Yazılarım E-postana gelsin.

Yaz E-Postanı!

29 Eylül 2021 Çarşamba

Jurnal #22 : Tahayyül Boşluğu

Özlem Ekici

  Beni orada bekleyen hayatın kıyısında bekliyorum. Hiç olmadığı kadar yaşamaya hevesliyim. Harekete geçmek için beklediğim bir şey de yok aslında. Sadece beklemeyi sever ya bazı insanlar, yalnızca onlardan biriyim. Olup biten her şeyin belki de zamanlaması kötüydü. Ben ne bekleyebildim, ne de bitirebildim. Belki ikisini de becerebilecek bir yaşta değildim. Yine boş sayfalarımı dolduruyorum, anıları saklıyorum. Her şey bir gün bitecek Levla demeyi askıya aldım. Hatta üzerini karalıyorum gördüğüm yerde. Yaşamak istiyorum, dolu dolu söylüyorum bu iki kelimeyi; yaşamayı bir ağız dolusu istiyorum.

 Yaşamaya başladığımızda ölmeye de başlarız demiş Simone de Beauvoir; sanırım bunun zamanı geldi. Öfkemi arzuya dönüştürüyorum. Ruhumla yaşam arasında bir dansa şahit olacağız. Umarım adımlarına adımlarımı uydurabilirim.

 Bir anın içine her şey sığar. Bir anın içine sığan her şeyi algılayamayız. Öyle anlar oluyor ki hiçbir şey algılanamıyor. Çiçekler gittiği zaman geriye özleri kalıyor. Düşüncelerimin içinde dolanıyorum. Bir kapıyı açıp ötekini kapatır gibi. Önceki benlere uzaktan bakıyorum, yine aynı noktadan geçmeye çalışmadan.
Şimdilik böyle ama olması gereken bu değil. Beş dakika önce konuştuğumuz şeyi unutmayacak kadar önemsemek gerek. Katılaşalım; sonra eriyecek her şey.
Mesela eski hevesler bir süredir yok. Heveslenmeme sebep olan örnekleri kendimce taklit etmiş olacağım bahanesiyle kendimi durdurduğum oldu.

 Bugün yaşamanın ilk günü denebilir. Yoksun hissetmiyorum. Normal de hissetmiyorum. Çünkü normalim o olmuştu artık ama iyi oluyor. Daha ilk günden kendi insanlığıma dair unuttuğum minik ayrıntıları hatırlar gibi oldum. Neydi onlar Levla, şimdi unuttum. İçtiğim sudan bile bir miktar zihnimin bulandığını hissediyorum. Bu içen ben miyim yine? Boş koridorlarımda yürüyen sen misin Levla? Tekrar eski halime dönmeden önce tarafımdan çıkarılması gereken bir ders var.Belki artık biriktire biriktire giderim. Hiç olacak gibi durmasa da(!). Düşünsene, hafta içi okuldan eve gelmişim, yerinde duruyor, ben ona bakıyorum o bana bakıyor. Zaten tüm olumsuzluklardan kaçmak için çok konforlu bir alan yaratması problem. Beni gün içinde yaşanan şeylere karşı daha dayanıksız, daha çabuk sinirlenir yapıyor. Sanırım böyle, çok da emin olamıyoruz. Aslında bir şeyler netleşmişti bugün kafamda. Gelip de bu yazının başına oturunca hepsi uçtu gitti. Yine aynı hikaye; birden yükselen duygular, ve onları yakalayamamak. Yok, bu kez içmiyorum Levla. Bu daha ilk gün, ondan. İyi de bundan bize ne olması da cabası.

 Bazen geriye yalnızca eskiden yapılmış olanlar kalıyor. O zaman anlıyorum ki hiçbir derdim yok. Öyle olmuyor gerçi ama bir anlığına da olsa bunu düşünmek ruhumun sızısını dindiriyor. Kafamın içinde, beynimin sol iç tarafında ufak bir ağrı var. En çok orası kasılıyor demek ki, nefret bölgesi gibi. Belki tümüyle değil de, kısmen. Bir kısmı da belki öfkemdir. Şimdilik bu kısım durmuş da olabilir. SWakin durmam iyi bir şey mi? Herkes önce kendini anlatmak ister, önce onları dinleyip sonra diyeceğimi diyorum. Bunda yanlış bir şey yok. Bir eksiklik, olumsuzluk söylenene kadar yoktur mu demeli.

" unuttuğumuz yerde gece serinliği, kıyılara vurup patlayan dalgada
 egenin sıcak kumunda kuruyup sararmış çalıların arasında dolaştı ruhu
 sessizliğim kendini unutmuş, denizde gülüşünü sevmeyi istedim "

 Kontrollü olmama rağmen bazen sürüklendiğim yerden durup geriye atılıyorum. İşte o zaman olanları anlamlandırmaya gayret ediyorum. Çoğunlukla kendi gibi bırakmaktan yanayım. Öyle içi boş bir boru gibi tınlıyorum yalnızca.

" yineledik geceyi,
 üçte ikisi yedi nesil kedilerin sesi gibi
 inim inim inledi tanrı "


 Yine bir ton saçmalamışız. Sımsıkı tutunacak kaç nefeslik halatımız kaldı Levla? İyice say, biz daha tutunamadan bitecek mi? Dansımızı seyredelim.


23 Eylül 2021 Perşembe

Metaforlar Diyarında Kafka

Özlem Ekici


 Kısa bir süre önce okuduğum ve ikinci kez Haruki Murakami ile tanıştığım bir kitaptan bahsetmeye geldim: Sahilde Kafka.

 Öncelikle kitabın konusundan bahsetmek istiyorum. 15 yaşına giren Kafka Tamura ismindeki bir gencin kendi ayakları üzerinde durmak için (kesinlikle sözde kaldığını belirtmek isterim) evden kaçmasıyla başlıyor garip olaylar zinciri. Kitap boyunca bu gencin kendini arayışını, gerek cinsel kimliği gerek kendinin kim olduğu ve de ailesinin geri kalan üyelerini aramasıyla devam ediyor.
 Murakami'den okuduğum ikinci kitapla birlikte artık Murakami okumayacağımı kesinleştirmiş bulunuyorum. Bunun nedenleri üzerinde durup aslında gerçekten okumayınca bir şey kaybetmediğimizi anlamanıza katkıda bulunmak için bu incelemeyi yazmayı seçtim.

