Bazı satırlarım var, sonunu getiremediğim. Yazıp silmelerim her geçen gün artıyor. Sevgi tek çare midir Levla? Yürüdüğün yollar bilinmezlere çıksa bile mi? Belirsizlik duvarları ördüğün yollar, bilinmezlik şatolarının görkemiyle dolu sokakların, bitmeyen aşkların, bitmeyen hislerin...
Bir işgal bu benliğimde, beynimde, ruhumda. Önünü alamıyorum, dur durak bilmeden yürüyor zihnimin dar sokaklarında. İnsan sevdiğine küser mi Levla? İnsan bu kadar çok üzülür, bu kadar çok kırılır ve bu kadar çok şanssız olur mu?
Yaşadığım her saniyenin çetelesini tuttuğum defterleri yırtıp attığım gün bazı şeylerin sonunun geldiğini hissetmiştim. Bazı şeyler bazen ne kadar çok zorlasan da olmuyor dimi Levla? Eksilen yanlarımız sızlarken bile yaktığımız sigara küllerini dağıtmıyor hışımla, her hareketimiz gibi bu da sessiz, suskun. Neden bu kadar sessiz bir sinema senin hayatın, neden bu kadar suskun harflerin? Bitmeyen nedenler dizisi yapıyorsun hep, cevapları aranmayacak sualler sıralıyorsun da bir çıkıp bağırmıyorsun hala. Neden beni dünyaya getirdin anne? Neden?
Biraz yorgunum, kıyısında beklediğim yaşamak beni ortasına aldığından beri bazen beklemeyi özlüyorum. Beklediklerimiz geri gelmiyor, gittiğimiz limanlar yerinde kalmıyor, biz bir türlü bu yollardan geçemiyoruz. Özlediğimiz anların hisleri ile uykuya daldığımız gecelerden birinde yine soluklarımız kesilerek irkiliyoruz, kimin adı bu seslendiğimiz?
"karanlıktım, koyuluğunda kaybolduğum
sığ bir deniz uzanıyordu içimde,
bir gece bir kıvılcım düştü göğüme
o parıltıya koştum önce
sonra o parıltı büyüdü, aydınlattı her yeri
bir çiçek yeşerdi sen gelince."
Göğümüzün yağmurları yıkadı çehremizi, biz yine bilmediğimiz yolları işgale gelen satırlarımızla emin adımlar attık, bitmeyen sualler sıralayıp dizdik, hasretimizi güneşimize siper edip derin bir soluk aldık.
"bazen kayıp parçalarını ararmış insanlar,
ben aramazdım, bu kadar parçama hangi eş?"
Sevmek iyileştirir mi insanı? Levla'nın titreyen sesine benzer mi kalp ritimlerin? Solan çiçeklerimi yeşertip kendi ellerimle kopardığım o dallar bana kızgın mı?
"en sığ denizler dağılır, yerine kurulurmuş ormanlar
içi titrermiş insanın bir çift dudaktan çıkanlara"
Yine bir ton saçmalamışız ortaya. İyice sayıyor musun hala? Bitmedi mi hala alacak nefeslerimiz? Biz tutunmayı öğrenemedik ama sayalım. Bu bir...
Bazen bir kenarda oturup izliyor hissine kapılırım. Bunları yaşayan bir başkası ve ben sadece sıradan bir izleyici olduğuma kanaat getiririm. Derinlerimde hissederim ama her yaşadığını, her duyduğuna birlikte kulaklarımızı tıkarız. Danslarımız burukluğumuzda ritimlerini bulurken bir oda dolusu sigara külü bırakırız ardımızda. Sözlerimiz vardır bir hışımla birbirimize verdiğimiz, asla yerine getiremediğimiz. Buseler kondururuz alnımıza, aynalarda saçlarımızı çekiştiririz, umut ederiz, elimizde bir tek o kalmıştır. Sarılırız yastığımıza, köşemize çekiliriz, ağlarken peçeteyi uzatırız, susarken gözlerimiz buluşur, canımız yandığında attığımız kahkahamız çınlatır duvarları, eksilerimizin üzerine bir çizik de biz atarız, artılarımızı tırnaklarımızla kazırız duvarımıza, güleriz. Çok güzel güler yüzlerimiz, gözlerimizde yaşlar birikir ama ağlamayız. Biz umutluyuz, umut dolu kalplerimiz, yükü ağır omuzlarımız çökük, kimseye ait değil gülüşlerimiz, bizim bile olamamışken.
Bugün de bir çizik atmışım yüzlerimize, düştüğüm o eşikte hep bir yanım ezili kalmış, sessiz çocuklar bırakmışız ardımızda, bir dans tutmuşuz, gülümsüyoruz. Levla eksik, yine suskun, düştüğü yerden dans ederek kalkmış, o ritimle yaşama bağlanmış. Bir şey olsun diye beklemeyi bırakmış, bu bir kabulleniş değil, bir başkaldırı hiç değil. Umutlu yanıma bir serzeniş.
Minik buseler kondurdum alnıma, saçlarım avuçlarımda, ait olmadığım şehirlerin havaları doluyor ciğerlerime, bir duman üflüyorum, boğuyorum bulutları karanlığıma. Ritmi duy, hisset, adımlarıma ayak uydur, bu dans hiç bitmeyecek. O duvarın bir yanı uçurum, bir yanı dikenli tellerle gerilmiş bir orman. Dik dur, bu dans hiç bitmeyecek.
Uyuşan parmaklarım, avuç içlerim kızarmış, bu izler niye? Levla susma, çığlıkların deliyor kulaklarımı. Adımlarım birbirine dolanıyor, dengem normal değil, düşeceğim, ama hangi tarafa?
Bir rüzgar esiyor, o rüyanın içindeyiz şimdi, kuşları görüyorum, denizin uğultulu sesi kayalarda parçalanıyor. Çizme o resmi dedim sana, o yarın başı hiç böyle güzel değil. Saç tutamlarını avuçlayan rüzgar dindirmiyor sızıları, bastırma ellerini böğrüne. Bir sır dökülüyor dudaklarından, maviliklerinde boğulmalı bu denizin. Acılar dinmeli, ağlamamalı çocuklar, çocuk kalanlar, çocuk kalmaya mecbur bırakılanlar. Sessizlik bozulmalı, delirmemelisin böyle, uyuşmamalı bedenin, parmakların yazmamalı acılı kelimeler. İnsanlar hep acıtır mı Levla? Yaşamak hep acı mıdır? Biz yaşamak istiyoruz desek nefes almak daha az mı acıtır ciğerlerimizi?
Bu ritme ayak uydurmak neden bu kadar zor, neden? Birkaç eksiyi artı yaptık diye mi bu karalanan kağıtlar, üzeri çizilen dörtlükler? Cevapsız sorular bitmiyor, ekledikçe ağırlaşıyor, ağırlaştıkça dengem bozuluyor.
Bu zarif şeylerle hep burada olmak isterdim Levla, seni hep yüksel diye yaşatmak isterdim. Umutlu yanına bir mısra da ben eklemek isterdim. Sana bakmak bana bakmak gibi, içim burkuluyor, buruk yarınlarım sızlıyor. Bu dansa eşlik edebilmek isterdim, sonsuza kadar, sonumuz olana kadar bu düşüş.
