Yazılarım E-postana gelsin.

Yaz E-Postanı!

24 Ocak 2020 Cuma

Ofelya - Arthur Rimbaud

Özlem Ekici


Yıldızların uyuduğu, sessiz, kara
Dalgalarda Ofelya iri bir zambak,
Yüzüyor duvaklı, uzanmış sulara...
-Avcı borularının ezgisinde bak.

Bin yıl geçti, Ofelya yine üzgün,
Uzun sularda kefen gibi akıyor.
Bin yıldır, gündüz gece, deli gönlünün
Hüznünü meltem yellerine döküyor.

Açıp sularda salınan tüllerini
Beyaz göğüslerini öpüyor rüzgar,
Söğütler eğmiş omzuna dallarını
Ağlıyor. Uykulu alnında kamışlar.

Yöresinde üzgün nilüferler bazan
Dağıtıyor Ofelya kızılağacın uykusunu,
Bir kanat vuruşuyla dallar yuvadan
-Salıyor yıldızların altın şarkısını.

Sen ey solgun Ofelya, kar gibi güzel! 
Sulara gelin oldun ergen çağlarda! 
-Çünkü Norveç doruklarında esen yel
Acı özgürlüğün tadını öğretti sana:

Savuran bir soluk gür perçemlerini
Büyüyordu düşlerinin akışında; 
Dinliyordun doğanın ezgilerini
Ağacın, gecelerin yakınışında;

Çünkü boğuk sesi çılgın denizlerin
O tatlı, çocuk göğsüne vuruyordu; 
Bir nisan sabahı, yorgun bir atlı senin
Dizlerinde sessizce oturuyordu!

Gök! Aşk! Özgürlük! Bu nasıl düş Deli Kız! 
Güneş vuran kar gibi eriyip gittin; 
Konuşma, sus! Seviyi bizlere dilsiz
O mavi gözlerinle çoktan öğrettin!

-Ve diyor ki Ozan: Aydın gecelerde
Ofelyam çiçekler devşiriyorsun; 
Hep böyle yüz, ak gelinliğinle suda
Dalgalar beşiğini sallayıp dursun.

Arthur Rimbaud


6 Ocak 2020 Pazartesi

Tuhaf Döngüsel Bir Atalet

Özlem Ekici

   Uzun süredir her şeyden elimi çektim, amaçsızca dolaşıyorum ortalıkta. Eski heveslerim de tükendi son birkaç ayda. Yazmaya da yanaşmıyorum garip bir şekilde. Okumak derseniz bilim dergileri ve günlük haberler dışında hiçbir şey ilgimi çekmiyor. Bir kitaba başlıyorum, odaklanıyorum ama en fazla beş dakika sürüyor bu. Daha sonra müzik dinleyeyim diyerek elim tabletime uzanıyor, o da bir süre sonra boğuyor beni. Telefonum yok yaklaşık bir aydır ve bunun rahatlığına alıştım. İnsanlardan uzak, yapmacıklıktan uzak, hayatım öyle berrak ki... Elbet bunun da eksi yönleri var, fotoğraf çekemiyorum. Ve yeni yeni fark ettim ki, bu enerjimi düşürüyor. Gözümüzün önünde öyle güzel kareler yakalayabileceğim sayısız an oluyor lakin elde olmayan sebeplerle bunu sadece ben görebiliyorum. Bu tatsız meseleyi uzatıp olmayan tadımı daha fazla kaçırmak istemeyerek bu yazıda da daldan dala atlayarak anlatayım, bakalım sıradaki dalda neler varmış.

  Okuldayım, Ankara'dayım. Ankara beni gittikçe içine alıyor, sanki başka bir şehirde nefes alamayacakmış gibi hissediyorum. Şiir yazdırıyor hala bana ama artık eskisi gibi değil dizelerim, içten içe sönmüş bir isyan ama çırpınıyor umarsızca. O yüzden olsa gerek yazdığımla yaktığım bir oluyor şiirleri. Şiir yakıyorum bu sıralar, evet. Kendime şaşırıyorum ama hayatın sizi nereye nasıl getireceği gerçekten hiç belli olmuyor. Denemelere girişiyorum sağlı sollu, uzun uzadıya. Tükenmişliğimden başlıyorum, varlığımdan şüpheyle bitiriyorum. Sonuç tabi ki hüsran ve onlar da raflardaki yığınların arasında yerini alıp unutuluyor. Depresifliğin hiç kaybolmamış diyenler oluyor sık sık, sonra dağınıklığımı görüp neler oluyor diye geri geliyorlar. Ben ki depresyonda dahi alfabetik kitap sıramı bozmam, artık öylece bırakıyorum kitapları, kağıtları. Günlüğüm var hala, arada bir dolduruyorum sayfalarını. O da pek iç açıcı gelmiyor ama en azından ileride okurken "Lan, ben ne güzel kafadaymışım be!" diyebilirim. 

