraki gece için yama yapacaksınız. Ve bunları, tüm o kusmukları, -sıçradığı kadarını-, yalnızca buradakiler bilecek. Ve büyük ihtimal, buradakilerin çoğunluğu da algılayamayacak, anlayamayacak. Kimse anlayamaz zaten; yaşayan, hisseden bile tam anlayamıyor ve tam anlatamıyorken... Ama yine de, iyi ki kağıt -kalem-klavye; kahve-sigara var; hayali dostlar gibi... Şu da var ki; kırık-dökük de olsa, yamalı da olsa, kıyısından-köşesinden geçiyor da olsa -zihindeki o yanık hislerin- dökebilmek de ne büyük rahatlık; her şeyi gören, bilen, anlayan ama anlatamayan kekeme çocuk gibi çırpınanlar da var -sessizliğe gömülen-… İç sesini her nasıl olursa olsun harf harf kelimelere, cümlelere yama yapabilenlere gıpta edenlerden olmak da vardı -ben gibi-… Kendine sayıp-sövmek bunun adı, sonu da yok. Çünkü hiç kimse bilmeyecek, anlamayacak; siz de "belki" diye diye habire kusacaksınız...
Ya da, bir seçenek daha var; susacaksınız; sonsuza kadar...

   "Düz bir yolda yürüyor olsaydın, tüm ilerleme isteğine rağmen hala gerisin geriye gitseydin, o zaman bu çaresiz bir durum olurdu; ama sen dik, senin de aşağıdan gördüğün gibi dik bir yamacı tırmandığına göre, adımlarının geriye doğru kayması, bulunduğun yerin durumundan ileri gelebilir, o zaman da umutsuzluğa kapılmana gerek yoktur."
-Franz Kafka       

    Gecede yağmur, ve bir ben sokaklarda… Her köşe başında bir şarkı geçiyor içimden. Boyumu aşan cümleler kuruyorum bazen. Sanmayın, çok uzun falan da değilim hani ne kısa ne uzun. İkisinin arası, ortası. Geceye düşen bir yağmur damlası nasıl mahzun, nasıl suskun, nasıl yalnız eriyip gidiyorsa; öyle sessiz, öyle ıssız, öyle biçare kaldığım gecelerde döküyorum cümleleri. Oysa sessizlikte buluşur duygular ve tamamlar birbirini en saf, en gerçek haliyle... Sessizlik, kelimelerin yokluğu değildi bu yüzden; anlamların buluştuğu, o huzur denilen bilinmezlikti… En derin sevilerin en yüce hali...

    "..ve susmada bile sözler, yalvarmalar vardır..."
 -Montaigne                                                                                

Velhasıl söylenememiş her söz şiirlerde birikiyor.

İçine susan insanlarla doluydu sokaklar,
İçine susayana acı gelir adımlar.
Ve bir kuş,
Terk edilmiş bir evin,
Kırık penceresinden girip,
Savrulmuş bir defterin üzerine,
Etraftan bulduğu çer çöplerle,
Yavruları için yuva yapar.
Defterin üzerindeyse;
"İçime sustuklarım" yazar.





28 Aralık 2016 Çarşamba

Issız - Aslı Durak

Özlem Ekici

Özlem, eskiten acı
Zaman ölüm ve yaşam
İçimin uslanmaz sarkacı..
Aklımda mührü gözlerinin
İçimde nar çiçeği anılar

Canıma batıyor bu cam kırıkları..

Ben sana aynaydım sen bana su

Ah şimdi günlerim

Ürkek serçe uykusu..

Ok gibi atıyorum seni

Her gün kendimden biraz daha uzağa
Ne yapsam sana varıyor yollarım..
Ses yoktur uyuduğun sularda
Renkler silinmiş, susturulmuştur her türkü
Nasıl da üşütür bizi yalnızlık..
Gel içimin saatini yeniden kur
İkimiz için başka rüya bulalım
Orada ölümün rüzgarı esmesin hiç..
Senin olduğun yerden doğar
Esrik bir düşün en güzel günü
Bilirim yıldızları söndürür terk etmenin hüznü...

 Aslı Durak







23 Aralık 2016 Cuma

Bekleyenler İçin - Ümit Yaşar Oğuzcan

Özlem Ekici


Bir ayak sesi duymayayım
Kapıya koşuyorum
Gelen sen misin diye
Bir sarı saç görmeyeyim
Yüreğim burkuluyor
Ağlamaklı oluyorum
Her şey bana seni hatırlatıyor
Gökyüzüne baksam
Gözlerinin binlercesini görürüm
Bir rüzgar değse yüzüme
Ellerini düşünmeden edemem
Yaktığım bütün sigaraların dumanları sana benzer
Tadı senden gelir
Yediğim yemişlerin
İçtiğim içkilerin
Ve içimdeki bu dayanılmaz sıkıntı
Bu emsalsiz hüzün
Seni beklediğim içindir

Resmine bakamaz oldum
Uykulardan korkuyorum artık
Utanıyorum odamdaki bütün eşyalardan
Şu sedir hala gelip oturmanı bekliyor
Şu ayna karşısında güzelliğini seyretmeni
Şu kadeh dudaklarına değebilmek için duruyor masada

Ve şu saat geldiğin anda
Durabilir sevincinden
Zaman çıldırabilir
Çünkü benim dünyamda
Ölümsüzlük, seni sevmek demektir.

Bir çocuk doğmayı bekler
Bir ağır hasta ölmeyi
Bitkiler yağmur ve güneşi bekler
Yalnız bir kadın sevilmeyi
Ve düşün ki bir adam
İçinde bütün bekleyenlerin korkusu ve ümidi
Seni bekler
Asılmayı bekleyen bir idam mahkumu gibi

Sen gelinceye kadar
Pencerem kapalı duracak
Rüzgar gelmesin diye
Artık perdeleri açmayacağım
Gün ışığı girmesin diye
Sonra kahrolacağım
Bu karanlıkta, bu derin yalnızlıkta
Ve günlerce gecelerce haykıracağım
Nerdesin diye, nerdesin diye

Bir gün bu kapıdan sen gireceksin
Biliyorum
Ergeç bu bekleyişin bir sonu gelecek
Yıllarca sonra
Öldüğüm gün bile gelsen
Bütün bu bekleyişlerimi ve öldüğümü unutup
Çocuklar gibi sevineceğim
Kalkıp sarılacağım ellerine
Uzun uzun ağlayacağım

Ümit Yaşar OĞUZCAN                                    




Özlem Ekici, Personal Blogger Templates | Blog aa

Levla'nın Not Defteri - Kişisel Blog | Bütün Hakları Saklıdır | Copyright © | 2016 - 2023