Göğümden bir meteor gibi düşen bu şey ne Levla? Düştüğü yeri yakan bu şey ne? Bu yangınlar niye? Karanlığımızı kızıla çalan kuşlar mı uçuşuyor artık çevremizde? Çiziklerimiz niye derinleşti bu kadar?
"yine bir kıyıda ritim tutmuşuz ikide bir gezen bir yolcu gibi zihnimiz bir çığlık yankılanıyor duvarında bu dansın üçte biri beş kat düşmüşlerin eşlik etmeli buna tanrı."
Yine denizlerimiz kadar dalgalı düşüncelerimiz, bir ton saçmalamışız ortaya böyle. İyice sayıyor musun hala? Biz daha tutunamadan bitecek değil mi nefeslerimiz? Denizde gülüşünü izlemeyi sevdim.
Beni orada bekleyen hayatın kıyısında bekliyorum. Hiç olmadığı kadar yaşamaya hevesliyim. Harekete geçmek için beklediğim bir şey de yok aslında. Sadece beklemeyi sever ya bazı insanlar, yalnızca onlardan biriyim. Olup biten her şeyin belki de zamanlaması kötüydü. Ben ne bekleyebildim, ne de bitirebildim. Belki ikisini de becerebilecek bir yaşta değildim. Yine boş sayfalarımı dolduruyorum, anıları saklıyorum. Her şey bir gün bitecek Levla demeyi askıya aldım. Hatta üzerini karalıyorum gördüğüm yerde. Yaşamak istiyorum, dolu dolu söylüyorum bu iki kelimeyi; yaşamayı bir ağız dolusu istiyorum.
Yaşamaya başladığımızda ölmeye de başlarız demiş Simone de Beauvoir; sanırım bunun zamanı geldi. Öfkemi arzuya dönüştürüyorum. Ruhumla yaşam arasında bir dansa şahit olacağız. Umarım adımlarına adımlarımı uydurabilirim.
Bir anın içine her şey sığar. Bir anın içine sığan her şeyi algılayamayız. Öyle anlar oluyor ki hiçbir şey algılanamıyor. Çiçekler gittiği zaman geriye özleri kalıyor. Düşüncelerimin içinde dolanıyorum. Bir kapıyı açıp ötekini kapatır gibi. Önceki benlere uzaktan bakıyorum, yine aynı noktadan geçmeye çalışmadan. Şimdilik böyle ama olması gereken bu değil. Beş dakika önce konuştuğumuz şeyi unutmayacak kadar önemsemek gerek. Katılaşalım; sonra eriyecek her şey. Mesela eski hevesler bir süredir yok. Heveslenmeme sebep olan örnekleri kendimce taklit etmiş olacağım bahanesiyle kendimi durdurduğum oldu.
Bugün yaşamanın ilk günü denebilir. Yoksun hissetmiyorum. Normal de hissetmiyorum. Çünkü normalim o olmuştu artık ama iyi oluyor. Daha ilk günden kendi insanlığıma dair unuttuğum minik ayrıntıları hatırlar gibi oldum. Neydi onlar Levla, şimdi unuttum. İçtiğim sudan bile bir miktar zihnimin bulandığını hissediyorum. Bu içen ben miyim yine? Boş koridorlarımda yürüyen sen misin Levla? Tekrar eski halime dönmeden önce tarafımdan çıkarılması gereken bir ders var.Belki artık biriktire biriktire giderim. Hiç olacak gibi durmasa da(!). Düşünsene, hafta içi okuldan eve gelmişim, yerinde duruyor, ben ona bakıyorum o bana bakıyor. Zaten tüm olumsuzluklardan kaçmak için çok konforlu bir alan yaratması problem. Beni gün içinde yaşanan şeylere karşı daha dayanıksız, daha çabuk sinirlenir yapıyor. Sanırım böyle, çok da emin olamıyoruz. Aslında bir şeyler netleşmişti bugün kafamda. Gelip de bu yazının başına oturunca hepsi uçtu gitti. Yine aynı hikaye; birden yükselen duygular, ve onları yakalayamamak. Yok, bu kez içmiyorum Levla. Bu daha ilk gün, ondan. İyi de bundan bize ne olması da cabası.
Bazen geriye yalnızca eskiden yapılmış olanlar kalıyor. O zaman anlıyorum ki hiçbir derdim yok. Öyle olmuyor gerçi ama bir anlığına da olsa bunu düşünmek ruhumun sızısını dindiriyor. Kafamın içinde, beynimin sol iç tarafında ufak bir ağrı var. En çok orası kasılıyor demek ki, nefret bölgesi gibi. Belki tümüyle değil de, kısmen. Bir kısmı da belki öfkemdir. Şimdilik bu kısım durmuş da olabilir. SWakin durmam iyi bir şey mi? Herkes önce kendini anlatmak ister, önce onları dinleyip sonra diyeceğimi diyorum. Bunda yanlış bir şey yok. Bir eksiklik, olumsuzluk söylenene kadar yoktur mu demeli.
" unuttuğumuz yerde gece serinliği, kıyılara vurup patlayan dalgada egenin sıcak kumunda kuruyup sararmış çalıların arasında dolaştı ruhu sessizliğim kendini unutmuş, denizde gülüşünü sevmeyi istedim "
Kontrollü olmama rağmen bazen sürüklendiğim yerden durup geriye atılıyorum. İşte o zaman olanları anlamlandırmaya gayret ediyorum. Çoğunlukla kendi gibi bırakmaktan yanayım. Öyle içi boş bir boru gibi tınlıyorum yalnızca.
" yineledik geceyi, üçte ikisi yedi nesil kedilerin sesi gibi inim inim inledi tanrı "
Yine bir ton saçmalamışız. Sımsıkı tutunacak kaç nefeslik halatımız kaldı Levla? İyice say, biz daha tutunamadan bitecek mi? Dansımızı seyredelim.
Yollar bir süredir gitmiyor, kendi içimdeki yolda sürekli aynı semtte dönüp duruyorum. Birkaç kez dinlenmek için durdum fakat dinlenmek bu acılara çare olmuyor. Unutmak en iyi çare gibi olsa da geçici bir çözümden başka bir şey değil.
Geçmişe dönük varsayımlarla gerçeğin değişmeyeceği ya da geçmişin kurcalanması gerektiği, geçmişin geleceği yarattığı; geleceğin
aslında olmadığını söylemek gerek. Her şey, şimdi yapılanların bir
sonucu gibi. Şu an yaşananlara değer verebilmek için bir şeyleri sevmek
gerek. Acaba gerçekten sevebiliyor muyum? Sevmeyi öğreniyorum belki.
Bazen kendi yaptıklarıma şaşırıyorum. Kendime sınırlar çizmek ve
çoğu koşulda bir robot gibi davranmak... Daha çok yoluma gitmek, işimi yapmak
istiyorum ya da şaka yapmak, hatır sormak, günaydın demek
falan. Sosyal yaşantıdaki drama önemsiz, ikili ilişkiler yorucu... Sevimsiz bir kaplumbağa gibiyim.