  Uykuya gelecek olursak, gece gündüze rest çekiyor ve kazanan tabi ki uyku olmuyor. Üç dört saatlik uykular da artık yerini uykusuzluğa ve saçma rüyalara bırakıyor. Her şey tuhaf bir döngüde ve bir şey kalkıp yok oluyor, yerine daha gereksiz bir şey mesken tutuyor. Gittikçe daha da gereksiz oluyor. Gereksizlikler, gereksiz gereksizlikler, gereksiz gereksizliklerin gereksizlikleri... Sanırım bunu da garip bir döngüye dönüştürebilirim. Saçmalıyor da olabilirim ki bu oldukça mümkün, zira uykusuzluğumun 45.saatini yarım saat evvel doldurmuş olmalıyım. 

  Diziler izliyorum, önüme gelen filme girişiyorum. Ne sahneler, ne senaryolar, ne oyunculuklar görüyor gözlerim şaşıyorum. Repliklerin çeşitliliği ise eş anlamlılık kapasitelerini zorluyor. Öyle ya da böyle onlar da tekrarlardan ve gereksiz döngülerden ibaret geliyor gittikçe. Lakin insan bu döngülere karşı garip bir çıkmazda, girmek için tereddütte kaldığı yetmezmiş gibi girdiğinde çıkmak için daha çok tereddütlerde kalıyor. Ya da tereddütlerin bağımlısı bir yapımız mı var acaba? 

  Karşımdaki duvarın fazla beyaz olduğuna karar kıldığım bir saatte bunları yazmış olmamın sebebini henüz kestiremedim ama bu duvar hala çok beyaz! Renkli post-itlerle donatmak varken neden harfleri birbirine uydurup yüklemleri işe koydurduğumu anlamak isterdim ama bunun için öncelikle buranın yüklemini bırakıp kaçmalıyım. Cümleler birbirini kovalamış sanırım, çünkü oldukça yazmışım. Duvara renkli bir şeyler asmalıyım. Büyük bir pencerem var, dışarıdan ışık vurduğu için mi bu kadar beyaz geliyor acaba. Birkaç fotoğraf olacaktı yanımda, boş post-itlerden daha iyi durur sanırım. 

  Dışarı çıkıp griliği izleyebilirim, kar tanelerinin neden bu şekilde düştüğünü saatlerce düşünebilirim. Neden hala duvarla uğraşıyorum veya neden amansızca kelimeleri birbiri ardına bırakıyorum buraya? Bir yerden başlamak gerekiyor her zaman, yazıp atmalar veya yakmalar döngülere ihanet etmiyor. Gereksiz dediğimiz eylemlerin içinde birkaç hoş gelebilen detaylar gizlenebiliyor. Halbuki daldan dala atlayıp cümleleri geldiği gibi öylece yazınca da kendi içlerinde bir ahenk olduğunu görüyorsunuz.

 Bu kadar daldan dala konmalar bitse de şu duvara bir şeyler yapsam artık dediğim ana gelmiş bulunmaktayım. Böylesine gereksiz döngülerin gittikçe tuhaf olduğunu düşünüyorum. Gittikçe daha da tuhaflaşan gereksiz döngülere armağan ediyoruz bu kırık dökük toplama cümleleri. Perdeyi çektim ve hala bu duvar çok beyaz!







4 Ocak 2020 Cumartesi

Bir Deli ve Kelebek

Özlem Ekici

  Her şeyi açıklayabilirim, müsaade edin. Yaşananların hepsinden sadece ben sorumlu değilim. Tesadüfen de orada olmuş olabilirim. Henüz gerçekleşmemiş olanlar için de bunu söylemek istiyorum. Herkesten müsaade isteyip ‘ben tesadüfen buradayım’ demeyi istiyorum. Beni görmeyin, baştan saymaya başlayınca beni atlayın, bir tane eksik sayın beni. Bazen sabah uyandığımda gözlerim acıyor. Yatakta sağımdaysam soluma, solumdaysam sağıma dönüyorum. Öyle uzak şeylerden söz ederek keyif kaçırmak istemiyorum fakat cümle kurgulamayı seviyorum. Bazısı gerçek, bazısı alıntı cümleler yığını.