 Öncelikle tabi ki kitapta ilk dikkatimi çeken dil-üslup ve teknik kullanımlarına değineceğim. Murakami, kitap boyunca sade dil kullanımından asla ödün vermiyor, o kadar sade bir dil ki sanki günlük yaşamdan birebir aktarım yapılmış. Sade olduğu kadar da akıcı bir dili var. Buna tempoyu üstlerde tutmasının verdiği katkı büyük elbette. İşin teknik kısmına gelirsek kesinlikle Murakami dersine iyi çalışmış diyebilirim. Yani ne demek istiyorum, kitap boyunca bazı yerlerde temponun düşmeye başladığını göreceksiniz. Tempoyu yükseltmek için ise Murakami bize klasik diyebileceğimiz edebiyat öğelerini öne sürüyor. Örnek vermek gerekirse tempo mu düştü hadi zaman üzerine edebiyat yapalım, oh dur şurada tempo düşer gibi oldu hadi hemen savaş edebiyatı yapalım. Yani ciddi anlamda bir emek var, yazarlık konusunda gerçekten iyi çalışılmış bir kitap var karşımızda(!).

 Bir diğer hususa gelelim, büyülü gerçekçilik akımı. Bu akıma hitap ettiğini duyduğumuz ve de bildiğimiz bir yazarın bu akımla ne yaptığını daha doğrusu ne yapmaya çalıştığını inceleyelim. Büyülü gerçekçilik akımı, sıradışı olanın sıradanlaştırılması ya da sıradışı olanların sıradanlıklar içerisinde verilmesidir diyebiliriz. Bir nevi soyut olan hayal dünyamızı somut olan gerçek dünya içerisinde gerçekleşmiş gibi gösterilmesidir. Tekniği anladığımıza göre kitapta bunu gerçekten iyi kullandığını söyleyebilirim. Yani size metaforlarla örülü bir dünya verirken gerçek dünyaya da dokunmadan bunları harmanlayıp veriyor. Metafor kısmına girdiğimizde ise işler rayından oldukça çıkmış. Metaforlar ve onların sebebi olan diğer metaforlar derken bazı öğelerin neden geldiğini veya ne işe yaradığını çözemiyoruz. Okur olarak "Yahu bu ne işe yarıyor şimdi?" sorusunu sık sık sordum. Bazı yerlerde buna cevap da verilmiş tabi, yani öyle cevapsız bırakmıyor bizi lakin cevabın kendisi de metafor olarak verilince bu işin içinden çıkmak imkansızlaşmış. Bir nevi metafora metafor doğurtmuş diyebiliriz. Oysa ki büyülü gerçekçilik içerisinde kullanılan metafor hakkındaki bilgi okuyucuya apaçık verilmeden sezdirilir. Bu kısmı Murakami atlamış sanırım. Hatta öyle ki kitap sonunda birçok metafor neden var veya ne işe yaradı bilmeden sona varıyoruz.

 Yer yer kullandığı bilinç akışı tekniğinde ise Murakami bana göre olayı yanlış anlamış. Bilinç akışında karakterin düşünmesi öylece aktarılır, yani sıralı olmadan rastgele bir şekilde. Zihnimizden düşüncelerimizin vakumlanarak ortaya çıktığını, süzgeçlerden geçmemiş halini düşünün. İşte bu şekilde yazıya aktarılır. Murakami'de ise bu kısımlar oldukça acemice yapılıyor, hatta bazı yerlerde buna ne gerek vardı diyebiliyoruz. Beni en çok rahatsız eden kısmı da cümle ve kelime tekrarları ile bunu yapmaya çalışmasıydı.

 Teknik olarak sayılır mı bilmem ama Murakami'nin kendiyle çeliştiği bir kitap yazması beni şaşırttı ki dersine bu kadar iyi çalışmışken. Kitapta Çehov'dan ünlü bir alıntı olan "Eğer öyküde bir tabanca geçiyorsa, sonunda mutlaka patlaması gerekir" sözü kullanılıyor. Şimdi kitaba şöyle bir baktığımızda ise "Eh, o zaman arkadaşım silah patlamadı ama kitap bitti" diyoruz. Ne aklımızdaki soruların yanıtını bulduk sonunda ne de Kafka yapacağım dediği şeyi yaptı. "Ben bir şey anlamadım bu işten" diyerek kapattım arka kapağını.

 İşin tekniğini bir kenara bırakıp kurguya dönersek ilk gözüme çarpan yine çarpık ilişkilerdi. Bundan önce okuduğum kitabında da kadın ve erkek ilişkisi konusunda okuduklarımdan rahatsız olup uzun bir süre okumamaya karar vermiştim. Bu kitaptan sonra bunun beni neden rahatsız ettiğini daha iyi anladım. Okuduğum bu iki kitap boyunca tabiri caizse kadınlar (nasıl bir cinsel açlık çekiyorlarsa artık) erkeklerin üzerine atlıyorlar. Yani bunu yapıp gözümüze sokmaktaki amacını tam çözemesem de bir kadın olarak bu düşünce beni Murakami'den soğutmaya yetti. Bir diğer mesele de ensest-tecavüz benzeri ilişkilerin olağan şeylermiş gibi bize okutulması.

--Spoiler--

 Kafka'nın ailesinden olması muhtemel olan veya kitap boyunca öyle hissettirilen annesi olarak gördüğü, yaşça kendinden büyük olan Saeki Hanım ile olan birlikteliği ve daha sonra yine ablası gibi gördüğü Sakura'ya tecavüzü.

--Spoiler Son--


Şimdi kısaca bir bakalım.
-Kitap akıcı mı?
-Evet, kendini bir şekilde okutuyor.
-Ahlaki boyutu insanı bezdirecek derecede mi?
-Kesinlikle evet. Bende mide bulantısı etkisi yarattı.
-Tekniği geçtim, kurgu nasıldı?
-Ya ben bu işten hiçbir halt anlamadım.
-Giriş taşı neydi arkadaşım?
-Hala bilmiyorum.

 Elimden geldiğince size anlatmaya ve kendimce eleştirmeye çalıştım. Tüm bunların doğrultusunda kitap okumaya değer mi derseniz, yanıtım okunabilir tabi. Okumazsanız bir şey kaybeder misiniz derseniz de kesinlikle hayır. Buraya kadar okuduğunuz için teşekkür ederim. Yorumlarda buluşmak dileğiyle,
İyi okumalar. 

Bu incelemeyi 1000kitap.com üzerinden okumak isterseniz
Çektiğim fotoğraflara da göz atmak isterseniz buradan

28 Ağustos 2021 Cumartesi

Jurnal #21 : Muhtelif Düşler Diyarı - 1

Özlem Ekici

Denizli'de penceremden bir günbatımı
 Yollar bir süredir gitmiyor, kendi içimdeki yolda sürekli aynı semtte dönüp duruyorum. Birkaç kez dinlenmek için durdum fakat dinlenmek bu acılara çare olmuyor. Unutmak en iyi çare gibi olsa da geçici bir çözümden başka bir şey değil. 