Yıldızlara, ağaç tepelerinin karanlığına, ayın nar gibi kızarık durduğu
gökyüzüne bakıyorum. Yer yer aklıma geliyor; biraz düşünüyorum, geçiyor.Başka başka şeyler olması, başka başka şeyler olmamız sebep oluyor
hepsine. Senle benim, benle onun; bizim farklarımızın birlikteliği... Yalnızca hatırlanmakta olanları sevmekten başka yapılacak bir şey yok. Havaya karışan kokularını sevmekten başka, incilerin yüzdüğü yağmurda
sessizce bakıp güldüğün geçmişi sevmek, orada şimdi olmayan koku ile
gülümsemeyi...
Kendimizi güvende hissetmek için insanlarla aramıza duvarlar koymaya
alışkınız. Keşke kim için bu duvarların kaldırılması gerektiğini önceden
görebilsek. Kime güvenmek, kimin peşinden gitmek, kimi bırakmamak
gerektiğini ölçüp tartamıyorum. Bunun üzerine düşünmemiştim bile. Benim
için herkes yabancıydı ve herkes önce benim koşullarıma uymalıydı. Yine
de genel olarak tutumum yanlış değil. Yalnız bu tutumla kaybedilen çok
değerli insanlar oluyor ara sıra.
Bu hayat gerçekten de birilerinin bekleme salonu. Varacağımız yere nasıl
olsa gideceğiz, her şey bizi oraya götürüyor. Öyleyse bunca dert tasa
niye? Bilmiyorum. Yalnızca ağlıyorum ara sıra. Bazen de gözüm doluyor,
burnum sızlıyor ama ağlayamıyorum.
Dünyaya ve hayata olan bakış
açım değişti biraz. Senin olmadığın bir hayat yavan bir şey, umutsuz ve
boş bir şey, böyle bakıyorum. Artık bu hayattaki her şey ve herkes biraz
eksik benim için. Sevilmeye değer başka insanlar da vardır elbet ama
hiçbiri o değil. Yazarın da dediği gibi "şimdi, ardından yaşayıp gitmek
neye yarar?".
Hani bazen adım atman gerekirken durursun ya sonra da gün geçtikçe adım atman zorlaşır. Geç kalmışlık hissidir bu. Geç kaldıysan bir kere, anlamsızdır yola çıkmak. Bu sebeple hep bahane bulursun. Ben bugün de bir bahane buldum, ardından yarın için de bahane üretmeye başladım. Diyorum ya her geçen gün daha da zorlaşıyor adım atmak. Oysa biliyorum ki yola çıktığım an yetişebilirim, varabilirim oraya. Kim
bilir belki de yoldan çok yola çıkma telaşını, küçücük ellerimle
yepyeni bir umut büyütmeyi, yeniden hayal etmenin heyecanını sevdim.
Gözyaşları geçmişin tüm irinini önüne katıp, akıp gittiği yolu
temizliyor. Her dere yatağı gibi sessiz ama tehlikeli taşkınlara
sebebiyet veriyor ve sanıyorum insan en çok selden değil böyle
taşkınlarda kendinden kaçıyor. Ömrü tüm debisi
ile yaşanır kılan insanlara sımsıkı halatlarla bağlı kalmak... Boğulmak
üzereyken halatınızdan güçlü kolları ile çekip kurtaracak güzel
insanların hatırına muazzam gün doğumlarını ve boğulurken başı göğe
çevirip o derin nefes almaları kaçırmamalı… Bilemeyiz sımsıkı tutunacak kaç nefeslik halatımız kaldı?
Yine bir yoldayım. Sonunda nereye varacağımdan kuşkulu, öyle
ki yolun sonu olduğundan bihaber yürüyorum. Koşmaktan yoruldum. Biraz
soluklanmak için durup üzerimizi gölgeleyen göğüme baktım. Eskisi gibi değil,
siyah duvarların isi sinmiş. Bu kasvetin sebebi buymuş, yeni anladım.
Gün erken bitti bugün. Karşımda batmış bir güneşin geride
bıraktığı turuncu bir boya var ve onun üzerinde gri bulutlar. Yağmur çiseliyor
usulca, gözümün erişemediği ufuklarda bir yerde. Bazen bir yaz yağmuru muydum
yüreğinde diyorum, sonra yine suskunluk… Boya yapacağım duvarlar birer birer
moloz halini aldı, sana ördüğüm her tuğla yerle bir oluyor. Hissediyor musun
içimin alevi sönüyor, bir is kaplıyor çevremizi; duymanı istediğim suskunluğum
yerini bir gürültüye bırakıyor.
Uzak yollardan geliyorum, daha uzak yollara yürüyorum. Bu
kez yorgunluğum sadece bedenimde, attığım her adımla gönlümün yorgunluğu ve
kırgınlığı iyileşiyor. İyileşiyorum, iyileşiyoruz. Dipsiz bir kuyuya düşünce
insanın aklına ne gelir, benim ilk düşündüğüm… Yine bilirsin. Levla, sen hiç mi
akıllanmazsın kızım? Acıyı mı seviyorsun, kırılmışlığı mı, yoksa yaralarını
açıp kanatmaktan zevk mi alıyorsun? Bitmez mi senin bu bilmezliğin,
düşüncesizliğin? Kaç darağacı lazım sana? Kaç denizde boğulman lazım?
Bugünlerde kağıttan gemiler yapıyorum. Hepsi farklı
boylarda, farklı renklerde. Hoşlanmaya başladım bu işten, bir süre daha devam
edeceğim. Hepsi kendi yolculuğuna çıksın diye içlerine birkaç cümle koyuyorum. Ben
benimkini yarıladım, Levla hissediyor musun? Kırmızı birkaç düşüm kaldı; yarım,
bitmesi istenmeyen veya bitmeye gönlün elvermediği. Birkaç düş daha Levla,
yolculuk bitiyor; yolculuğumuzun son durağına varıyoruz.
Jurnallerde bir şeyler oluyor, hislerimiz bizimle konuşuyor.
Hissediyoruz, Levla ile aynı hisleri paylaşıyoruz. Hep loş bir düşteyiz; tam
bilmiyoruz, göremiyoruz, duyamıyoruz. Uyanmak istemiyoruz çoğunda, bir sonu
varsa olsun diye bekliyoruz. Sevmek, sevilmez, acılar, yaralar, bahar, kış,
Ankara ve daha nicesini ağırlıyoruz. Özneler farklı, yüklemler aynı; yüklemler
aynı, özneler farklı. Hikayeler benzer, yolculuğumuz aynı durağa. Levla en çok
jurnallerde ben, ben de en çok jurnallerde ben oluyorum. Keşke her yolculuğumuz
önce içimize, sonra dışarıya olsa. Önce kendini sarmalı insan, Levla kollarını
dola çevreme. Görüyor musun boşluğu, hissediyor musun yalnızız. Bir his bu,
duyulmasını ve görülmesini istediğim, Levla bu bir bedel mi?
Bir is kokusu var havada, bu ne hinlik böyle? Tam yüzüne
dalmışken bir resim çiziyoruz göğümüzde; ondan, onun teninden, onun
gözlerinden. En güzel ağacımızdı belki, kollarına asılacağımız. Bu şehrin
duvarları dar geliyor ruhuma, Levla güneşi aramayı bırak! Loş bir düşte ay, en
güzel semada parlar.
