Yazılarım E-postana gelsin.

Yaz E-Postanı!

24 Nisan 2017 Pazartesi

ÇİMENLERİ SEVERDİ

Özlem Ekici


  Dışarıdan bakıldığında kırklarında birinin bedenini değil de gezegenin yakınından geçmiş kuyruklu yıldızın bıraktığı kadar hasarı olan bir bedeni vardı. Hafif kırçıl saçlı, yıllardır uzamayan sakalı, aksak sağ ayağı, balkon denilemeyecek kadar küçük ama göbeksiz denilemeyecek kadar da ayva etli, gülümsemesinden sonra insanın aklından çıkmayan, eskilerin tabiri ile fazlasıyla babacan biri ama bir o kadar de deli bir insandı. Adı Ömür, bir dertsiz adamdı.

  “Neden yaşlanmıyorsun?” desen, “Her minibüse bindiğimde cebimde tam para tutuyorum, stres yok” derdi. Hiç minibüse binmezdi. Sen ben kadar fakirdi. Tek geçim kaynağı bir Hristiyan mezarlığının çimenleriydi. Ömrünü yeşile adamış, ölümü senden benden önce görmüş ve dersini almış biri sanırdın. Bazen anlatmaya başlardı.

  “Bir gece canım sıkıldı gittim mezarlığa. Belki dedim beni özleyen olmuştur. Daha bir gece önce gelen bir çocuk vardı. Adını hatırlamam ama ağlamasını unutamam. Yanında kız arkadaşıyla gelmişti ama babasıyla dalga geçercesine konuşuyordu.” Eğlence olarak anlattıkları acıydı.

  Ayağını sorsan boğanın altında kaldığını, otobüs çarptığını, Taksim’de bıçaklandığını, doğuştan olduğunu, eski karısı yüzünden bacanağının arkadaşları ile olan kavgada olduğunu filan anlatırdı. Kimse hiçbir zaman ayağının neden aksak olduğunu bilemedi. Arada bir söyledi ama biz anlamadık belki de!

  Bir gece birlikte yürürken konuştuk dertleştik yine. Ertesi gün mezarlığa gittim. Yoktu. Ömür amcanın çimenleri boştu. Evinin önüne yürüdüm, polis kaynıyordu. Ambulans gelip, bedenini alana kadar izledim onu. Her an kalkacak gibiydi.

  Öğlen gibi hastaneden karakola döndüğünde, onları gördüm. Üstleri çamur içinde, nezarethanede tost yiyorlardı. Ne oldukları ve ne olacakları belliydi. Ama ne kadar hasar verdiklerini asla anlayamayacaklardı. Ömür amcayı öldürmenin ne yararı dokunmuştu ki onlara?

  Hristiyan olduğunu yarım-yamalak ingilizcem ile konuşabildiğim kardeşinden öğrendim. En sevdiğim giysileri kendim ütüledim, ölü bedenine makyaj yapılırken izledim. Biz üç-beş neye inandığı belli olmayan insanın katılımı ile gerçekleşen cenazesini, yıllar önce yaşamış sevdalısının yanına gömerlerken anladım birçok şeyi. Çok sevdiği çimenlerin altına yatırılırken tek düşündüğüm bundan sonra Ömür amcayı soranlara anlatacağım dünyada kavuşamadığı sevgilisine olan vefa öyküsü olacaktı. Çimenleri hep yeşil kaldı Ömür amcanın, tıpkı sevdiği gibi. 

21 Nisan 2017 Cuma

Sonsuza dek Sophie - Kemal Sayar

Özlem Ekici


Gözleriniz madam!
Gözlerinize bakıyorum da;
Sanki bir yangın yeri!
Yüzünüz talan edilmiş bir imparatorluktan kalmış gibi!..
Bir şair oturmuş o iki kaşın arasına,
Tüten dumana ve akan kana bakmaksızın!
Aldırmaksızın parlıyan (patlayan) bombalara, şiir söylüyor gibi…

