Yazılarım E-postana gelsin.

Yaz E-Postanı!

31 Ekim 2025 Cuma

DÜNYANIN EN UZAK ŞEHRİ #1

Özlem

 Bir şeyler oldu, unuttuk, unutulduk. Nefes alan her hücremiz sanki soldu. Güneşin batışını bir yaz sonu bilen bedenimiz bir anda toprağın ıslak kokusunu aldı yerleştirdi içine, sonra durdu, kapadı gözlerini, bir kez daha açmayacağım çiçeğimi der gibi sustu. 

 Yine bir zemheri yüreğinde, hissizleşti, dokunulmadı yaralarına, unutuldu rengi neydi? Bir zemheri ki karanlık, koyu, kapkara. Beden soğuk, dilsiz, amâ. Rüzgarda savrulan her toz tanesi gibi savrulan hisleri bir duvara çarpmış ve yorulmuş. Dünya dönmeyi bırakmış, yelkovan akrebi kovalamaktan sıkılmış, doğan güneş batıda dinlenmeye oturmuş gibi bir geceydi. Şafağı bekleyen serçeler ve kırlangıçlar sessizce dururken bir meltem geldi denizden, durdu düşündü. Bir ay aydınlatıyordu yüzünü, şimal semada görünmez bir kılığa bürünmüştü. Keşke her şey zihnindeki gibi vuku bulsa, basireti birden bire aydınlansa, en uç köşelere kadar ışık vursaydı. 

 Dünyanın en uzak şehri gibiydi yüzü, ıssız. Bir hal vardı halinde ama kimseye diyemeyecek kadar kelimeleri dilsizdi. Mütemadiyen huzursuz, mütemadiyen keyifsiz bakardı semaya, kimseye bakacak ışığı bulamazdı. İçinde bir şey eksikti. Bir şeyler hep eksikti zaten, neden kimse görmezdi gözlerini? Hisler dilsizdir ama neden kelimeleri uygun yerlere yerleştirmekten bu kadar acizdi? Belki bir bahar esintisi çalardı kulağına, söylerdi şarkısını ama sesini bile unutmuştu. 

 Suskunluk... Yaşadığı dünyanın salt özeti miydi sahiden? Duymayan kulaklar, görmeyen gözler, sesini kaybetmiş bir ağız, tutmayı bilmeyen eller ile yaşıyordu. Unutulduğu bir doğumdu onunkisi ve nerede yaşayacağını bilmezdi. Bir kısa şiir tutturmuştu zihni, duvarlarında yankı bulan, renklerinin solgunluğuna ışık harelerini bulaştıran, tüm gözlerden eksik yanını saklayan mısralar fısıldardı.  

 Parmak uçlarının ateşi yanaklarının çevresini ısıtırken içine çektiği nefesi sorgulardı. Tek yaptığı düşünmek olan kafasında neydi bu kadar ağırlaştıran? Bir yel saçlarını geniş alnına düşürdü. Bazen saç telleri yerine mızrakların çıkıp uzadığını düşünürdü. Yüzüne düştükçe alnını ve yanaklarını kanlar içinde bırakır sıcacık kanın akışını hissederdi. Ay ışığının altında o kanın kızıldan çok siyah göründüğü anı izlemek en sevdiği seyir olurdu. Böyleydi geceleri, gözleri kendini izlerken uykuya kapılıverirdi. 

 Günlerce yürüyerek ulaşılamazdı, herhangi bir vasıtayla yolunu bulamazdı. Dünyanın en uzak şehri yine kendisiydi. İçinde taşırdı koca bir şehri, kaldırımlarının taşlarının renklerini boyardı elleriyle, arabaların gürültüsünü işitirdi. Bir evin penceresinde bekleyen hasretini görürdü. Kaybolduğu sokaklarda arardı izleri ama bilmediği bir caddenin çıkmaz sokağına dönerdi ayakları ve öylece yürürdü. İçinde bir haritaya bile sığdıramadığı dünyasını taşırdı. Yollarını çizdiği, evlerin tuğlarını kendi elleriyle dizdiği, bahçelerine hep solan çiçeklerini ektiği, lambalarını hep kendinin yakıp söndürdüğü, hasretini bir sokaktaki eve hapsettiği ve adresini hiçbir zaman hatırlayamadığı bir dünyası vardı. Eksik neydi, yanlışı neredeydi, nereye gizlemişti sırrını bilmezdi. Ay ışığının altında şimali bulmaya çalışan bir kaptan misali gözleri semayı izler, karış karış araştırırdı. Nerede kaybetmişti yolunu? 

 Salının sallanışı ona anasının beşiğini anımsatırdı. Gözlerine hücum eden yaşları bütün ciddiyetiyle inkar eder, en derinlerine gömerdi. Bilmediği uçsuz bucaksız bir denizde yol alırdı. Bir deniz fenerinin ışığını ufukta görür gibi olur, arkasına alırdı, tezatına çekerdi küreklerini. 

 Yediği içtiği yoktu, kemikleri gömleğinin altından sayılır olana kadar açlığını sürdürürdü. Halsizlik onun ayrılmaz bir parçasıydı. Yorgun düştüğünü anladığında bir tomruğa çöker sessizce beklerdi. Denizin ekşi ve nahoş kokusunu üzerinde alır, derin bir nefes daha çekerdi. Parmaklarını dizlerine bastırır yavaşça doğrulurdu. Bilmediği dünyasından çıkar, bilmek istemediği dünyaya doğru yola düşerdi. 