Yandım, yola çıktım. Yürüdüm, uyandım. Bir sabah bile bile
bir ateşe uyandım. Tutuşacağımı bile bile yürüdüm, ben yine yandım. Yanıklarım
hep seni hatırlatır, daha güzel bir iz mi olur değil mi Levla? Bu düş de bitti.
Her düş biter.
Bilmek tükenmek bilmeyen yolları yazıyla, satırlarla
süslemeye pek bir hevesli gönlüm. Bugün usulca bir şarkı fısıldadı kulağıma,
sarıl sözcüklerine. Bağrımda yanıp duran ateşin külleri sarıyor bazen etrafımı,
dinmek bilmeyen acı cümleler döküyorum. Birkaç neşeli yanım duruyor, arada bir
izin veriyorum. Gelsin, en güzel güldüğüm halleri tekrar yaşatsın. Ha bitti ha
bitecek derken yolum, yine kaçıncı kez geri yürüdüm. Bırakılan yerlerde
beklemek âdetimiz oldu Levla. Oysa bizi bekleyen koca koca şehirler; gitmedikçe
bekleyen, özlediğimiz kadar beklediğimiz köyler var. Biz beklemeye aşığız,
beklenen yerlere hasret; özlendiğimiz dağların eteklerinde bir garip… Belki de
bir gün her şey sonraya kalıyor; yarından sonraya, hep sonraya… Denizleri
özlüyor gözlerimiz, bir darağacında sallanıyor hüznümüz; biz yine de hep
iyiyiz, en güzel biz güleriz. Yaz geliyor bak yine, doğduğun günün her dakikasına pişman
olup ağlarken bulacağız o kızı. O duvar yine boyanmamış diye kızacağız, sonra
oturup bekleyeceğiz; tam yolun ortasında, her hikayenin sonunda. Levla, kaç gün
oldu? Bahar bitti, yaz geldi; bak yine ardından kış gelecek. Umutlarını
birbirine ekleyip yaptığın ip boynuna daha bir sıkı dolanacak, çek parmaklarını
üzerinden. Bir mezar taşının soğukluğu var köşende, yetmedi mi bunlar? Levla
bazen Leyla olmaya o kadar yakın ki, korkuyoruz. Bir çığ gibi düşüyor üzerimize
zaman, sen yine de kalkıp aynı yolu yürüyorsun. Bazı şeylerin anlamsızca
eskiyişine mi protesto yürüyüşün?
Şimdi gel, birlikte bir şehre ninni söyleyelim seninle.
Olmayan düşlerimizi yeniden dürtelim. Bir şarkının en can alıcı yerinde
susalım, şarkılar ne söylemek istiyor öyle? Hiç bitmeyeceğini düşündüğüm bir
yangın başlıyor; nereden tutuştuğunu anlayamadan, birden bire her yanın
alevleniyor. Gözün yetmiyor yangını görmeye, sadece bir yanış bu duyumsadığın;
nereye baksan küle dönüyor. Artık kaçamayacağını biliyorsun, öyle de durulmaz
ki ateşe karşı! Ateşe teslim oluyoruz, artık biliyoruz. Bir daha aynaya
bakamayacağız.
Tüm düşüncelerim her an değişiyor. Tüm değer yargılarım
ayaklanmış, neye ne gözle bakacağız biz şimdi? Neyi, ne şekilde kabul
edeceğimi; neyi, ne şekilde reddedeceğimi bilemiyorum. Her şey belki olur gibi
duruyor yine; her şey keşke olsaydı gibi geliyor. Ne çok belki var, ne çok
keşke var; ne kadar çok iyi ki yok, ne kadar çok tam yok böyle. Her şey bağıra
çağıra içimdeki şeytana hizmet ediyor ama ben yine de bekleyip o yolda bir
ileri bir geri yürüyorum. Ve dahası derin seslere kulak kesiliyorum.
Bilmediğim yerlere, bilinmeyen yerlere, bilinmesin istediğim
yerlere yolculuklar yapıp yazıyorum. Oysa hepsi aynı yol, aynı şehir, aynı
sokak, aynı hüzün; farklı hikayeler, benzer sonlar. Yol bitmesin derken
buluyorsun kendini, kaçıncı kez döndüğünde. İçimdeki sıcaklığı imgelemeye
çalışıyorum, bilmem belki bu kez görünür de savrulur küller.
Herkes evine döndü. Sen yine o yolda yürüdün. Sen yoksun.
Kime güldüğü bilinemeyen çocuklar gibiydi neşen, geleceğinden emindin. Bir
sokak dolusunca insan gördüm, gözüm her hayaline daldığında. Baktım içlerine;
Levla, sen yine yoksun. Penceremdeki kuşlar şahit, baktım. Her dem sustuğumda umudumu
yenileyen tıkırtılar işittim. Koştum, baktım. Levla, sen yoktun. Kapındaki
kediler şahit, koştum. Bir kıta, bir okyanus vardı aramızda, yokluğunun tam
orta yerinde durdum. Bekledim öyle; gelmeni sevdim, bekleyişine tutuldum. Kalbin
şahit, sevdim. Herkes kendine döndü Levla, ben yoksun.
Gün boyu dinmeyen bir rüzgâr vardı. Sabahın ilk anlarından
akşamın kızıllığına dek sokaktaki her şeyi titretti durdu. Düşünmedim diyemem,
bazen rüzgârdan korkuyorum. Bilmediğim bir yere savurmasından değil, oradan
oraya çarpıp kırıp dökmesinden de korkmuyorum. Çiçekler adına korkuyorum. Bugün
hava nefesinden serin, ellerinden sıcak. Derin bir nefes alıyorum. İçimde
hiçbir şey bırakmıyorum. Düş kalıyor her şey; göğü, kenti, ellerini rüzgâra
bırakıp kaçayım diyorum. Levla, yine yol boyu süren bir yalnızlığa düşecek. Sustuğunu
anlamasınlar, gülümse.
Belki en uzun rüyaydı bu, yol yine uzanıyor göğüme. Koşalım mı?
"Kendime dönmek zorunda olduğum birtakım yollardan geri yürüdüm" demiştim burada, 15.jurnalimde. İşte o yolun sonunda kendimi bir fotoğrafa bakarken buldum. Bu kez umuttan bahsedeceğim, baharın kapı eşiğime getirip bıraktığı umuttan. Biraz soluklandığı bir yazı olsun Levla'nın, sokaklarımızda hep hüzün var olamaz. Bu kez neler yaptığımdan ve nelerle oyalandığımdan bahsedelim, biraz sohbet etmeyi özledim.
Şimdi bir kapı çalar, biz yine umutla kalkar açarız. Birkaç hafta daha gelip geçer, bu şekilde her açışımız daha bir umuda tutundurur bizi. Bir park var demiştim, penceremden seyrettiğim; artık daha az ziyaret ediyorum. Çocuk sesleri iyi geliyor ruhuma, izin verirlerse birkaç fotoğraf çekiyorum. Bazı fotoğrafların sesleri olduğuna yemin edebilirim ama kimseyi inandıramam. Instagram hesabından görüyorsunuz belki de, bugünlerde fotoğraflara sarıldım. Zamanı durdurmanın ve saklamanın mümkün olduğuna inanmak için bir de dünyaya vizörden bakıyorum.