Aslında aşktır en çetin meydan muharebesi.
Siz koşuştururken lise bahçelerinde,
Dilinizde Goethe’den yarım yamalak ezberlenmiş iki dize,
Ve deri ceketinize yaslanmış yürürken yağmurda,
Bir şairdim ben; kalbini büyüten dumanlı odalarda!..
Benim kalbim dumanlı odalarda büyüdü madam, yalan yok!
Yalan asla olmayacak; çünkü ‘aşk’ üstümüze serpiştirip kaçan o yağmur,
Bir gün sizi de ıslatacak!..
Bir gün siz de hüzünle bakacaksınız kalbimin içine,
Orada yenilenmiş (yenilmiş) bir şarklıyı göreceksiniz!..
Biz şarklılar, yani Allah’a inananlar, oruç tutanlar,
Ve asla konuşamayacakları kızlara aşklananlar;
Hep yenildik!
Farklı mağlubiyetlerden kurtuldu (kuruldu) tarihimiz!..
-Diyorum ki…
Vaktin varsa bu akşam…
Bizim yüzümüz kızarır madam,
Söylemeyiz!
Biz uzaktan sevmelerde birinciyiz.
Genç kızlara başımızı çevirip bir bakmayız,
Bir bakarsak, usulca elimizden kayarak; parçalanır kristal gençliğimiz!..
Biz kristal gençleriz madam,
Kolayca tuz buz oluruz!
-‘Eve gitsem daha iyi’…
-İyi de benim o darmadağın halimi bırakıp nereye…
Her gece saatlerce alıştırma yapıp da,
Bir tek veda (sevda) sözü fısıldayamamanın sıkıntısını…
Aşksızlıktan solan bu cismi terk edip nereye gidiyorsun(uz) madam?
Merdivenlerde peşinizden koşup da,
İsminizi haykıramamayı…
Size bakarken; derin bir acıyla kıvrandığımı fark etmeden, nereye ha?
Sophie, Rosemary, Ayşegül. Onun için üç isim seçmişti.
Yukarıdaki satırlara baktı,
Ve “-Ben bunun âlâsını lise yıllarında yazdıydım” diyerek iç geçirdi.
Fakat nâlet olası o duygu yakasına yapıştığına göre,
Bir kez daha aynı sözcükleri kullanarak;
Bir öykü yazmalıydı!
Onun için üç isim seçmişti,
Kendisi için üç ölüm!..
Bir gün yağmur yağsa,
Sırılsıklam o yağmurda ıslanacak,
Ve elinde sımsıkı tutuğu bir karanfille,
Gözyaşları saçlarından sızan yağmura karışacak (karışarak),
Onun kapısı önünde duracaktı…
Onun kapısı önünde duracak,
Ve asla (zili) çalmayacaktı!
O kapının önünde saatlerce ağlayacaktı.
O sırada fonda ‘’In your green eyes‘’ çalacaktı!..
-Sophie! Sophie!
Heyhat, Sophie gidiyordu!..
Mağrur bir prenses gibi şairin kalbinden sürgün edilmişti.
Sanki hilafet ilga ediliyordu!
Saltanat sefalete mahkum edilmişti!..
Tarih yeniden yazılıyordu…
-Sen benim sürgünümsün Sophie!
Benim ülkem dağlık ve karanlıktır.
Dağların arasından bana bir yol vardır!..
O yolu yürümek zordur!
Sanki bir nüfus sayımı günü!..
Sokaklar boşalmıştı (boşaltılmış).
Pardesülü bir adam, sırtını asırlık ağaca vermiş,
Geniş bir alanın kenarında mızıka üflüyor.
Zaman zaman gözlerini uzak bir noktaya sabitleştirerek;
Kendisine bir soru soruyor.
Doğru cevabı bulmak için uzun uzun düşünüyor,
Ve gözleri ışıldayarak cevabını mırıldanıyor;
Bir gün o da gözlerindeki bu ışıltıyı fark eder
Ve elini kalbine değdirdiğinde içinde deveran eden;
O yoksulun aşkını tanımlar,
O şarklıyı keşfederse, yazacağı ilk şiire adını verecek:
‘Sonsuza dek, Sophie’…
Kemal Sayar

19 Nisan 2017 Çarşamba

Jurnal #2 : Son Dakika Haberleri

Özlem Ekici
  Merhabalar, bugün sizlerle iki güzel gelişmeyi konuşmak üzere geldim kuruldum masama. Ben bu gelişmelerde çok mutluyuım, umarım sizler de sevinirsiniz benim adıma. Hadi hemen güzel gelişmelerimize dönelim. 

  İlk güzel gelişmemiz beni sosyal medya hesaplarımdan takip edenlerin bildiği üzere artık Kalender Dergisiyle çalışıyorum. Dergimiz Kasım 2014 'ten beri yayın hayatına devam ediyor. İki aylık olarak yayınlanan dergimizin içeriği dopdolu, üstelik çocuklşarımız için de yazabilecekleri bir bölümleri var. Dergiyi satın alabilmek için size satış yerlerini gösteren bir görsel bırakıyorum ayrıca dergiyurdu.com adresinden de ulaşabilir ve satın alabilirsiniz. Dergi hakkında daha fazlası için bana ya da dergimizin gmaili olan kalenderdergisi@gmail.com adresine mail atabilirsiniz.



