Yazılarım E-postana gelsin.

Yaz E-Postanı!

24 Ağustos 2017 Perşembe

Bir Yelkovan Eksilir Akreplerimden

Özlem Ekici

Durduğum bir noktaya, garip garip bakmak demek,
Hayat demek, muhtemelen.
Üstelendiğim her şeyin beni bir bir alt edişi,
Perakende bir acı herhalde.
Yadırganacak ya da yadırganması gereken bir şeylerin faslı.
Tüm olanların, olmayan her şeyden fitil bulması,
Aynı tütsüde beni katıksız bir kıvamda yakıp yakıp durması,
İlk defa bir yakınını kaybetmiş bir çocuk gibi yapıyor beni.
Ürkek ve üzüntü dolu ama
Esasında kahrolmuş.
Bırakılmış bir yerden, sarılmayı bekleyen her yakınlıkta, gitgide uzaklaştırıyor.
Aynada yabancı kaldığım bir sima,
Simama eşit derecede duran şeyler,
Hem ölüm, hem kalım gibi.
Ölüm, bir gitmek değildir diyemeden,
Ardı ardına ölen,
Mezarı içime gömülü beş ceset, dört yoğun bakımlı kimse,
Arkalarında önlerini bırakmadılar mı?
Kalım bu muydu, yani önden gidenlerin arkalarına dizdikleri miydi?
Onlar öldüğünde,
Kaçının doğmamış umutları öldü bilinmez ama ben çok üzüldüm.
Bilinmez belki yarının ne getireceği ya da şimdinin ne götürüp de kaç zamanı alt edeceği
ama bilinen bir şey var ki,
Ölmek, yarım bırakılmış bir eylemdir.
Asıl bilinmezlik de bu.
Bütün olanları, bilindik bir yalnızlığa yormak,
Yani,
Bir insanın, çok tanıdık bir insana yabancı kalması demek.
Ne acı oysa!
Ne acı ki, insan her unutulduğunda bir yazmakta buluyor kendini.
Yazmaya devamı, yaşananla yaşa(n)ması istenen her şeyin,
Kendini hatırlatması,
Acıya ve birkaç karış suratsızlığın açıklığına sürüklüyor peşi sıra.
Yaklaşık yarım saat ölüm kokmak nedir?
Mutsuz ve öfkeli ve nadiren sinirli bir anına tanıklık etmek,
Ama yorucu ama nefes almak için bile nefeslenmeyen.
Durmaksızın,
Koşturmak ve yorulmak...
Yorgunluk ki, vücut bulsa sanki ben olacak.
Durduğum her yerden, hareketli geçen tüm nesneler, tüm kimseler,
Bir seli belki de, afet sayılan her şeyin.
Yani insanlar geçse, sanki saati saatine uymamış bir anda,
Belki de çok yelkovan eksilecek içimin akreplerinden.
Tümü çok azına eş gelecek.
Eksile eksile yok olunacak...


21 Ağustos 2017 Pazartesi

Oyun Bu Mu Yoksa Oyun Mu Bu Ataleti

Özlem Ekici

  Tüm bilinçaltı sürgülenmiş gibi olaylarla.Çözemediğimiz her ne varsa geceleri bizden uykumuzu çalıyor. Günü zehir edip, hayata posta koyuyor. Rüyayı hatırlaman bile zor iken, bu kadar bitkin halde nasıl bilmiyorsun olup bitenleri. Gece hepsini bir bir yüzüne vurmayı başarıyor. Bilinçaltıyla bir olmuş seni dört duvar arasında kıstırıyor. Hemde en uyuşuk halinde, uykudayken. Rüya adını verdiğin tüm gördüklerin, unutkanlığa bağışladın. Gece seni tüm korktuklarınla, yalnızlıklarınla, bir amaca ulaştıramadıkların ile baş başa bırakıp, seyre daldı.

   Hiç haberin olmaz, sabahın ışıkları yüzüne vurduğu anda silinip gider gece. Ne olup bittiğini hiç tahmin edemezsin.Belki bir iki gülümseyişle, en tatlı tebessümü orada bulmuşsundur. Ama gerçekten ne oldu orada, bir mesaj mı var? Gelecekle ilgili bir mesaj mı var? Birileri mi geliyor, ne yani her şey olacağına varacak mı? Temiz günlere ulaşıp, bir iki fısıltıya mı mahruz kalacağız sadece. Belki de bir iki fısıltı bizi derinden boğdu, ama deniz kadar ferahlayacağımız günlere de ramak kaldı. Kim bilir ki, kime anlatsam doğruyu söyler ki?