Bazı şarkılara çizimler yapıyorum. Sadece bir şarkı ile 3-4 saatlik bir iz bırakıyorum. Eskisi kadar iyi değil çizgilerim, ama bu kağıda dokunuşlar ruhumu rahatlatıyor. Bir şarkıyla günümü geçiriyorum bazen, sonra o hisleri dökmek için böyle bir yol buluyorum. Çizmek, dinlemekle bütünleşiyor. Bazı çizgileri silince izi kalıyor ya hani, bunu o notanın anılarıma dokunduğu bir yer gibi görüyorum. Çizmek güzel, yazmaktan daha iyi mi bilmiyorum ama kelimeler yerine çizgiler daha özgür sanırım. Hayatta da kalemi nereye kadar götürdüğüne bağlı bazı şeyler, sen durdurmadıkça susmuyor sesler. Ruhu dinlendirmenin bir yoluyla diğerini böylece birbirine bağladım işte, şarkılar ve çizgiler birbirleriyle uyum içinde.
Çalışmalardan bahsedelim mi? Okul, iş ve araştırmalar. Az çok biliyorsun, boş durmayı hiç sevemedim. Yeni uğraşlar edinme konusunda oldukça başarılıyım. İspanyolca ile uğraşıyorum mesela, gittikçe sevmeye başladım. Gitarla aramız biraz soğudu bu aralar, dönemin bitmesini bekliyorum. Fotoğrafçılık sayesinde yine tasarım programlarıyla uğraşmaya başladım. Paslanmışız baya, bu pası sökmek gerek. Okuldan bahsetmiyorum, o zaten hep bir şekilde ilerlemesini bildi. İlgi alanlarıma göre onu da şekillendiriyorum. Rutine dönmediği müddetçe her şey yolunda, yeni bir şey de hemen ekleyebiliriz.
Gittikçe sanata dönüyorum, sanatla da kendi içime. Okumalar azaldı, sadece şiir kitapları duruyor elimde uzun süre. Şiir yazmaktansa okumayı tercih ediyorum. Bazı şiirler buluyorum, kendime dokunan; bazıları daha çok bir liman olan. Slyvia ile uykuya dalıyorum çoğu zaman, bir gün gözümü açtığımda aynada ona bakacağım. Şiirleri hep daha bir yakın, daha bir dost canlısı bulmuşumdur. Bazı mısraları şairle yazıp üzerinde düşündüğümü hayal ediyorum. İlk kez Özdemir Asaf'tan bir şiir ezberledim bu hafta, unutmamak dileğiyle. Bu yıl bahar bana bir canlılık getiriyor, ruhum ilk kez bu kadar şiir dolu.
Balkonumuza ufak bir bahçe kurduk. Bir limon ağacı, birkaç çiçek saksısı ile yeşil bir alan oluşturduk. Limon çiçeğinin bu kadar güzel koktuğunu tahmin edemezdim, çok hoş bir kokusu var. Saksıların sayısı gittikçe artıyor, bugün bir saksı daha ekledim. Bir köşede yeşilliğe bakıp dinlenmek iyi geliyor. Evden çıkamadığımız günlerde yeşilliği eve getirmek iyi oldu. Şimdilik fotoğraflarını koyabileceğim kadar çiçeklenmediler, o yüzden birkaç hafta sonra burası oldukça renklenecek diyebilirim.
Bir gün neşeli, bir gün kasvetli yapım bu yazıya da yansıyor. Bahar bu kez sokaklarımızda Levla, istesek de gülmeden edemiyoruz. Birkaç söz dilimizde pelesenk olmuş ama biz yine güleceğiz. Sizlerle de bu sokaklarda çokça karşılacağız.
Merhaba, kasvetli bir günden iç karartan bir yazıyla geldim. Ortalığın dağınıklığı için kusura bakma, kırılıp dökülecek daha çok cam(n)ımız var.
Uzun bir vakit geçti. Yazmaktan kaçtım, kendimden kaçtım.Öyle ki kaçmak yaptığım tek eylem, susmak ise ezbere bildiğim tek edim oldu. İçimdeki kaosu yazıyla dökerdim ki toplanma imkanı bulunsun, şimdi o kaosu oturup seyre duruyorum. Bir duvarı andıran hislerim ile yazıyorum, sözcükler birkaç neşe kırıntısına tutunmak istiyor ama şimdi dağlarımızın ardından bir yel esiyor.
Birkaç gün önce, belki birkaçtan biraz fazla, bir deftere "Nereye
gittiği belli olmayan onlarca yolun başındayım" yazmışım. Onlarca yolun
başlarının ürkütücülüğünü belirterek altını çizmiştim. Onlarca yoldan birini
seçemiyordum. Bu kararsızlığı ve duygusallığı zirvede yaşayan biri olarak
mantıksal bir şeyler serpiştiremeyişlerimden dolayıdır. Mantığımı
kullanmayı düşünmüyorum çünkü mantıksal şeyler bazı hayatsal
faaliyetlere müdahale ettiğinden beri insanlar gözyaşlarını yok saymaya;
duyguyu ve duygunun getirebileceği her şeyi umursamamaya başladı. Bir süredir buna kafamı yoruyordum. Mantıksallığa karşı büyük bir anarşi geliştiren beynim bütün bunları
yaşarken mantığını kullanıyordu oysa! İçimdeki beni çoğu zaman anlamayan
iktidara öfkeliydim, sen öfkelenmediniz mi Levla?
Doğru ya, sen onu
dinlemeyi bırakalı uzun zaman oldu. Uzun zamanın birinde kaldı
susturduklarımız. Öfkem bu kadar olmadı,olmamalıydı Levla. Susturmayı düşünemedim. Aslında
çoğu şeyin kararını sonraları düşünürüm. Aldığım kararlar yığılır,
yığılan kararları düşünmeyişimden dolayı ben de yığılırım. Mantığımı
kullanmadığım zamanlara nefretim ve mantığını kullanabilenlere. Bunu
da az önce fark ettim, biri beni uyardı.
Karanlıkta kalan bir şeyler
var. Karanlıklara ışıklandırmak hiçbirimizin aklına gelmiyor. Kendi
şehirlerimde boğuluyorum, kendi şehirlerimi onların aydınlatması
isteyen ruhumu boğuyorum.
Çıkarımlar yapamıyorum, çıkarımlar boğuk,
çıkarımlar kesilmiyor, şiirlerim susmuyor. Yakıyor, yıkıyor. Aleve
tutuyorum bedenimi, alevler ruhumu yıkıyor. Kendimi kendim hariç her
yerde aradım, nerede kaybolduğumu bilmiyorum. Kendimde
kaybolmuş olmaktan korkuyorum. Onlar hala göremiyor kaybolduğumu, öylece
izliyor. Ben de öylece kahkaha atıyorum, içimdeki boşluğa doğru. İçimdeki boşluklar ruhumdan şikayetçi. Her gün ruhumu susturuyorum, her
gün şarkıların seslerini biraz daha yükseltiyorum. Şarkılar ruhumu
çevrelerken gerçekleri görmezden geliyorum.