  Bir diğer güzel gelişmemiz ise jdsezer.blogspot.com.tr bloguna verdiğim röportaj. Öncelikle Sezer beyin blogundan bahsedeceğim. Sezer beyin blogu çok yeni olmasına rağmen sade ve güzel bir projesi var. Bu projesi birçok blogger ile röportaj yapmak ve buna son gaz devam ediyor. Ben de beni tanımak isteyenler için röportajı yaptık, yayınladık. Beni merak edenler için röportaja buradan ulaşabilirsiniz. röportaj için tık
Bu güzel gelişmeler yüzünden blogu biraz boşlamış olabilirim ancak birkaç gün sonra bomba gibi geleceğim.
Buralarda bir yerlerde hep görüştük, hoş kalın.

16 Nisan 2017 Pazar

YEDEK HAYALLERİN VERDİĞİ ATALET

Özlem Ekici

  Gördüğümüz yerde bir ışıltı var, evet bir ışıltı. Saat kaç? Uzaylılar bu saatte gelmezler. Söndü ışık, neler oluyor? Bir hayal miydi yoksa gerçek miydi?

  Hayaller vardır, bir ışıltı gibi ansızın belirir düşünceler göğümüzde. Sonra aniden sönüverir ne olduğunu bile anlamadan. Sonra tabi bir de daima hayal olan ama gerçekleşmeyecek gözüyle baktığımız ve bu olmazsa şu olsun bari dediğimiz hayaller topluluğu vardır. Yedek lastik taşır gibi bir hayale bağlı yedek hayaller de vardır düşünce göğümüzde. Hayaller kurarız, bazen abartır hayallerde yaşarız. Gerçeğe döndüğümüzde “Nereye getirdin bizi kaptan ya!” der gibi kalırız.
  Apartmanımız arka bahçesinde bir nar ağacı var, ama ne işe yaradığını henüz anlayamadım. Her yıl çiçek açar, nar verir. Düşünüyorum da onun da hayalleri var mıdır veya yedek hayalleri nasıldır? Ben bu yıl dünyanın en fazla narını versem ne güzel olurdu diye düşünüyor mudur? Sonra ne boş konuştum ha deyip bu yıl sadece açtığım çiçeklerin yarısı kadar nar versem yeter diyor mudur? Yedeğe al hayalleri kaptan, sonra bize oradan bir duble daha hayal koy. Hayal kurmak güzel ama hayalleri hayat denen oyuna sokmak zor. Alın hayalleri oyundan, yedekleri pistten alalım lütfen. Sanırım bir nar ağacının en büyük hayali dünyanın en iri narını vermek falan olurdu, insanlar yemesin ama incelesin der gibi devasa bir narı barındırmak ne müthiş olurdu. Narlaşma yazar neler diyorsun sen? Ağaç oluyorsun anladık da bu kadar nara bağlama.
  Saçmalamanın bir üst seviyesine atlayan sayın yazarımız daha fazla nar ağacını süzmemesi gerektiğini anlayınca perdeyi çeker ve yedek hayallerine geri döner. Bazen otobüste karşılaştığım bir amca vardı böyle yaşlı ama genç gibi sonra şişman ama zayıfımtırak bir de uzun ama kısamsı falan bir amca işte. Sürekli ettiği bir muhabbeti var. Kim denk gelse hep aynı öğütler ve hayallerini anlatıyor. Emekli öğretmen olmak istermiş ama olamamış çünkü halen çalışıyor. Bence işi olduğu için sevinmeli zira ben hala işsizim. İş konusunda tüm taktiklerini denemiş ve iş bulmuş amcamız ve emekli olmak için yaşını bekliyorken denk gelen gençlere hayallerinden ve tecrübelerinden aşılıyor. Neden bilmiyorum ama bu yazıyı yazmadan önce aklımda ilk o vardı ne ara nar ağacına geçtim bilmiyorum.
  Yedek hayallerimiz var, oyuna sokmayı beklediğimiz ve bir de asil hayallerimiz var ki bulutlarımızın üstünde altın bir tahtta oturtup ölünceye kadar orada ağırladığımız ve asla oyuna sokmayacaklarımız. Asiliyle yedeğiyle hayaller güzel ve hayal kurmak güzel. Günün birinde acaba şahane yazılar yazacak mıyım diye beklettiğim asil hayalimi de alıp gideceğim birazdan. Yazmak bile bazen içimden gelmezken hayallerimin arasında ona dair bir asil hayal ve yedeklerinin olması ironik değil mi?
  Sanki artık oyunun ortalarına geldikçe hayaller bütününde yedek sayısı artıyor. Asiller bir kenara bırakılıyor gibi hissediyorum. Elimizdekilere göre hayalleri dallandırıp budaklandırıyoruz. Yedek hayallerimiz hayatımıza yani oyuna daha çok yaklaşıyor gibi. Her şey birer yanılgı olsa hayat da birer hayal olur muydu?