<...devam edecek...>

Drina Köprüsü - Ivo Andrić

Özlem


 Drina Köprüsü, Ivo Andrić'in Sokollu Mehmed Paşa'nın Vişegrad'da yaptırdığı köprü ve çevresindeki yaşamlar üzerine yazdığı romanıdır. Kitap Temmuz 1942 - Aralık 1943 tarihleri arasında Belgrad'da yazılmış ve ilk defa 1945'te yayımlanmıştır.

 Bir köprü üzerinden Vişegrad kasabasını, bu coğrafyadaki farklı toplulukların çok kültürlü yaşamını, orada yaşayışlarını anlatan bir eser okuyoruz. Kitabın öznesi olan Drina Köprüsü, salgın hastalık, intihar, savaş, direniş, aşk gibi pek çok olaya tanık oluyoruz. Kitapta yer alan tarihsel olayların bir kısmı gerçek ve kronolojik olarak da tarihle örtüşüyor. Bu anlamda kitap “belgesel roman” niteliğinde diyebiliriz.

 Edebi olarak da anlatımı ve tasvirleri detaylı ve sizi sıkmadan yöreyi, yöre halkını, olayları betimliyor ve anlatıyor. Sade anlatımı ve yer yer verdiği nazımlar ile de edebi zevkinizi tatmin ediyor. Peki bu köprü neden bu kadar önemli? Bu köprü batı ile doğuyu birleştiriyor. Köprünün bir tarafında Müslümanlar, bir tarafında Hristiyanlar dostça yaşıyorlar. Osmanlı döneminde birçok kıtada olduğu gibi burada da insanlar dini-ırkı farketmeksizin bir arada yaşadığını görüyoruz. Vişegrad kasabasını, bu coğrafyadaki farklı toplulukların çok kültürlü yaşamını, orada yaşayışlarını dinliyoruz. Bir köprünün etrafında dönen tarihin tanığı oluyoruz. 

 Roman 24 ayrı bölümden oluşuyor. İlk bölümlerde köprünün yapım aşamasını görüyoruz. Bu tarihlerde bölgedeki siyasi durum hakkında bilgi okuyoruz. Vişegrad o dönem Osmanlı yönetimi altında, köprü Sokollu Mehmet Paşa tarafından yaptırılıyor. Vişegrad'a yakın bir yerden alıp getirilen ve en ünlü devşirmelerden olan Sokollu Mehmet Paşa üzerinden devşirme sistemini öğreniyor ve kısmen de Ivo Andrić'in eleştirisini okuyoruz. 

 Kitabın orta kısımlarında, Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkanlar’daki gücünü ve etkisini kaybedişinin bölge halkı üzerindeki etkilerini okuyoruz. Köprüde kurulan geçici karakolları ve onların işleyişini izliyoruz. Tahtaların eskiyip yıkılıp dökülmelerini köy halkı ile birlikte tanığı oluyoruz. 

 Kitabın son bölümlerinde Avusturya - Macaristan dönemini, bu dönemin kasaba sakinlerinin hayatlarına etkisini ve köprünün başına gelenleri, halkın yaşadığı zorlukları okuyoruz.

 Kitaba adını veren Drina Köprüsü, salgın hastalık, intihar, savaş, direniş, aşk gibi pek çok olaya tanık oluyor. Köprünün inşa süreci, bu süreçte yaşanan sıkıntılar, sabotajlar, köprü ile birlikte yaptırılan kervansaray, yaşanan sel felaketleri, kolera salgını, Sırp İsyanı, Avusturya’nın Bosna’yı işgali, bölgeye demir yolunun gelişi, ekonomide yaşanan dalgalanmalar, Sırbistan’da yaşanan taht değişikliği (1903) ve yine aynı dönemlere rastlayan Türkiye’deki rejim değişikliği (1908) ve son olarak Trablusgarp Savaşı (1911-1912), Balkan Savaşları (1912-1913) ve I. Dünya Savaşı (1914) ile yaşananlar romanın temel konularını oluşturuyor. Bu olaylar yaklaşık 350 yıllık bir süreçte gerçekleşirken köprünün bu olaylara tanık oluşunu okuyoruz.

 1961 Nobel Edebiyat Ödülü Komitesi “Ivo Andrić izini sürdüğü temaları ve ülkesinin tarihinden seçtiği insan yazgılarını, güçlü ve destansı bir dille anlatmıştır.” açıklamasıyla Ivo Andrić’i Drina Köprüsü kitabından dolayı Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görmüş. 

 Tarihsel öğelerle dolu bir kitabı okurken sıkılabilirim diyerek başladığım bu yolculuk beni her sayfasında daha fazla merak ile karşıladı. Sayfaları ardı ardına okuduğum, yer yer sinir olduğum, yer yer hüzünlendiğim, yer yer güldüğüm bir eser oldu. Tarihi bu şekilde okuyup tanık olduğum eserleri daha çok sevdiğimi söylemeliyim. Nobel Komitesinin çok yerinde bir karar ile bu kitabı daha fazla kitleye duyurma imkanı sunması beni çok sevindirdi. 

"Dünyanın bir tarafında bir yerde, bir piyango çekiliyor, savaş yapılıyor ve hepimizin alın yazısı da böylece uzaklarda belirleniyordu." 

Özlem Ekici, Personal Blogger Templates | Blog aa

Levla'nın Not Defteri - Kişisel Blog | Bütün Hakları Saklıdır | Copyright © | 2016 - 2025