Yazmadım, kızıyorum kendime ama bilmiyorum böyle içimde fırtınalar kopuyor ve ben yine sessizim. Suskunluk üzerime yapışmış, çıkmıyor. Dinledim defalarca, bilmiyorum kaçıncı kere ama bak yine dinliyorum. Eskimiş, bir kenara koyulmuş hislerimi şaha kaldırıyor bu ezgi. Yazmak, uzun bir zamandan sonra bu kadar kolay olmamıştı. Dolmuşum da yağacak yer arıyormuşum gibi. Bir hasret var içimde, anonim demiştik ya hani, bu kez kime olduğunu bilmediğim, neye olduğunu çözemediğim bir hasret taşıyorum. Ben yine çok konuşuyorum kendimle, hislerim soğuk bir duvarı andırıyor, ağlayamıyorum.
Bana aldığı çiçek, kokusunu getiriyor hatrıma, bana o söz verdiği mozaik pastayı hiç yapamamıştı. Bu şehir bana hiç yaramıyor, bize burası sadece yara. Acıları seviyorum, onları büyütüyorum. Deniz'in kokusu mu şu aldığım, sahi kaç yıl eskidi? Böyle yarım yamalak omuyor, hatırlama işte.
Aylardır elime, okumak için, bir kitap almadığımdan sanırım, aynı
lafların gevişini getirip duruyorum. Kendimin bir fotoğrafına dönüştüm. İçli içli kusuyorum. Böyle olması hoşuma gitmiyor. Yürüyemeyecek durumda mısın? Belki de sen öyle sanıyorsundur. Bunu biraz yürümeden ve biraz vazgeçmeden asla anlayamazsın Levla.
Aylar sonra fotoğraf makinesini aldım elime, cadde cadde geziyorum. İnsanları seyrettikçe kendimden uzaklaşıyorum. Seneleri birkaç alın çizgisinde görüyorum, gözlerin altındaki torbalara doldurulmuş acılar ise ilk dikkat çeken. Doğaya kaçmak da çözüm değilmiş gibi hissediyorum, kaçmak artık bir çözüm değil Levla.
Geride bırakmak bana göre değil. Daha çok karla kaplı bir dağın
tepesinden yuvarlanan ve gitgide büyümeye devam eden bir kar topu gibi,
birikerek büyüyen ve bir yerlere çarpıp da parçalara ayrıldığında
olabildiğince uzaklara dağılabilen... İşte bu bana göre. Kendimi,
kendimden uzak tutmanın tek yolu bu. Üstelik kendimi
tanıyamadığım zamanlar, kendimden emin olduğum zamanlardan çok daha
fazla ve bu daha iyi. Böylelikle o zaman öylesine yaşıyormuş gibi dursam da,
aslında birden fazla hayatım olmuş gibi düşünebiliyorum. Birden fazla
hayatım olmuş ve bunları biriktirmişim. Aklımda tutmaya gerek duymadan
biriktirmişim ve hepsini, bilincimin derinliklerinde bir odaya
kilitleyerek savrulmaya devam etmişim. Ne güzel! Oysa inkâr etmek
istiyordum. Karşı karşıya gelmek, hayret etmek, tiksinerek bakmak, sevgi
duymak istiyordum. Tüm anılarımın karşısında üstü başı yırtılmış, saçları dağılmış, yüzü kir
tutmuş, bilekleri pasla karışık kan izleriyle doluymuş gibi durmak ve söylenmek tüm anılarıma... Hiçbiri benim
gibi durmayan anılarımla dövüşmek, sakladığım kimliğimi sonunda böyle
açığa çıkartmak istiyordum. Onu o an sevip kabul edeceğimden değil,
korkumu yenmek için.
Şimdi yeniden düşündüm de, geride bıraktığım bir şey var Levla. Kendimi ve
aklımdakileri alıp başka yerlere sürüklenmeye başladığımda, geriye kalan...
Bu kez giderken afilli cümleler kuramadım ama bu yazıya bir bitiş lazım. Biliyorsunuz, buralarda yine görüşeceğiz.
Sayın okuyucu, dilersen bundan uzaklaşıp gidebilirsin bir sonraki yazıya; çünkü bu biraz Levla'dan Levla'ya mektup olacak, yanlış anlama özel değil meselemiz sadece iç bunaltıcı olmasının yanı sıra karmaşık bir zihin bulanıklığına tanık olacaksın. Kopuk yazmalarım meşhurdur ama burası biraz kaosu andırıyor, yine de sen bilirsin tabi. Okuyacaksan arada durup başa alabilirsin veya baktın sarmıyor kapat geç yahu ben bile okumuyorum çoğunu.
Uzak kaldık blogumuzdan, kağıttan, kalemden ama en çok da kendimizden Levla. Eski kadar yazıya sarılmıyoruz sanırım, belki de sadece unutmamak için yazıyoruz bunları? Jurnaller günlüğüme düştüğüm notların dışında kendime yazdığım mektuplar olmaya başlıyor artık. Sayısını yine unuttum ama birkaç kere tekrarladığımdan eminim bu durumu, on altıncı jurnali yazıp yazıp sildim. Eskisi kadar kaçmıyoruz diyordum acılardan, gerçeklerden ama öyle değilmiş, avutuyormuşuz kendimizi Levla. Burası not defterinden ziyade kendimizi resmettiğimiz bir alandı ya hani, o resme bakmak artık bizi yoruyor sanırım. İnsan ezbere bildiği çirkin bir yüzün ayrıntılarına dönüp durup bakmaktan da usanıyor ya neticede, hak vermek lazım. Yaşlandığımızı veya büyüdüğümüzü -ne dersek diyelim işte adına, bana göre de içimin geçmesi mesela ama bunu dile getirmemek lazım- nasıl anlarıza kafa yoruyoruz birkaç gündür, durduk yere o raftan düşüp zihnimizi bulandırmadı bu düşünce biliyorsun, bir süredir dördüncü kere aynı kitabı okuyorsun. Her seferinde o sayfada durup dalıyorsun. Dur şimdi, onu hatırlatmak lazım mı bilemedim zaten ezberinde değil miydi o senin? Unutmuşumdur, bir daha üzerinden geçelim.
"Ne dersek diyelim, ne iddia edersek edelim, dünya gerçekten çekip gitmeden çok öncesinde terk ediyor bizleri.