 Geçmişe dönük varsayımlarla gerçeğin değişmeyeceği ya da geçmişin kurcalanması gerektiği, geçmişin geleceği yarattığı; geleceğin aslında olmadığını söylemek gerek. Her şey, şimdi yapılanların bir sonucu gibi. Şu an yaşananlara değer verebilmek için bir şeyleri sevmek gerek. Acaba gerçekten sevebiliyor muyum? Sevmeyi öğreniyorum belki.

  Bazen kendi yaptıklarıma şaşırıyorum. Kendime sınırlar çizmek ve çoğu koşulda bir robot gibi davranmak... Daha çok yoluma gitmek, işimi yapmak istiyorum ya da şaka yapmak, hatır sormak, günaydın demek falan. Sosyal yaşantıdaki drama önemsiz, ikili ilişkiler yorucu... Sevimsiz bir kaplumbağa gibiyim.  

 Yıldızlara, ağaç tepelerinin karanlığına, ayın nar gibi kızarık durduğu gökyüzüne bakıyorum. Yer yer aklıma geliyor; biraz düşünüyorum, geçiyor.Başka başka şeyler olması, başka başka şeyler olmamız sebep oluyor hepsine. Senle benim, benle onun; bizim farklarımızın birlikteliği... Yalnızca hatırlanmakta olanları sevmekten başka yapılacak bir şey yok. Havaya karışan kokularını sevmekten başka, incilerin yüzdüğü yağmurda sessizce bakıp güldüğün geçmişi sevmek, orada şimdi olmayan koku ile gülümsemeyi...

 Kendimizi güvende hissetmek için insanlarla aramıza duvarlar koymaya alışkınız. Keşke kim için bu duvarların kaldırılması gerektiğini önceden görebilsek. Kime güvenmek, kimin peşinden gitmek, kimi bırakmamak gerektiğini ölçüp tartamıyorum. Bunun üzerine düşünmemiştim bile. Benim için herkes yabancıydı ve herkes önce benim koşullarıma uymalıydı. Yine de genel olarak tutumum yanlış değil. Yalnız bu tutumla kaybedilen çok değerli insanlar oluyor ara sıra. 

 Bu hayat gerçekten de birilerinin bekleme salonu. Varacağımız yere nasıl olsa gideceğiz, her şey bizi oraya götürüyor. Öyleyse bunca dert tasa niye? Bilmiyorum. Yalnızca ağlıyorum ara sıra. Bazen de gözüm doluyor, burnum sızlıyor ama ağlayamıyorum.

 Dünyaya ve hayata olan bakış açım değişti biraz. Senin olmadığın bir hayat yavan bir şey, umutsuz ve boş bir şey, böyle bakıyorum. Artık bu hayattaki her şey ve herkes biraz eksik benim için. Sevilmeye değer başka insanlar da vardır elbet ama hiçbiri o değil. Yazarın da dediği gibi "şimdi, ardından yaşayıp gitmek neye yarar?". 

 Hani bazen adım atman gerekirken durursun ya sonra da gün geçtikçe adım atman zorlaşır. Geç kalmışlık hissidir bu. Geç kaldıysan bir kere, anlamsızdır yola çıkmak. Bu sebeple hep bahane bulursun. Ben bugün de bir bahane buldum, ardından yarın için de bahane üretmeye başladım. Diyorum ya her geçen gün daha da zorlaşıyor adım atmak. Oysa biliyorum ki yola çıktığım an yetişebilirim, varabilirim oraya. Kim bilir belki de yoldan çok yola çıkma telaşını, küçücük ellerimle yepyeni bir umut büyütmeyi, yeniden hayal etmenin heyecanını sevdim. 

 Gözyaşları geçmişin tüm irinini önüne katıp, akıp gittiği yolu temizliyor. Her dere yatağı gibi sessiz ama tehlikeli taşkınlara sebebiyet veriyor ve sanıyorum insan en çok selden değil böyle taşkınlarda kendinden kaçıyor. Ömrü tüm debisi ile yaşanır kılan insanlara sımsıkı halatlarla bağlı kalmak... Boğulmak üzereyken halatınızdan güçlü kolları ile çekip kurtaracak güzel insanların hatırına muazzam gün doğumlarını ve boğulurken başı göğe çevirip o derin nefes almaları kaçırmamalı… Bilemeyiz sımsıkı tutunacak kaç nefeslik halatımız kaldı? 