  Bir kelebek girdi odaya! Karışık ve düzensiz uçarak önümüzden geçti. Ani hareketleri heyecan yarattı aramızda! Dördüncü kattaki bu hastane odasında, tüm delilerin içinde bir ışık oldu. İçimizden “Dışarıda hala nefes alınabilen bir yer var.” Diye düşündük hep bir ağızdan. Bir tanesi sadece susarak baktı. Kelebeği inceledi. Kafasıyla onun ani dönüşlerini taklit etti. Beyni bulanmış olacak ki durdu ve elleriyle kafasını tuttu.

  Ben deliyi izlerken kelebek önümden geçti! Acaba kelebeklerin de düşüncelerinde “Ben farksızım, aynıyım.” Diye bir olgu var mı? Çünkü çok sıradan kahverengi bir kelebekti.

  Önümde duran bir masa var. Üstünde ziyarete gelirken getirdikleri çiçekler var. Bakıcılar onu bir vazoya koymayı unuttukları için ben hunime yerleştirdim. Bir başkası da devamlı su koymaya çalıştı. Huninin deliğini görmek istemiyor sanırım. Su koyarken bazen ağlıyor: “Ölmesinler! Ölmesinler!”

  Kelebek o çiçeklere kondu. Çiçekler iki günlük ama hala biraz koku yayabiliyorlar. Sanırım kelebeği çeken de o azıcık kokuydu. Kelebeğe dik dik bakarken ağzının hareket ettiğini gördüm. Küçüktü ama görüyordum işte!

“Susun!” diye bağırdım. Diğerleri bana baktı ve sustular.
“Kelebek konuşuyor.” Dedim. Bir tanesi öyle bir çığlık attı ki bir diğeri korkup odanın köşesine oturdu.
“Bize bir şey demek istiyor.” Dedim. Sustular o zaman. Bir deliye sana bir şey diyeceğim dedin mi susardı, kendimden biliyorum.
“Gördün mü?” dedi kelebek. Neyi görmem gerektiğini bilmiyordum. Bir an paniğe kapıldım. Göremediğim bir şey mi vardı?
“Neyi?”
“Etrafına bakmaz mısın sen hiç?”
“Bakıyorum da hep deli var burada.”
“Sen nesin peki?”
“Ben akıllıyım! Onlardan farklıyım ben!”
“Ben de farklıyım ama sadece kahverengiyim.”
“Nasıl biliyorsun ne düşündüğümü?”
“Sen söyledin ya az önce, göremiyorsun işte bu yüzden. Kendini kendine kapatıp gördüklerini bile değiştiriyorsun. Görmek bakmak değil biliyorsun!”
“Senden daha çok şey bildiğime eminim kelebek!”
“Savaşın sona erince yine geleceğim deli! O zaman bana gördüklerini anlatırsın.”
  Diğerleri şaşkın şaşkın bakarken kelebek tekrar uçtu. Önce odayı gezdi. Herkesin kafasında bir tur attı ve girdiği pencereden çıktı. Birkaç deli peşinden gitmek isterken önce birbirlerine sonra pencerenin demirlerine çarptılar.

****

“Peki sence neden kelebek seninle konuştu?”
“Çünkü sadece ben duyabilirdim onu.” 
“Peki senin bir odada yalnız ve penceresiz kaldığını biliyor muydu?” Kısa bir sessizlik ve ardından:
“Hastayı odasına götürebilirsiniz.”

*********************************


Açıklama: Bu yazım daha önce bir dergide yayımlanmıştır. Ben sizlerle de paylaşmak istediğim için blogumda yayınlıyorum. Düşüncelerinizi ve görüşlerinizi paylaşırsanız sevinirim. 

3 Ocak 2020 Cuma

Kimseden Bir İşaret Gelmeyecek Ataleti

Özlem Ekici


Her şeyin tükendiğini gördüm. Işıkların, seslerin, sigaraların ve hatırlanması güç anların her birini görüp, geçtim. Herkes kadar bekledim de. Kiminle bunu konuşmaya çalışsam biliyor. Beklemenin ne demek olduğunu biliyoruz artık. Beklemek yadırganmıyor hiçbir dilde. (Burada otobüs çiçekçi durağında durdu. Beyaz saçlı, keten pantolonlu bir adam indi. Sadece onun indiği bir durakta bekledik. Yağmur yağıyor. Otobüsler isli bir mekanizmaya dönüştü. Kış geldi Ali. Ali, nasılsın? Son gördüğümde uyuyordun. Sen çok güzel uyursun. Artık bunu biliyorum. Dans ettik seninle hatırlıyor musun? Tuhaf yüzlü bir perde asılıydı odanın birinde; bakıp bakıp inceliğimizi yontardık. Artık düğmeler koptu Ali. Bunu şu yağmurlar kadar biliyorum. Sen de biliyorsun. Tam olarak şöyle: “Söyleneceklerimi tedirgin bir akşamın içinde bırakıp dönüyorum.”