   Aklı kararsızlığa sokan tüm ayrıntılar, tüm boşluklar. Beni deli gibi meşgul eden bu oyunlar, günümü gecemi çalıp bana ne armağan edecekler ki? Hediyesiz geçen günlere kalmışken böylesine neresiydi dönüm noktası? Zamanın içinde kaybolan birisi gibi, yüzme bilmeden sulara dalmak gibiydi. Sanki yavaş yavaş öğrenip de hazırlanıyor gibiydim. Ki bütün zaman bir bilinmeze doğru gebeydi.


16 Ağustos 2017 Çarşamba

Jurnal #5 : Gelişmeler Aşkına

Özlem Ekici

Merhaba değerli okuyucu, size birkaç gelişme ile geldim yine.

Bildiğiniz üzere Kalender dergisinde yazıyordum. Öncelikle ondan bahsedelim, çünkü yeni sayısı bomba gibi geliyor. Bu sayı Cemal Süreya konulu, posteri ve ayraç hediyeli yani ayrı bir güzel. Neyse efendiler, dergiye ulaşmanın yollarını şu yazımda bahsetmiştim.
Yazı için tık


Diğer bir konuya gelirsek roportajmerkezi.com ile bir röportajımız gerçekleşti, onu da şuracığa bırakıyorum.
Röportaj için tık

Okul durumuna gelirsek artık hacettepeli oldum. Hayalini kurduğum bölümde okuyacağım.

Peki şu sıralar Levla napıyor derseniz, şöyle ki bol bol dil çalışıyor. Bildiği dilleri geliştirmek için çırpınıyor. Kitaplar okuyor, notlar alıyor, evde yabancı gibi konuşup yaşıyor. :)

Çok da uzatmadan hoş kalın okuyucu. Hep hoş ve umutlu kal. Hoşça kal.

9 Ağustos 2017 Çarşamba

Jurnal #4 : Paü'den Hacettepe'ye

Özlem Ekici

Merhabalar, 

   Dün ÖSYS açıklandı. Takip edenler bilir ben de bu sene onların arasındaydım, sınava tekrar girdim. Bir başka bölüme gitmek istedim ve sonunda hayallere gidilen yolda ilk adımımı attım. 

   Bildiğiniz üzere Pamukkale Üniversitesinde Türk Dili ve Edebiyatı okuyordum. Çünkü yine bildiğiniz gibi yazmayı çok seviyorum ve sayısal mezunu olmama rağmen kendimi biraz daha geliştirebilmek için bu bölüme gitmiştim. Sonunda anladım ki artık hayallerimin peşinden gitmeliyim, bölümümü değiştirdim. "Peki neden bu kadar bekledin?" diyenleri duyar gibiyim. İnanın edebiyat okurken sadece edebiyat değil birçok konuda bilgi ediniyorsunuz ve ben de bunu istiyordum. Şimdi Hacettepe Üniversitesi Fizik Mühendisliği okuma hayalimi gerçekleştireceğim. Zor bir bölüm diyenleri duyuyorum lakin zor beni hiçbir zaman yıldırmadı, bu kez de yıldıracağını sanmıyorum. Sonuç olarak artık fizikçi bir edebiyatçı olacağım. Kulağa garip geliyor ve ben bunu sevdim her zamanki gibi. Bana şans dileyin dostlar, bu kez hayallerimin peşine düştüm. 

Görüşünceye dek hoş kalın.

6 Ağustos 2017 Pazar

Arkadaşlar, Ölüm ve Çiçekli Fularlar Üzerine

Özlem Ekici
Aslında,

konuşacak mecalimi bir ucuz sandviçe feda ettim camlı bir ofiste.
Bir yere, bir kimseye ve sigaraya, hiç birine, mecalim ve arzum ve şevkim, her ne halt ise işte, yok!

Bir çok sefer bir çok karmaşa içerisinde bulundum, denizde ve karada. Bir şekilde ufku görememek keyif vericiydi. Bir şekilde melankoli filan.. iyiydi dünya. Turuncuyduk, çocuk ve balık kadar. Uzun düşler kısa marlborolar vardı. Dünyaydık bir şekilde dönüyorduk birbirimize bir şekilde rast geliyorduk rast gelinecek yollardan yürüyorduk, çay içiyorduk. 

Şimdi,

çok fazla çok. 
Çok fazla ölüm. Çok fazla eski şarkı. bu aralar çok kullanıyorum çok kelimesini ve artık biliyorum, artık bir daha hiç-bir-şeyin..
yoo hayır bu cümleyi kurmak istemiyorum, birdenbire bir kamyon yükü kuş ölüsü boşalıyor göğsümden sen de bilmiyorsun. 

Anılar İsmail, anılar, gırtlağıma yapışıyor. Yoksa öyle kolay ki bu yaşamak ağrısını taşımak göğsümde yoksa sen bile öyle iyisin ki..