11 Temmuz 2021 Pazar

Küser Mi Çocuk Gözlerin

Özlem Ekici


Düştüğümü sandığım yerden tuttun sen elimi
Bıraksam. 
Küser mi çocuk gözlerin
O huzur kokulu bakışlarının önüne iner mi tülden perdeler
Bıraksam sırtın mı olur baktıkça inandığım manzaram
Düştüğüm gecenin karanlığını aydınlatan gözlerin bakar mı bir daha öyle ışıl ışıl
Anlattığıma büyür mü öfken
Tutunsam yine de o ellere göz kırpar mı yarınlar bize
Eksik dediğim şeyi bulup doldurabilir mi ellerimizin boşluğunu doldurduğu gibi
Gecenin sabahında kalbimle dilimin iki ayrı insana koştuğu gibi
Koşar mıyız yarının bilinmez yoluna
Sevebilir miyim seni senin istediğin gibi
Tek kalmaktan korkan ben 
Tek bırakmak istemeyen sen
Korkuma mı yürümeliyim büyümek için
Çocuk mu kalmalıyım senin sevginle
Eksik kaldığını söyleyenlerin tamamlanışını gördüm geçmişte
Senin bütün olacağın da ben miyim sahi
Tanrılar kıskandıkları zamanları hatırlayıp tükürüyorlar yüzüme
Belki de bu sefer esaslı bir küfürle kırıp atıyorlar benliğime ait tüm ahitleri
Paylaştıramıyorum işte bir yüreği iki kişiye
Veremiyorum dikkatimi anıları silip de an'a
Sahi niye ben
Doğmayan kaç güne sebep oldum
Sevinilemeyen kaç müjdeye sebep
Verilemeyen ilgiye duvar olup durdum
Her yaklaştığında çarpıp durdun senden öncesinin duvarlarına
Bu kadar mı albenili içime kurduğum ülke
En derinimdeyken nasıl derinlerimdeki nardan senin değil de
Başkasının adını akıttım ben
Şimdi utanıp tüm bunlardan 
Bıraksam elini...
Gidişini izlesem
Önceki gidişleri izlediğim gibi
Otursam kendimin tam ortasına
Duymasam
Koklamasam 
Görmesem 
Hissetmesem
Nefes bile almadan öyle gidişinin tanığı olsam
Kendi kendime kızıp bir barona müşteri olsam
Unuttuğum her zevki köşe başı bir kuytuda parası neyse verip alsam
Temiz kaldığım günlerin beyazını damarımdan çıkan şırınganın sarısına bulasam
Unutsam kafamı dayayıp kaldığım her hangi bir b*k kuyusunun yanında dünü 
Acır mı içim 
Utanır mı yüzüm
Durur mu kalbim
Ağlar mı gözlerim
Bir tanrının p*çi olan aşk
Vurur mu yüzüme peyda olduğu yatak kadar kirlendiğini
Bıraksam elini.
Gözümün içine bakarken sen
Göz bebeklerinde içimde insan kalan her zerrenin idamını izlesem 
Sokaktan geçen bir adamın gelecek nesillerini içimde biriktirsem 
Kendime ait olmayan gelecekler büyütsem içimde
Başlayamadık ki dediğin yerde
Bitirmenin o lekesi olan noktayı koysam tam ortamıza
Utanır mıyım yapamadıklarımdan
Utanır mıyım yaptıklarımdan
Utanır mıyım yaptırmadıklarımdan
Tanrıların günahı olan bir duyguyla kalabilir miyim tekken
Yazdıklarımı, sildiklerimi, yaktıklarımı
Okusam arkandan cennetimin ilahisi gibi
Huzuru hisseder misin içinde
Şimdi
Şu an
Hazır ay bir bulutun arkasına saklanmış bu lanete şahit olamıyorken
Bıraksam elini...
Kimsenin eline uzanmayacağımın yeminini ederken 
Bıraksam ve sen kalırken kendimin ortasına yerleşip 
Tüm duyularımı benden bir fersah uzağa ötelesem
Acıtmasam canını
Bunaltmasam o coşkulu ruhunu
Kaybolsam kendi içimde
Karşılaşmasam kendimle bile
Tanrıların kıskanırken üstüme fırlattığı lanetlerin ortasında kalsam
Her laneti hak ettim deyip boynuma sarsam
Ve sen gitsen
Görmesem
Duymasam
Kokusunu alamasam
Hissedemesem
Hissiz bir gidişin öznesi olup 
Sadece kalsam
Bıraktığım yerde.

Kavakların Arasında

Özlem Ekici


Bir sıra kavağın arasında sahtekâr bir yağmur ferahlığıyla yürüdüm önümdeki sahile.
Kimse dur demedi.
Durmadım ben de.
Boşluklarımı kesiklerle yamadığımdan beri bir garip hafiflik var içimde
Ardımdan bakanlara bakmadan yürüdüm önümdeki sahile
Bir çevirsem başımı biliyordum vazgeçeceğim suya kavuşmaktan
Adımlarıma isim verdim, elimi değdirdiğim ağaçlara isim verdim
Ama unuttum elimi çeker çekmez, adımımı atar atmaz
Unutmak gerekiyordu
Unutuluyordu her şey
Küskünlüklerimi ardımdakilere emanet edip hafifliğimi giymiştim epeydir
Bir yosun kokusu peyda oldu her adımımda
Bir yosun kokusu bir masal anlattı burnumdan beynime
Doğa konuşuyordu
İçimi rahatlatan ne varsa burnumdan ve kulağımdan beynime geçiyordu
Gözlerimi kapattım sonunda
Görülmesi gereken ne yeşildi ne de mavi
İçimdeki aydınlığı gördüm
Durdum
Durmamam gerekti
Ama durdum
Ardımdan ıslık sesleri gölgeliyordu aydınlığımı
Daha sıkı yumdum gözlerimi
Aydınlığımda bir gölge dans ediyordu
Yüzü bana dönmedi hiç ama tanıdım gölgenin sahibini
Gerçekten bu kadar güzel dans ediyor muydu dedim içimden
Bir garip ferahlık düştü önüme
İçimden bir şeylerin çıktığını hissettim
Gölgeye eşlik etti adımlarım
Yosun bir zeminde kaymadan atıyorduk ritmik adımlarımızı oradan oraya
Yüzünü yine de dönmedi karşımdaki gölge
Yokmuşum gibi sergiledi tüm figürlerini
Gerçekte de böyle olmamış mıydı dedim kendi kendime
Kendi halinde dans eden gölgeye özlemin dansını göstermek istedim
Gösterdim
Görmedi
Nasıl da istemiştim ela gözlerine bakışta bir aptal tebessümle izlemesini
İzlemedi
İzlemeyecekti
İçimden çıkanlar tekrar içime yerleşti
Ve gölge tek başına dans etmeye devam etti
Dans etti
Dans etti
Dans etti
Ve müzik bitti
Sanki bunu beklermişçesine aydınlığın içinde dağıldı
Aydınlığın kör edebildiğini gölge gidince fark ettim
Kör oldum
Siz hiç ruhunuza kör oldunuz mu?
Sağır?
Dilsiz?
Beni görmeyen bir gölgeye döndüm kendi içimde
Hangi müziği çalmak gerek unutamadığınız bir gölgenin hiç bilmediğiniz dansını izlemek için
Bir yosun masalında kaymadan dans eden bir gölgeyi kör olmuş ruhum içimde
Yoktu
Açtım gözlerimi
Önümde mavi vardı
Üstümü yeşil kavaklar kaplıyordu
Kulağımda sahtekâr bir yağmur sesi
Ve ardımdakiler ıslıklarını salıyorlardı
Dönmemem gerekti
Dönmedim
Yürümem gerekti yürümedim
İçimde çoktan kaybolmuş bir gölgeyi aramak için durdum
Durduğum yerde gölgeleşiyordum
Ve bir sahtekâr yağmur sesine atlayıp kayboldum.



20 Haziran 2021 Pazar

Jurnal #20 : Gör Duy Hisset

Özlem Ekici

 Yine bir yoldayım. Sonunda nereye varacağımdan kuşkulu, öyle ki yolun sonu olduğundan bihaber yürüyorum. Koşmaktan yoruldum. Biraz soluklanmak için durup üzerimizi gölgeleyen göğüme baktım. Eskisi gibi değil, siyah duvarların isi sinmiş. Bu kasvetin sebebi buymuş, yeni anladım.

 Gün erken bitti bugün. Karşımda batmış bir güneşin geride bıraktığı turuncu bir boya var ve onun üzerinde gri bulutlar. Yağmur çiseliyor usulca, gözümün erişemediği ufuklarda bir yerde. Bazen bir yaz yağmuru muydum yüreğinde diyorum, sonra yine suskunluk… Boya yapacağım duvarlar birer birer moloz halini aldı, sana ördüğüm her tuğla yerle bir oluyor. Hissediyor musun içimin alevi sönüyor, bir is kaplıyor çevremizi; duymanı istediğim suskunluğum yerini bir gürültüye bırakıyor.