Daha önce en çok meraklısı olduğumuz şeylerden, günün birinde artık gitgide daha az söz eder oluveririz, ille de konuşmak gerektiğinde de zorlanırız. Hep kendi sesimizi duymaktan gına gelmiştir... Kısa keseriz... Vazgeçeriz... Otuz yıldır konuşup duruyoruzdur zaten... Haklı çıkmayı bile umursamamaya başlarız. Zevkler arasında kendimize ayırdığımız o küçük yeri bile koruma arzusunu yitiririz... Kendimizden iğreniriz... Azıcık karnını doyurmak, birazcık ısınmak ve hiçbir yere varmayan yolda giderken mümkün olduğu kadar çok uyuyabilmek artık yetiyor da artıyordur bile. Yeniden bir şeylere ilgi duymak için başkalarının önünde takınacak yeni surat ifadeleri bulmak gerek... Ancak artık repertuarımızı değiştirecek gücümüz kalmamıştır. Eveleyip geveleriz. Onların, yani dostların arasında kalabilmek için bin türlü numara ve bahane ararız, ancak ölüm de artık buradadır, leş kokulu, yanı başımızda, artık daima orada kalacaktır, bir el pişpirik kadar bile gizemi kalmamış olacaktır. Gözümüzde bir anlam ifade etmeye devam eden tek şey olarak ufak tefek üzüntülerimiz kalmıştır, sözgelimi o küçük şarkısı bir Şubat akşamı ebediyen susan Bois-Colombes’daki ihtiyar amcamızı henüz sağken ziyaret etmeye bir türlü zaman ayıramamış olmanın üzüntüsü. Yaşamdan geriye sakladığımız bir bu kalmıştır. Yani bu ufacık korkunç pişmanlık, gerisini ise, az çok yolda kusmuşuzdur, epey çabalayarak ve zorlanarak da olsa. Artık kimsenin geçmediği bir sokağın köşesindeki eski püskü bir anı fenerine dönüşmüşüzdür."
(Gecenin Sonuna Yolculuk, Louis Ferdinand Céline, Yapı Kredi Yayınları, 22.Baskı, s.468.)
Terk mi ediliyoruz, yoksa kasıtlı olarak biz mi bırakıyoruz kısmı daha ilk cümleden beynimi ağrıtmaya başlamıştı hatırlıyor musun? Genellemeyi geçip kendimize baktığımızda da bir hayli karışmıştı ortalık, duvarın cevap verdiği gündü sanırım. Bir şeyler oldu ama neyse onu geçelim, sonra düşünürüz bunları. Yaşlanmak mı yoksa büyümek mi yoksa olgunlaşmak mı yahu bunu geçtim, içim geçti diyoruz derken birden durdum.
Hayatı bazen çok kolay bir şekilde biz bırakıp gidiyoruz Levla, çok canımız yanıyormuş diyerek acımıza kol kanat gerip içimize gömüldükçe geçen dakikaların boşluğuna mı yoksa yaşanacak ama yaşanılamayan anların sayısına mı borçlu kaldık? Oysa ölüm diye bir uçurumun kıyısında oyalanıyorduk, unuttun mu? Hatırlamak değerli, unutmak yorucu, bir o taraftayız bir bu tarafta; oyalanmalıyız, bir noktada durup izleyerek dengede duramayız o kıyıda, sahi denge diye bir şey yoktu sende, bu kısım imkansız o zaman. Bir kısım uğraşlara başlayıp devam ettirememek de değil hani kast ettiğimiz; devamlı olabilmek önemli, asıl bunu başarmalıyız. Sekteye uğrayabilir ama durup tekrar başına geçmeyi bilmeliyiz. Artık repertuarımızı değiştirmeliyiz dediğimiz anda o gücü bulmak lazım ya hani, biliyorsun işte ne dediğimi -kaçmak çözüm değil demiştik- yap gitsin. Daha da yaşlanmadan geçip bir şeyler yapmalıyız demek lazım sanırım, yoksa kimse inanmıyor olan bitene, duvarlar bile üstün körü bir inkara girişiyor. Sonra o eski püskü fenerin birkaç yüzü aydınlatması ümidine bağlı kalamayız, biliyorsun.
Bir mektup yazdık, oradan başladı her şey aslında; bloga resmetmekten korktuğumuz o yüzü tekrar görmeye böyle geldik. Susmak yerine konuşmayı seçtiğim ilk zamandı bu, iyi bir başlangıç sayılmazdı lakin yine bir başlangıç fena olmadı yahu kaç senedir susuyoruz. Bazı şeyler konuşulmalı dedikçe sustuğumuz o kutuyu kapamanın ne anlamı vardı, onlar senin birer parçan diyene korku dolu gözlerle bakacak kadar neyin vardı ah Levla?
Kutu fazla aralanmadı ama en azından içinde artık ne olduğundan eminiz; bir denizim vardı, sonra bir arzum, bir de bir miniğim. Ruh denen o sisin içinde kayboldukça ovaladığım penceremden etrafı göremiyorum. O parka bakamıyorum, o çocuk gülüşleri doldurmuyor kulaklarımı, gidenlere ağıtlar yakıyor arkada birileri -bu sesi durdurmalarını söyledim defalarca ama olmuyor. Bir sızının parçaları batıyor ayak uçlarında gezinen o kıza, bak yine çipil çipil gözleri ama işte bu kadar görünüyor o bulanıklıkta, kollarını sallaman sisi dağıtmaya yetmiyor, bazen kanatlarının olmasını çok istiyorsun.
Bak yine takıldık boya kutusuna, yine boyanmadı değil mi o duvarlar, yaşamdan geriye ne sakladın dediklerinde göstereceğiz bunları diye mi boş olmasına rağmen ısrarla orada tutman? Geride ahuzar olanlar bıraksak da bir şekilde unutmaya meyil ettik hep, yittiği yere kadar eski bir hikaye tutturduk. Ben ölmeyi beceremem Levla ama her hayalimi parmaklarımın arasına gömmeyi bildim. Boynundaki o kesiklerin sebebi belki de bunlardır, her zaman dikkatsiz biri oldun. İzdüşümü birkaç adım attık önce, bazen kıyının da kıyısında olmak yaşıyorum hissi verir ümidiyle, o rüzgarın saçlarına değmesini izledim. Savrulanlar saç telleri yerine birkaç zincirmiş, gün ağarınca parıltısı cezbetse de artık hoşumuza gitmiyor.
İstediğimiz o kentin sokaklarında birkaç ses duyma arzusu belki de bizimkisi, yine yaşıyor değil de sıkışmış kalmış hissi duyuyoruz ya hani işte o sivri köşelerden uzak durmak lazım Levla.
Her şeyin bir zamanı var. Gecikmişliklerimizden asılı kalacağız hayata. Şimdi bir süreliğine yine gideceğim, ama biliyorsunuz buralarda hep görüşüyoruz.
Kendime dönmek zorunda olduğum birtakım yollardan geri yürüdüm. Daha sağlam durabilmek, dayanabilmek için bir sonraki adımımdan önce kırk kez düşünmeye başladım. Nereye olduğu önemsiz, çıkıp gitmek istedim şu kapıdan. Benim biraz kendime gelmem lazım Levla. İyi de zamanla kendine gelirdin zaten, bak öyle diyorlar, zamanla toplarsın, zamanla geçer, alışırsın. Ah be Levla, o kadar basit mi ki bu kendine gelmek dediğimiz olay? Ben kendimi bile bilmiyorken nasıl geleyim, sahi ben kimim, biz kimiz, Levla sen kimsin, kimsin sen? Bunu geçenlerde de sormuştum, değil mi, neden dönüp dolaşıp buraya geliyoruz biz senle?