"Ama bir göz yumma anında bir soğuk telefon konuşmasında", uzak kentlerde üzerine boca ettiğin kahkaha zaman bir parfümü apansız bir gökkuşağı gibi, bir beton zemine çakılır gibi duyma, anılar İsmail, yoksa çekip gidebilmek öyle temiz ve kıpırtısız.

....

Boynunda, turuncu çiçekleri olan fular vardı yaşlı amcanın. Gülüyordu. Dünyanın en eski Vespa'larından birini sürüyordu. Yeşil, koyu ormanların içindeki göle giden yolda. Neredeyse bir kuş gibiydi kalbi, yaşlıydı, yakıncacık ölüme, yakıncacık tüm anılara. Gülüyordu. 

Geçip gitti önümden göle doğru. Bir kaç saat bekledim. Bir kaç çok saat daha. İki paket sigara içtim, boynundaki turuncu çiçekli fuları düşündüm, taşlarla kozalakları vurmaya çalıştım, biraz daha bekledim, beklediğimi bilmiyordu, beni hiç bilmiyordu, sormak istiyordum, bir şeyleri, dönmedi. Göle giden yoldan o gün ve o gece boyu kimse..

çok sonra polisler..

Turuncu çiçekli bir fulardı belki de ölmek. 

Ama ben, ellerimi tütünden ve kederden çekip, steril bir hayatı kurma/yıkma arefesinde ben, araftaki, bir elmanın çürük yanındaki..tütünsüzlüğe bunca uzun süre katlanabileceğimi sanmıyorum,. 

İnancım, dağılan bir kötü haber gibi.

....

Gözlerimi kapadığımda öyle yalnızım ki..


Gözlerimi kapadığımda, beyaz çoraplı çocukluğum, gönlü kıran bir kederle gözlerimin içine bakıyor. Canım, bir büyük doğruyu bulabilmek arzusunda. 

...

isyan etmiyorum bunların hiç birisine.

Eski dostların taş plak kadar eskiyip tedavülden kalkmasına
Anılarımızın, yalnızca benim gönlümde bir büyük ağrıya dönüşmesine
Vazgeçemeyişime
Neyden vazgeçeceğimi bir türlü bulamayışıma
Ölüme yaklaştıkça hızla, hızla yalnızlaşmaya
Bilye oynamayı becerememiş çocukluğuma
Bir daha hiç bir kar akşamının öyle içten olamayacağına
Mekik ile bağını elim bir kaza sonucu kaybetmiş astronotlar gibi uzayın derinliklerine doğru savrulan dostluklarımıza
Ve aynama.

.....

Boğuluyorum,
bazen.
Şimdi sarıp yeni baştan..
neyse.



(bu, şimdi, yalnız senin ve yalnız benim bildiği bir şey. Bilirsin
sonra hep sütlü kahve isteyen birileri olur ve bir an, sonra yine hepsi aynı)

4 Ağustos 2017 Cuma

'Şurdan İki Kilo Melankoli Tartar Mısın Dayı' Ataleti

Özlem Ekici

Northern Exposure diye bir dizi izliyorum uzun zamandır. Yeni bişi değil 90'ların başında çekilmiş. Biraz Mahallenin Muhtarlarının Alaska'da çekilen versiyonu gibi. Ama içine felsefe, kızılderililik, 'uzakta olma' sosları eklenmiş. Eğlencesi de dramı da kıvamında. Mahallelinin içtenliği hissiyatı ve insan olmanın getirdiği acizlikler, çaresizlikler, eğlenceler, "-mış gibi göstermeler" hepsi iyi harmanlanmış, tavsiye ederim.

3.sezon idi sanırım, edilen bir laf, beni benden aldı yine:
"Life turns on a dime, and somehow, we muddle through."

  Hayat denen otomobil birden direksiyonunu sertçe çevirebiliyor, şoför uyuyakalabiliyor, şarampole yuvarlanacakmış duygusu verebiliyor. Lastik patlayıp yolda kalabiliyorsun, acil yardım bazen meşgul çalıyor bazen aradığımız yardımlara ulaşılamıyor. Ama her nedense bir şekilde üstesinden gelebiliyoruz. Son anda frene basıyoruz, sakat/ağır yaralı kalabiliyoruz, otostop çekip yola devam da ediyoruz bazen. Zaten üstesinden gelemediğimiz an, biz yokuz ki. Bir yerde okumuştum/duymuştum:
"Ölümden neden korkayım ki: ölüm varsa ben yokum, ben varsam ölüm yok."

  Evet, 'her şeyin üst üste gelme sendromu' neticesinde vardığım kanı bu yönde. Bi şekilde üstesinden geleceğiz. Gelemediğimiz an, zaten endişelenmemiz için bir neden olmayacak... "

  Bütün bunları aklından geçirirken, yazar uyuyakalır. Gördüğü rüya mıdır gerçek mi bilemez. Manavın önündedir sanki, tezgahlara bakar. Siyah tüller, bez parçaları, karga tüyleri, terlikler, meyveler vs... Hepsi simsiyah. Manava sorar:

- Hissiyat kaldı mı elinde acaba?
* Var tezgah altında bi kaç bişi.
- Şurdan 2 kilo melankoli tartar mısın dayı?
* 3 milyonluk olsa olur mu yeğenim?
......