 Uzak yollardan geliyorum, daha uzak yollara yürüyorum. Bu kez yorgunluğum sadece bedenimde, attığım her adımla gönlümün yorgunluğu ve kırgınlığı iyileşiyor. İyileşiyorum, iyileşiyoruz. Dipsiz bir kuyuya düşünce insanın aklına ne gelir, benim ilk düşündüğüm… Yine bilirsin. Levla, sen hiç mi akıllanmazsın kızım? Acıyı mı seviyorsun, kırılmışlığı mı, yoksa yaralarını açıp kanatmaktan zevk mi alıyorsun? Bitmez mi senin bu bilmezliğin, düşüncesizliğin? Kaç darağacı lazım sana? Kaç denizde boğulman lazım?

 Bugünlerde kağıttan gemiler yapıyorum. Hepsi farklı boylarda, farklı renklerde. Hoşlanmaya başladım bu işten, bir süre daha devam edeceğim. Hepsi kendi yolculuğuna çıksın diye içlerine birkaç cümle koyuyorum. Ben benimkini yarıladım, Levla hissediyor musun? Kırmızı birkaç düşüm kaldı; yarım, bitmesi istenmeyen veya bitmeye gönlün elvermediği. Birkaç düş daha Levla, yolculuk bitiyor; yolculuğumuzun son durağına varıyoruz.

 Jurnallerde bir şeyler oluyor, hislerimiz bizimle konuşuyor. Hissediyoruz, Levla ile aynı hisleri paylaşıyoruz. Hep loş bir düşteyiz; tam bilmiyoruz, göremiyoruz, duyamıyoruz. Uyanmak istemiyoruz çoğunda, bir sonu varsa olsun diye bekliyoruz. Sevmek, sevilmez, acılar, yaralar, bahar, kış, Ankara ve daha nicesini ağırlıyoruz. Özneler farklı, yüklemler aynı; yüklemler aynı, özneler farklı. Hikayeler benzer, yolculuğumuz aynı durağa. Levla en çok jurnallerde ben, ben de en çok jurnallerde ben oluyorum. Keşke her yolculuğumuz önce içimize, sonra dışarıya olsa. Önce kendini sarmalı insan, Levla kollarını dola çevreme. Görüyor musun boşluğu, hissediyor musun yalnızız. Bir his bu, duyulmasını ve görülmesini istediğim, Levla bu bir bedel mi?

 Bir is kokusu var havada, bu ne hinlik böyle? Tam yüzüne dalmışken bir resim çiziyoruz göğümüzde; ondan, onun teninden, onun gözlerinden. En güzel ağacımızdı belki, kollarına asılacağımız. Bu şehrin duvarları dar geliyor ruhuma, Levla güneşi aramayı bırak! Loş bir düşte ay, en güzel semada parlar.

 Yandım, yola çıktım. Yürüdüm, uyandım. Bir sabah bile bile bir ateşe uyandım. Tutuşacağımı bile bile yürüdüm, ben yine yandım. Yanıklarım hep seni hatırlatır, daha güzel bir iz mi olur değil mi Levla? Bu düş de bitti. Her düş biter.

Yazı bitti. 


9 Haziran 2021 Çarşamba

Birinci mi İkinci mi Üçüncü mü Ataleti

Özlem Ekici


  Gece 2'de canhıraş bir şekilde kalem kağıt mı arıyorum? Evet, şarjım bitti. Hem kağıda yazmak iyidir, hataları düzeltmenin en iyi yolu kalem ve kağıt ile yazmak. Üstünü çizersin beğenmediğinde, değil mi?
   Peki ya beğendiğinde?
Standart bakış açısı, "beğendiğin şeyi ifade et. Elde edebileceğin mutluluk, kendini ifade edebildiğin şey kadardır" der. Akıl ise sana başka oyunlar oynar, standartların dışına çıkmak ister. Beğendiğin şeyi, en güzel detayı ile resmetmek ister. İster ki, resmettiği şeyi en kusursuz hali ile hikayeleştirebilsin.

Dur, dur, dur... Konumuz bu değildi. Babam ve Oğlum'a döner kafanın bir yeri, der ki: "ona bir oda ver baba, bir evi olsun ama zaman zaman da çıkıp gidebileceği bir evi..."

Neydi konumuz? Kusursuzluk ve Beğeni... Tanımı nedir?

  • Olmazsa olmazın mı?
  • En, en, en istediğin mi?
  • Yoksa, daha naif olan, yüzüne bakmaya bile çekindiğin mi mesela?

   Ben hep 3.'yü seçtim. 3. olmak diş etlerinde ki ince bir sızı gibi, acı ve mutluluk verir. Hani orada olduğunu herkes bilir ve rol çalıp kısa sekanslarda da olsa 2.'liği alırsın ya da bazen tiradını öyle anlamlı bulurlar ki 1.'liği atfederler. Hazır da prime-time seyircisi başka bir yere bakıyorken, gönüllerin şampiyonusundur yani.

   Şimdi ne istiyorum öyleyse? 1.'likte gözüm mü var? Cıııkkk... Yine en fazla 2'.liğe öykünüyorum sanırım, 1. ile ortak ne paylaştığını görmek isteyerek. Çünkü, biliyorum ki 2. olan için de çok fazla şey birikti içimde.

   Yüzüm kızardı, mutlu oldum sıkça. Deli gibi yazmak istedim. Tuttum kendimi, anlamsız rahatsızlıklar vermemek için.
Ve...
Şimdi anlamlandıramadığım yerlerde 3.'yü beklerken,
2.'yi ayartarak,
1.'ye ulaşmak için soruyorum
Kendi kendime.

Ne olmuş?
Ne olacak?
Yapma dedi biri,
Yap ulan dedi içimdeki.
Garip bir duygu...

Ve...
Yaptım...

Eee, şimdi ne olacak?...

20 Mayıs 2021 Perşembe

Jurnal #19 : Denize Bıraksam Kendimi

Özlem Ekici

 Bilmek tükenmek bilmeyen yolları yazıyla, satırlarla süslemeye pek bir hevesli gönlüm. Bugün usulca bir şarkı fısıldadı kulağıma, sarıl sözcüklerine. Bağrımda yanıp duran ateşin külleri sarıyor bazen etrafımı, dinmek bilmeyen acı cümleler döküyorum. Birkaç neşeli yanım duruyor, arada bir izin veriyorum. Gelsin, en güzel güldüğüm halleri tekrar yaşatsın. Ha bitti ha bitecek derken yolum, yine kaçıncı kez geri yürüdüm. Bırakılan yerlerde beklemek âdetimiz oldu Levla. Oysa bizi bekleyen koca koca şehirler; gitmedikçe bekleyen, özlediğimiz kadar beklediğimiz köyler var. Biz beklemeye aşığız, beklenen yerlere hasret; özlendiğimiz dağların eteklerinde bir garip… Belki de bir gün her şey sonraya kalıyor; yarından sonraya, hep sonraya… Denizleri özlüyor gözlerimiz, bir darağacında sallanıyor hüznümüz; biz yine de hep iyiyiz, en güzel biz güleriz.