Günlerin anlamını karşılamadığını gördüm. Çabuk, özensiz ve geçimsiz günlerin çoğu böyle şekillenir ve biter. Hayat, konuşmasını bilenlerle bunun güçlüğünü yaşayanlar arasında devinip duran büyük bir sessizlikten ibaret. Delirmek üzere olduğunuz bütün anların sonunda ölçüsü olmayan bir boşluğun içinde bulursunuz kendinizi. Kayıtsızlık diyorum ben ona. Ne de olsa herkes kendi boşluğunun ölçüsüzlüğünde yaşamaya devam ediyor. Ben de sekmeyen, oldukça sabit bir durağanlığın içinde günlerin kendi kendine tükenip yok olduğu bir düzenin içinde yaşayarak devam ediyorum. Günler aynı, saatler bile aynı durağanlığın içinde kendine işliyor. Önemimi kaybettim. İşler aksayarak, çoğu günler yarım kalarak başka günlere ekleniyor. Hayret edilecek bir tarafı kalmadı yaşayışımın. Gerçek büyüdükçe önlem azalıyor. Yaşamak böyledir çünkü. Bazen durup durup şöyle söylüyorum: “Sanki hiç kimselerin kullanmadığı bir gün kalmış bana.”

Bazı günler kendiliğinden bitmiyor, düşünüyorum. İçinde yaşadığı, bunun uğraşısı içinde olduğu bir kenti anlayamıyor insan. Ankara da böyle bir açmaz. Kargaşası her an süren ve bunun dinmesi ihtimali olmayan çoğul bir sesler yumağı. Kendini yaşayanlarıyla karıştırmayan, herkese başka uğraşılar ve kaygılar veren bu kentte yaşamak da en az buradan kaçıp kurtulmak kadar güç. Her an bir şeyler olacakmış hissiyle telaş içinde bir yerlere kendini yerleştirmenin türkçesi burası. Kendinizi burada koyacak yer bulamazsınız. Bulduğunuzu zannettiğiniz az sessizlik başkasının iç sıkıntısıdır. Nem ve ıslak birliktedir burada. Kaygı ve korku birliktedir. Sevindiğinizi zannettiğiniz anların sonunda bedeli ödemeye hazır olacağınız bir başka sonuç bekler sizi. Ki, bunu bilir ve anlarsınız. Kızıp kenara koyup duramazsınız. Sevip bir yer açamazsınız kaburganızda. İstesek de kaçsak da biliriz bunu. Bu kopuk ve tuhaf kent sizi kendine bağlar izler. Yaşayan bir kent olması buradan gelir. Burası bunu bilir ve söyler bize. Şartlar ne ölçüde değişirse değişsin bildiğini okur burası. Duygularınızın, ölçünüzün ve şartlarınız hiçbir geçerliliği olmayacaktır burada.

Bugün yine burada, bir karmaşanın tam ortasında bir cümle duydum: “Lütfen yaşamaya devam edin, hoşça kalın.” Her şey değişiyor. Ölümler bile değişiyor. Yaşamak kendi başına kaldığı ölçüde bizi var etmeyi sürdürüyor. Kararlığımız değişmiyor. Buna yönelik yaşıyor ve sürdürüyoruz. Yaşamak böyledir çünkü. Gerçek büyüdükçe önlem azalıyor. Delirdiğimiz günlerimiz bile oldu. Günler ancak böyle bitebilirdi. Eğer çarenizin olmadığına dair kuşku taşırsanız bunu yaparsınız. Delirirsiniz. Biliyorum çılgınca fakat bundan sakınamazsınız. Şunu biliyorum artık: “Kimseden bir işaret gelmeyecek.”


Özlem Ekici, Personal Blogger Templates | Blog aa

Levla'nın Not Defteri - Kişisel Blog | Bütün Hakları Saklıdır | Copyright © | 2016 - 2023