31 Temmuz 2017 Pazartesi

Zamanın İpeksi Akıntısı

Özlem Ekici
Not: Bu bir iç döküş yazısıdır. 

  İstem dışı arzularla yüzümü buruşturuyorum. Dudaklarım aralanıyor, dudaklarıma merhem? Hayır, bu duvarlarda, bu evde ne bulunur ki? Bir yapboz verdi ellerime, karanlık bir yığını birleştirmemi beklemesi haksızlık değil mi? Çatlaklara yarayan bir kapatıcı buldum sonra, uzattığım kuruntuları avuçlarına aldı duvar. En güzel sahne bu! Kremleniyor duvarım, gereksinim olduğundan satın alınmış bir cümle gibi; sinsi bir dumanmış meğer özlemek...

Çok.

  Bunca zamandır birazcık bozulmuş olmalı yazdıklarım, saklandıkları yerlerden yorgun yorgun iç çekiyorlar. Soğuk, kızgınlar. Bizden gizlediklerin ne diyorlar. Bir şeyler yüzünden kırılmış olmam normal değil mi? Yatağımın üzerinde otururken, bir hazan sabahında, soğuk siyah sabahlığımla mutluydum. Beni öldürmeden önce... vakit çok geç olmadığında, beni bulabileceğin bir zamanda. Kollarından tutup sarsılan biri olmak, biraz sert davrandığını sezip boynunu eğmen. Hava ılık, alnın terlediğinde ellerimi havlun gibi, kullanmanı. Yanımda olmanı, kalçamı yastık olarak kullanmanı, uzanmanı, diş fırçanın rengini, ayakkabılarından önce hangisini giydiğini merak ettim. Duvar gibi,duvar gibi nasıl kalabildiğini. Bana yapbozu beceremeyen kız dediğinde, o yapbozları astığım duvara korlanmış ateşleri koyarken göz bebeklerine bakmak. Bana yer versin diye, güzel bir öyküyü yaşamak. Beslediğim inanç, kaybettiğim güven, zamanın ipeksi akıntısı.

Bir çocuk sevdim sevgili duvar, bak karşı duvarda yüzü asılı.

   Büzülmüş, dizleri düğümlenmiş kollarının arasında, gülüşü. Göğüslüğü açılmış bir erkek gömleğinden çıkan gece patiskası bir sırt. İnce ince kıvırdığı gömleğinin kolları. Bundan birkaç ay önce, sıradan biri değildi ama, o söylemişti bana. "Yıllar sonra." Beyzade bacaklara benzetmeler arıyordu, odamın kapısını açıyordu. Şaşkın şaşkın eşikte duruyor, yatmak için düzenlenmiş, açıklamalarda bulunurken elleri yüzümde, elleri suda. Ellerini suya hapsettim... Gözde olsa, ne fayda.

  Hiçbir varlıktan hoşlanmıyorum bugün, kendi varlığımdan da. Sarı perdeler, ak duvar kaplamalı güneş ışığı hissi yaratabilir mi? Duvar kaplamaları, hep otellerde mi güzel olur? Bembeyaz bir bina, yeni eşyaların ilk sabahında yarı uyanık halleri, sarsıntısız birkaç gecede, bedenimden ayrılıyor. Söyleyemem, hiçbir yapma koku... söylemeyeceğim. Sorma.

Gerçeği sayende gördüm, teşekkür ederim.

  Bir yolcu kadın barınağı, bir köşesinde bavulunu toplamaya çalışan bir adam, hangi kadın bu fotoğrafa gülümseyebilir ki? Yazı masamın üstünde el değmemiş, kurutma kağıtlarımla gülüşünü tamamlıyorum. Açık yaramda esneyen, bana özgün, garip ev sahibi gibi. Yüzünde, gözleri hüzünlü, ben konuşurken, gülmek ya da oynadığı günlerden birinde, küçücük yumruğumu yastığın yüzüne gömüyorum, tükürüğünü yalayarak aceleyle bitiriyor sözünü. Tiyatrolardaki gibi ellerimi alnıma vuruyorum. Her seferinde gözleriyle onaylıyor.

Duvar... Bir çocuk sevdim...
Gülüşüm, dudaklarının arasında saklı.
Duvar, yazık.
Zamanın ipeksi akıntısı akıyor çatlaklarından.








Özlem Ekici, Personal Blogger Templates | Blog aa

Levla'nın Not Defteri - Kişisel Blog | Bütün Hakları Saklıdır | Copyright © | 2016 - 2023