 Yaz geliyor bak yine, doğduğun günün her dakikasına pişman olup ağlarken bulacağız o kızı. O duvar yine boyanmamış diye kızacağız, sonra oturup bekleyeceğiz; tam yolun ortasında, her hikayenin sonunda. Levla, kaç gün oldu? Bahar bitti, yaz geldi; bak yine ardından kış gelecek. Umutlarını birbirine ekleyip yaptığın ip boynuna daha bir sıkı dolanacak, çek parmaklarını üzerinden. Bir mezar taşının soğukluğu var köşende, yetmedi mi bunlar? Levla bazen Leyla olmaya o kadar yakın ki, korkuyoruz. Bir çığ gibi düşüyor üzerimize zaman, sen yine de kalkıp aynı yolu yürüyorsun. Bazı şeylerin anlamsızca eskiyişine mi protesto yürüyüşün?

 Şimdi gel, birlikte bir şehre ninni söyleyelim seninle. Olmayan düşlerimizi yeniden dürtelim. Bir şarkının en can alıcı yerinde susalım, şarkılar ne söylemek istiyor öyle? Hiç bitmeyeceğini düşündüğüm bir yangın başlıyor; nereden tutuştuğunu anlayamadan, birden bire her yanın alevleniyor. Gözün yetmiyor yangını görmeye, sadece bir yanış bu duyumsadığın; nereye baksan küle dönüyor. Artık kaçamayacağını biliyorsun, öyle de durulmaz ki ateşe karşı! Ateşe teslim oluyoruz, artık biliyoruz. Bir daha aynaya bakamayacağız.

 Tüm düşüncelerim her an değişiyor. Tüm değer yargılarım ayaklanmış, neye ne gözle bakacağız biz şimdi? Neyi, ne şekilde kabul edeceğimi; neyi, ne şekilde reddedeceğimi bilemiyorum. Her şey belki olur gibi duruyor yine; her şey keşke olsaydı gibi geliyor. Ne çok belki var, ne çok keşke var; ne kadar çok iyi ki yok, ne kadar çok tam yok böyle. Her şey bağıra çağıra içimdeki şeytana hizmet ediyor ama ben yine de bekleyip o yolda bir ileri bir geri yürüyorum. Ve dahası derin seslere kulak kesiliyorum.

 Bilmediğim yerlere, bilinmeyen yerlere, bilinmesin istediğim yerlere yolculuklar yapıp yazıyorum. Oysa hepsi aynı yol, aynı şehir, aynı sokak, aynı hüzün; farklı hikayeler, benzer sonlar. Yol bitmesin derken buluyorsun kendini, kaçıncı kez döndüğünde. İçimdeki sıcaklığı imgelemeye çalışıyorum, bilmem belki bu kez görünür de savrulur küller.

 Herkes evine döndü. Sen yine o yolda yürüdün. Sen yoksun. Kime güldüğü bilinemeyen çocuklar gibiydi neşen, geleceğinden emindin. Bir sokak dolusunca insan gördüm, gözüm her hayaline daldığında. Baktım içlerine; Levla, sen yine yoksun. Penceremdeki kuşlar şahit, baktım. Her dem sustuğumda umudumu yenileyen tıkırtılar işittim. Koştum, baktım. Levla, sen yoktun. Kapındaki kediler şahit, koştum. Bir kıta, bir okyanus vardı aramızda, yokluğunun tam orta yerinde durdum. Bekledim öyle; gelmeni sevdim, bekleyişine tutuldum. Kalbin şahit, sevdim. Herkes kendine döndü Levla, ben yoksun.

 Gün boyu dinmeyen bir rüzgâr vardı. Sabahın ilk anlarından akşamın kızıllığına dek sokaktaki her şeyi titretti durdu. Düşünmedim diyemem, bazen rüzgârdan korkuyorum. Bilmediğim bir yere savurmasından değil, oradan oraya çarpıp kırıp dökmesinden de korkmuyorum. Çiçekler adına korkuyorum. Bugün hava nefesinden serin, ellerinden sıcak. Derin bir nefes alıyorum. İçimde hiçbir şey bırakmıyorum. Düş kalıyor her şey; göğü, kenti, ellerini rüzgâra bırakıp kaçayım diyorum. Levla, yine yol boyu süren bir yalnızlığa düşecek. Sustuğunu anlamasınlar, gülümse.

Belki en uzun rüyaydı bu, yol yine uzanıyor göğüme. Koşalım mı?

Yazı bitti. 


 

2 Mayıs 2021 Pazar

Jurnal #18 : Sokaklarımızda Bahar

Özlem Ekici

 "Kendime dönmek zorunda olduğum birtakım yollardan geri yürüdüm" demiştim burada, 15.jurnalimde. İşte o yolun sonunda kendimi bir fotoğrafa bakarken buldum. Bu kez umuttan bahsedeceğim, baharın kapı eşiğime getirip bıraktığı umuttan. Biraz soluklandığı bir yazı olsun Levla'nın, sokaklarımızda hep hüzün var olamaz. Bu kez neler yaptığımdan ve nelerle oyalandığımdan bahsedelim, biraz sohbet etmeyi özledim.


 Şimdi bir kapı çalar, biz yine umutla kalkar açarız. Birkaç hafta daha gelip geçer, bu şekilde her açışımız daha bir umuda tutundurur bizi. Bir park var demiştim, penceremden seyrettiğim; artık daha az ziyaret ediyorum. Çocuk sesleri iyi geliyor ruhuma, izin verirlerse birkaç fotoğraf çekiyorum. Bazı fotoğrafların sesleri olduğuna yemin edebilirim ama kimseyi inandıramam. Instagram hesabından görüyorsunuz belki de, bugünlerde fotoğraflara sarıldım. Zamanı durdurmanın ve saklamanın mümkün olduğuna inanmak için bir de dünyaya vizörden bakıyorum. 