Yedekleri oyuna sokmakta geç kalmamanız dileğiyle, hoş kalın.

12 Nisan 2017 Çarşamba

Leyla'ya Silinecek Şiirler - Deniz Tekin

Özlem Ekici

Leyla
seni dün ışıksız bir sokakta gördüm
özlemişim güzel bakan çehreni
güzel insansın vesselam
seni gördüm
bir cebinde elin, diğerinde sigaran
seni gördüm
boşluğa bakıyordun
boşluğa yürüyordun
sağlam, güzel adımlarla
boşluğa koşuyordun hep yaptığın gibi
seni gördüm
omuzunda yağmur
omuzunda eski bir yağmurluk
omuzunda dünya, ve dünyada güzel olan ne vardıysa omuzunda
güzel insansın vesselam.

leyla
tutturmuşuz bir güzel insan olmaktır
sen, güzel insanlığınla ışıksız bir sokakta
ben, bütün insanlığımla peşinde
tutturmuşuz bir güzel insan olmaktır, gidemiyor
ne hayrını gördün bugüne dek?
a güzel kızım 
omuzunda eski bir yağmurluk var
ayağında evin olmayan toprak
yüzünde solmamış bir tebessüm
umudu hala çıra gibi yanan bir meczup
a leyla
a güzel kızım
sen kendine ne yaptın?
hangi sokakta bıraktın sana verdiğim atkıyı
boynuna hangi rüzgarı aldın
sen beni hangi bozuk bahçeden çağırdın leyla
bu ne yaman iştir
burası
hangi güzel ülke olmalıdır leyla?

tutturmuşuz bir güzel insan olmaktır
bu nasıl güzel insan olmaktır leyla
sen, bütün gaddarlığınla asfaltsız bir yolda
ben, bütün acziyetimle peşinde
tutturmuşuz bir insan olmaktır, gidemiyor
bu diyarda asfalt olmalı leyla
bu diyarda toprak olmalı
bu diyarda, senin omuzunda adım adım dolaşan bir bulut olmalı
bu diyarda, senin omuzunda olmalı

omuzunda yağmur
omuzunda yoksul bir yağmurluk
umudu hala çıra gibi yanan bir meczup
leyla
korkuyorum, zira
boşluğa bakıyordun
boşluğa yürüyordun
yarım, umutsuz adımlarla / boşluğa yürüyordun

a güzel kızım
a benim çıra gibi yanan meczubum
sen beni hangi bozuk bahçeden çağırdın?
bu ne yaman iştir
bu nasıl bir yağmurdur leyla
çek şunları üstümden
al şunları üstümden
atkımı bok dolu bir çukurda buldum
umudu çıra gibi sönen bir meczubum 
beni bırak
takıntılarım var
git buradan leyla, git!
kalbini kıracağım dedim
omuzların düşecek
yağmurun düşecek dedim
yağmurluğun düşecek
umudum çıra gibi sönüyor leyla
a leyla
a güzel kızım
sen kendine ne yaptın
a leyla
a güzel kızım
sen
kendine ne yaptın?

Deniz Tekin


11 Nisan 2017 Salı

YATMANIN CAN SIKAN ATALETİ

Özlem Ekici

  Birkaç gündür yazı yazma istemiyle doluyum ancak yazmaya başladığım gibi kalkıp evde dolaşmam bir oluyor. Sabah haberlerini izliyorum, ölen masumlar ve buna benzer birçok can sıkıcı haberle içim burkuluyor ve daha çok yazamamak için sebep buluyorum kendime. Bazen duvarla konuşup bakışıyoruz ve o da bir çözüm bulamıyor derdime. En sonunda alıyorum elime kitabı okumak için değil okurken uyuyakalmak için. Gonçarov’un ‘Oblomov’ adlı kitabını okuyorum ve gittikçe ona benziyorum. Kitap beni içine çekiyor sanki. Bir haftadır masamda duran defterime üzeri karalanmış notlarıma bakmak geliyor aklıma, yatmaya devam ediyorum. Gidip film izleyeyim diyorum, yatmaya devam ediyorum. Yazmak için çabalayayım diyorum, yatmaya devam ediyorum. Ne için niyetlensem yatmaya devam ediyorum.