 Bazı şarkılara çizimler yapıyorum. Sadece bir şarkı ile 3-4 saatlik bir iz bırakıyorum. Eskisi kadar iyi değil çizgilerim, ama bu kağıda dokunuşlar ruhumu rahatlatıyor. Bir şarkıyla günümü geçiriyorum bazen, sonra o hisleri dökmek için böyle bir yol buluyorum. Çizmek, dinlemekle bütünleşiyor. Bazı çizgileri silince izi kalıyor ya hani, bunu o notanın anılarıma dokunduğu bir yer gibi görüyorum. Çizmek güzel, yazmaktan daha iyi mi bilmiyorum ama kelimeler yerine çizgiler daha özgür sanırım. Hayatta da  kalemi nereye kadar götürdüğüne bağlı bazı şeyler, sen durdurmadıkça susmuyor sesler. Ruhu dinlendirmenin bir yoluyla diğerini böylece birbirine bağladım işte, şarkılar ve çizgiler birbirleriyle uyum içinde. 

 Çalışmalardan bahsedelim mi? Okul, iş ve araştırmalar. Az çok biliyorsun, boş durmayı hiç sevemedim. Yeni uğraşlar edinme konusunda oldukça başarılıyım. İspanyolca ile uğraşıyorum mesela, gittikçe sevmeye başladım. Gitarla aramız biraz soğudu bu aralar, dönemin bitmesini bekliyorum. Fotoğrafçılık sayesinde yine tasarım programlarıyla uğraşmaya başladım. Paslanmışız baya, bu pası sökmek gerek. Okuldan bahsetmiyorum, o zaten hep bir şekilde ilerlemesini bildi. İlgi alanlarıma göre onu da şekillendiriyorum. Rutine dönmediği müddetçe her şey yolunda, yeni bir şey de hemen ekleyebiliriz.

 Gittikçe sanata dönüyorum, sanatla da kendi içime. Okumalar azaldı, sadece şiir kitapları duruyor elimde uzun süre. Şiir yazmaktansa okumayı tercih ediyorum. Bazı şiirler buluyorum, kendime dokunan; bazıları daha çok bir liman olan. Slyvia ile uykuya dalıyorum çoğu zaman, bir gün gözümü açtığımda aynada ona bakacağım. Şiirleri hep daha bir yakın, daha bir dost canlısı bulmuşumdur. Bazı mısraları şairle yazıp üzerinde düşündüğümü hayal ediyorum. İlk kez Özdemir Asaf'tan bir şiir ezberledim bu hafta, unutmamak dileğiyle. Bu yıl bahar bana bir canlılık getiriyor, ruhum ilk kez bu kadar şiir dolu. 

 Balkonumuza ufak bir bahçe kurduk. Bir limon ağacı, birkaç çiçek saksısı ile yeşil bir alan oluşturduk. Limon çiçeğinin bu kadar güzel koktuğunu tahmin edemezdim, çok hoş bir kokusu var. Saksıların sayısı gittikçe artıyor, bugün bir saksı daha ekledim. Bir köşede yeşilliğe bakıp dinlenmek iyi geliyor. Evden çıkamadığımız günlerde yeşilliği eve getirmek iyi oldu. Şimdilik fotoğraflarını koyabileceğim kadar çiçeklenmediler, o yüzden birkaç hafta sonra burası oldukça renklenecek diyebilirim.

 Bir gün neşeli, bir gün kasvetli yapım bu yazıya da yansıyor. Bahar bu kez sokaklarımızda Levla, istesek de gülmeden edemiyoruz. Birkaç söz dilimizde pelesenk olmuş ama biz yine güleceğiz. Sizlerle de bu sokaklarda çokça karşılacağız. 

Şimdilik bu yazı da bitsin.

 
 

23 Nisan 2021 Cuma

Jurnal #17 : Bir Kaos

Özlem Ekici

  Merhaba, kasvetli bir günden iç karartan bir yazıyla geldim. Ortalığın dağınıklığı için kusura bakma, kırılıp dökülecek daha çok cam(n)ımız var.

 Uzun bir vakit geçti. Yazmaktan kaçtım, kendimden kaçtım.Öyle ki kaçmak yaptığım tek eylem, susmak ise ezbere bildiğim tek edim oldu. İçimdeki kaosu yazıyla dökerdim ki toplanma imkanı bulunsun, şimdi o kaosu oturup seyre duruyorum. Bir duvarı andıran hislerim ile yazıyorum, sözcükler birkaç neşe kırıntısına tutunmak istiyor ama şimdi dağlarımızın ardından bir yel esiyor.

 Birkaç gün önce, belki birkaçtan biraz fazla, bir deftere "Nereye gittiği belli olmayan onlarca yolun başındayım" yazmışım. Onlarca yolun başlarının ürkütücülüğünü belirterek altını çizmiştim. Onlarca yoldan birini seçemiyordum. Bu kararsızlığı ve duygusallığı zirvede yaşayan biri olarak mantıksal bir şeyler serpiştiremeyişlerimden dolayıdır. Mantığımı kullanmayı düşünmüyorum çünkü mantıksal şeyler bazı hayatsal faaliyetlere müdahale ettiğinden beri insanlar gözyaşlarını yok saymaya; duyguyu ve duygunun getirebileceği her şeyi umursamamaya başladı. Bir süredir buna kafamı yoruyordum. Mantıksallığa karşı büyük bir anarşi geliştiren beynim bütün bunları yaşarken mantığını kullanıyordu oysa! İçimdeki beni çoğu zaman anlamayan iktidara öfkeliydim, sen öfkelenmediniz mi Levla?

 Doğru ya, sen onu dinlemeyi bırakalı uzun zaman oldu. Uzun zamanın birinde kaldı susturduklarımız. Öfkem bu kadar olmadı,olmamalıydı Levla. Susturmayı düşünemedim. Aslında çoğu şeyin kararını sonraları düşünürüm. Aldığım kararlar yığılır, yığılan kararları düşünmeyişimden dolayı ben de yığılırım. Mantığımı kullanmadığım zamanlara nefretim ve mantığını kullanabilenlere. Bunu da az önce fark ettim, biri beni uyardı.

 Karanlıkta kalan bir şeyler var. Karanlıklara ışıklandırmak hiçbirimizin aklına gelmiyor. Kendi şehirlerimde boğuluyorum, kendi şehirlerimi onların aydınlatması isteyen ruhumu boğuyorum.

  Çıkarımlar yapamıyorum, çıkarımlar boğuk, çıkarımlar kesilmiyor, şiirlerim susmuyor. Yakıyor, yıkıyor. Aleve tutuyorum bedenimi, alevler ruhumu yıkıyor. Kendimi kendim hariç her yerde aradım, nerede kaybolduğumu bilmiyorum. Kendimde kaybolmuş olmaktan korkuyorum. Onlar hala göremiyor kaybolduğumu, öylece izliyor. Ben de öylece kahkaha atıyorum, içimdeki boşluğa doğru. İçimdeki boşluklar ruhumdan şikayetçi. Her gün ruhumu susturuyorum, her gün şarkıların seslerini biraz daha yükseltiyorum. Şarkılar ruhumu çevrelerken gerçekleri görmezden geliyorum. 