  Sözün kısası bu aralar tükendim, ne yazıyorum ne de okuyorum. Bir süre bloga ara mı versem diyorum ama vicdan izin vermiyor. Levla beni dürtüyor, hadi yaz bloga okusunlar diyor; yatmaya devam ediyorum. Diyeceksiniz ki bu kız ne çok yattı, kalkmak için bir sebep bulamıyorum ki oblomovluk kanıma işledi. Öylesine yazıyorum yine. Boş sözler belki ama anlaşılmak için yazmadığımı daha önceden de demiştim. Anlatmış olmak için yazıp boşaltıyorum içimi.

  Duvar da çözüm bulamadı bana, ne oblomov oldun sen böyle diyorum; yatmaya devam ediiyorum. Sonuç mu ben de bilmiyorum, duvar da bilmiyor. Sanırım kimse bilmiyor. Oblomovluk kanıma işledi okurken, sen nasıl kitapsın yahu?

  Dergilere yazılarımı atıyorum ama hep daha önceki yazılar, yeni yazılar yok; yatıyorum çünkü. Oraya buraya karalıyorum, yatıyorum. Duvara resim bile çizdim ama yatıyordum. Duvar soğuktu, yatıyordum. Oblomov sabahtan akşama kadar yatıyordu, yatıyordum ben de. Düşünüyordum, yatmaya devam ediyorum. Yazıyorum, hala yatıyorum.

Ve nihayet son. 


10 Nisan 2017 Pazartesi

AKIP GİDEN ZAMAN İSE

Özlem Ekici

  Zaman su gibi akıp geçiyor. Vakit bir türlü geçmiyor derken yıllar hayatlar geçiyor. 100 yaşına gelmiş birine soruyorsunuz nasıl geçtiğini hiç anlayamadığını söylüyor. Kime sorsanız hep aynı cevap. Zamanı iyi değerlendirmemiz lazım. İkinci bir hayatımız yok. Ya zamanı hoyratça kullanıp tüketeceğiz, ya da dolu dolu yaşayacağız. Biriktirme şansımız yok çünkü.
Eflatun’un dediği gibi “aynı suda iki kez yıkanılmaz, zaman akıp gider”. Ama insan şimdiyi yaşamaz ya geçmişe takılı kalır, ya da geleceğe odaklanır. Hep varılacak bir yerin telaşı içindedir. Yaşam yolculuğunun tadını çıkarmaz. Hep bir an önce bir bilinmeze varmak ister. Halbuki yaşamak bir yolculuktur, süreçtir. Varılacak bir yer değildir. Sonra bir gün gelir ki varılacak o yer aslında bir son.
Can Dündar'ın dizeleri zamanın nasıl akıp geçtiğini anlatır gibi bize.
"Bir sarı lira gibi ömür.
'Yaşamak değil, beni bu telaş öldürecek' dediği gibi şairin,
O telaşla bırakın Paris yolunda ılık rüzgarla taramayı saçlarınızı,
Sevdiğimizle doyasıya bir sohbet bile edemedik biz.
Gözümüz saatte söyleştik hep, koşuşur gibi seviştik,
Yarışır gibi çalıştık.
Hep yetişilecek bir yerler, aranacak adamlar, yapılacak işler vardı.
Bir sonraki günün telaşı, bir öncekinin terine bulaştı.
Başkalarının hayatı, bizimkini aştı.
Kör karanlıkta çalar saat sesi yerine, kuşluk vakti, kızarmış ekmek kokusu veya yavuklu busesiyle uyanma düşlerini ha babam erteledik.
20’li yaşlardayken 30’lara kurduk saatin alarmını, 30’larımızda 40’lara, belki sonra 50’lere…
Lakin öyle yanlış kurgulanmış ki hayat, kuşlukta uyanma fırsatı sunduğunda size, artık uyku girmez oluyor gözlerinize.
Doyasıya söyleşmek, telaşsız sevişmek için bol zamana kavuştuğunuzda, söyleşecek, sevişecek kimsecikler kalmıyor yanınızda.

Özenle sakladığınız bir sarı lira gibi ömrünüz, vakit gelip sandıktan çıkardığınızda, bir de bakıyorsunuz ki, tedavülden kalkmış."

Özlem Ekici, Personal Blogger Templates | Blog aa

Levla'nın Not Defteri - Kişisel Blog | Bütün Hakları Saklıdır | Copyright © | 2016 - 2023