 Yazmadım, kızıyorum kendime ama bilmiyorum böyle içimde fırtınalar kopuyor ve ben yine sessizim. Suskunluk üzerime yapışmış, çıkmıyor. Dinledim defalarca, bilmiyorum kaçıncı kere ama bak yine dinliyorum. Eskimiş, bir kenara koyulmuş hislerimi şaha kaldırıyor bu ezgi. Yazmak, uzun bir zamandan sonra bu kadar kolay olmamıştı. Dolmuşum da yağacak yer arıyormuşum gibi. Bir hasret var içimde, anonim demiştik ya hani, bu kez kime olduğunu bilmediğim, neye olduğunu çözemediğim bir hasret taşıyorum. Ben yine çok konuşuyorum kendimle, hislerim soğuk bir duvarı andırıyor, ağlayamıyorum. 

 Bana aldığı çiçek, kokusunu getiriyor hatrıma, bana o söz verdiği mozaik pastayı hiç yapamamıştı. Bu şehir bana hiç yaramıyor, bize burası sadece yara. Acıları seviyorum, onları büyütüyorum. Deniz'in kokusu mu şu aldığım, sahi kaç yıl eskidi? Böyle yarım yamalak omuyor, hatırlama işte.

 Aylardır elime, okumak için, bir kitap almadığımdan sanırım, aynı lafların gevişini getirip duruyorum. Kendimin bir fotoğrafına dönüştüm. İçli içli kusuyorum. Böyle olması hoşuma gitmiyor. Yürüyemeyecek durumda mısın? Belki de sen öyle sanıyorsundur. Bunu biraz yürümeden ve biraz vazgeçmeden asla anlayamazsın Levla.

 Aylar sonra fotoğraf makinesini aldım elime, cadde cadde geziyorum. İnsanları seyrettikçe kendimden uzaklaşıyorum. Seneleri birkaç alın çizgisinde görüyorum, gözlerin altındaki torbalara doldurulmuş acılar ise ilk dikkat çeken. Doğaya kaçmak da çözüm değilmiş gibi hissediyorum, kaçmak artık bir çözüm değil Levla. 

 Geride bırakmak bana göre değil. Daha çok karla kaplı bir dağın tepesinden yuvarlanan ve gitgide büyümeye devam eden bir kar topu gibi, birikerek büyüyen ve bir yerlere çarpıp da parçalara ayrıldığında olabildiğince uzaklara dağılabilen... İşte bu bana göre. Kendimi, kendimden uzak tutmanın tek yolu bu. Üstelik kendimi tanıyamadığım zamanlar, kendimden emin olduğum zamanlardan çok daha fazla ve bu daha iyi. Böylelikle o zaman öylesine yaşıyormuş gibi dursam da, aslında birden fazla hayatım olmuş gibi düşünebiliyorum. Birden fazla hayatım olmuş ve bunları biriktirmişim. Aklımda tutmaya gerek duymadan biriktirmişim ve hepsini, bilincimin derinliklerinde bir odaya kilitleyerek savrulmaya devam etmişim. Ne güzel! Oysa inkâr etmek istiyordum. Karşı karşıya gelmek, hayret etmek, tiksinerek bakmak, sevgi duymak istiyordum. Tüm anılarımın karşısında üstü başı yırtılmış, saçları dağılmış, yüzü kir tutmuş, bilekleri pasla karışık kan izleriyle doluymuş gibi durmak ve söylenmek tüm anılarıma... Hiçbiri benim gibi durmayan anılarımla dövüşmek, sakladığım kimliğimi sonunda böyle açığa çıkartmak istiyordum. Onu o an sevip kabul edeceğimden değil, korkumu yenmek için. 

 Şimdi yeniden düşündüm de, geride bıraktığım bir şey var Levla. Kendimi ve aklımdakileri alıp başka yerlere sürüklenmeye başladığımda, geriye kalan...

 Bu kez giderken afilli cümleler kuramadım ama bu yazıya bir bitiş lazım. Biliyorsunuz, buralarda yine görüşeceğiz.

Bu yazı da bitti.

 

21 Mart 2021 Pazar

Gül - Cemal Süreya

Özlem Ekici

 

Gülün tam ortasında ağlıyorum
Her akşam sokak ortasında öldükçe
Önümü arkamı bilmiyorum
Azaldığını duyup duyup karanlıkta
Beni ayakta tutan gözlerinin

Ellerini alıyorum sabaha kadar seviyorum
Ellerin beyaz tekrar beyaz tekrar beyaz
Ellerinin bu kadar beyaz olmasından korkuyorum
İstasyonda tiren oluyor biraz
Ben bazan istasyonu bulamayan bir adamım

Gülü alıyorum yüzüme sürüyorum
Her nasılsa sokağa düşmüş
Kolumu kanadımı kırıyorum
Bir kan oluyor bir kıyamet bir çalgı
Ve zurnanın ucunda yepyeni bir çingene

 

Cemal Süreya 

 

12 Şubat 2021 Cuma

Kar Yangını - Edip Cansever

Özlem Ekici

Neden bu kadar kar, bu kadar yıl, bu kadar yağış?
Bu kadar uzaklardan nedir bu kadar gelen?
Bir uzun çan kulesi bembeyaz Samatya'da
Bir oğlan bir martıyla upuzun seviştiğinden
Yaslı bir kadın gibi gözleri kendine bakan,
Kendine baktıkça da çocukları olan hüzünden. 

*

Belki bir söz yığını, yıllar var konuşulmamış,
Çıkarlar kar yangını her biri duyduğu yerden,
Yüzleri, saçlarıyla, bir de gözbebekleri,
Asılırlar boşluğa çocuksu seslerinden,
Birtakım dünyalarla önce ve güzel
Kış güneşi, sarmaşık, kim ne anlıyor sanki ölümden? 

*

O yanık ikindiler, sonrasız loş gecelerden,
Üstlerinde bir sürü çocuk gözleri.
Tutuşurlar ne zaman karların ateşinden
Bir ölüm kadar şaştığımız onlar ve kendileri
Yani bu dünyanın en yılgın havarileri
Orada çan kulesi bembeyaz öldüğünden... 


Edip Cansever


Özlem Ekici, Personal Blogger Templates | Blog aa

Levla'nın Not Defteri - Kişisel Blog | Bütün Hakları Saklıdır | Copyright © | 2016 - 2023