Ben herkesin hayatının belli bir kısmında olan o insanım. Sesi çıkmıyor diye anlaşılmayan kırgınlıklarımdan, üzerime diktiğim roller ve maskelerle bir tutup beni yargılayanların hayatlarında uğradıkları bir duraktım; öylesine bir güzergahtım, kimsenin inmediği. O camların ardından baktılar bana, beni anladıklarını düşündüler, sorun var demedim diye her şey yolunda sandılar, anlatmadığım sürece anlaşılmadım, anlattığımda da anlamadılar, anlaşılamadık Levla. Sonra inceldiği yerden koparmayı öğrendik, sustuk bekledik, onlar anlattı, sustuk, onlar bağırdı, sustuk, dertleştiler seninle, sustuk, her şeye eyvallah diyerek kafa salladık. Görmezden geldiler, sustuk, kırıklarla yaşanır dediler Levla, bizim kesiklerimiz var diyemedik, bunlarla yaşanmıyor diyemedik. Şakaya vurduk hep acıları, güldük en güzel gülüşlerimizle, sonra öyle bir ağladık ki herkesi kaçırdık kendimizden. Keşke her şey durulsa Levla, bir süre de onlar sussa, bir sessizlik olsa şimdi buralarda. Çok isterdim bunu.
Kendimi tanıyamıyorum Levla, seni tanıyamıyorum, bizi tanıyamıyorum. Çok kısa zamanda ne kadar çok değiştim. Ne kadar çok fark ettim, ne kadar çok kabul ettim, ne kadar çabuk kabullendim. Ne kadar çok sildim, ne kadar çok vazgeçtim, ne kadar çok sevdim. Bazı yerlerde iki kere daha çok oluyormuş, Levla. Bunu çok iyi anladık, değil mi? İyi değiliz, kötü de değiliz. Sadece doluyuz, ama hani yağamıyoruz gibi. Böyle havada bir hinlik var da bizler onu görmemişiz, kendimizden bilmişiz gibi. Bir eksik var da biz o eksiği tamamlamak yerine bir de biz eksiltmişiz kendimizi. Anlayamıyoruz bunu ama biliyorsun. O arada kalmışlık hissi omuzlarımıza yük olmuş yine. Hiçlik var, nedensizlik ve nereye gittiğimizi yine bilmiyoruz Levla. Bir karmaşa var, çevremizde, tam ortasındasın, yeter, susma, bir karmaşa bu, bitsin Levla, böyle ne seviniyoruz ne üzülüyoruz ne de seviliyoruz. İyi değiliz Levla ama kötü de değiliz, tam ortasındayız.
İçimdeki her şey ölüyor Levla, hatta düş kurabileceğine inanan o ben bile nefes almayı bıraktı. Ne yaparsam yapayım, gönlümün kaydığı bütün o dinginlikler ben onlara yaklaştığım kadar benden kaçıyorlar. Canım çok şey anlatmak istiyor ama yorgunum. Heveslerim yorgun, zamanla geçeceğine olan inancım da yorgun. Mecalimiz kalmadı, çok yorgunum. Şu köşede azıcık dinlensek, bize kim nasıl geliyorsa biz de öyle gitsek ya artık. Olmasında bir hayır vardır diye diye olmadı hiçbir şey, olduramadık. Her gün yıkılıp yeniden toparlanıyorum Levla. Bizden başka kimsenin haberi olmuyor. Her seferinde kendimi bu noktada bulmaktan çok sıkıldım. Çıkıp şu kapıdan saatlerce dolaşmak istiyorum ama ben benimle gelmesin. Susmak bilmiyor bunlar, sessiz bir gürültüyle dolaşıyorum sürekli. Biraz şu bankta dinlenelim mi seninle, bak çocuklar ne mutlu.
Bazı vedalarımız oldu, bazı yaşanmışlıklardan geçtin Levla, ruhunun ağırlığını gönlün taşıyamadı. Gönlünün karasından ruhuna da çalındı ama göğün yine aynı kaldı. Bazen o derin kıyılardan baktın uzun uzun; kendine, kendin gördüklerine. Geceleri uyanıp yeter diye bağırdın onlara, sonra dönüp tekrar kollarına koştun. Hayattan kaçıp uykuya sığındın, kabuslarından kaçıp gecenin karasından çaldın yüreğine. Gecenin boya kovasını çalmışsın bak yine diye azarladın o miniği, gönlünü alayım diye ilk sen fırçanı batırıp boyadın göğünü. Göğsüm sızlıyor Levla, tam şuramda bir sızı var, biliyorsun. O sızı seni uyandırıyor, o sızı beni ağlatıyor, o sızı bizim kollarımızı kırıyor, tutamıyoruz sonra hayatın yakasını. Silkelesek şöyle bir, belki düzelecek hepsi, biraz da biz sevineceğiz. Mavi boya da isterdik belki, kırık kollarla yaşamak zor Levla.
Kendimi yaşıyor gibi değil de sıkışmış gibi hissediyorum. Bu eve, bu yolda, bu hayatta... Ruhum ağır geliyor gönlüme, omuzlarımdan tutup silkelesene beni. Levla bir çare bulacak mı zaman bize? Ruhumun, yüreğimi parçalayan sivri köşeleri var. Kesiklerimizden kan yerine akan irin mi? Sus!
Her şeyin bir zamanı var, hatırlayacağız. Gecikmişliklerimizden asılı kalacağız hayata. Şimdi bir süreliğine sessizlik. Yazı bitti.
"Bakalım bu sabah hangi felakete uyandık!" diyerek kalktığım günlerdeyim. Her günün bir başka güne aman vermeden istikrarlı bir şekilde daha kötü geçmesine ise artık şaşırmıyorum. Bizi gittikçe daha kötüsüne alıştırıyorlar Albayım, bu böyle daha ne kadar gidecek, ben dayanamıyorum! Bu aralar fazla maruz kaldım Tehlikeli Oyunlar'a ve Tutunamayanlar'a. Son kez tekrar okuyayım diyerek sürekli sayfalarının arasında kayboluyorum. "Son kez" şu sıralar en fazla kullandığım söz bu sanırım. Gitmek ne zaman olur bilemiyorum Levla, bugün daha bir hışımla uyandık ya uykudan, belki de vaktin değerini anlıyoruzdur.
Bazen zamanın ne kadar hızlı geçip gittiğine şaşkın şaşkın bakan bir ben hatırlıyorum, saate baktığında "Vay be ne çok çabuk akşam olmuş!" dediğim sayısız akşam. Okuyacak çok kitabım, çalışacak çok dersim, araştırmak istediğim birçok konu, yaşamak istediğim birçok gün veya birkaç gün... Bazen sadece düşünerek geçirmek istediğim günlerim, birileriyle oturup sohbet etmek istediğim akşam üzerilerim, gece uykusuzluğuma katık olacak çeşitli müziklerim var. Peki ya zamanım?
"Uzun zamanlar oldu" dedim daha birkaç gün önce, bir dostuma. Görmeyeli, konuşmayalı çok uzun zaman oldu Levla. Bazı şeyler kaldı içimizde, bazı şeylerin üzerini biz örttük, bazılarını da yanlış muhataplarının üzerine yürüttük. Vakit geçti, biz de durmadık geçtik yanlarından. Sayfaların arasında papatyalar kuruttuk, o papatyalardan şiirler kurduk, o şiirleri içlerimize doldurduk ama geçti hepsi. Biz yine sustuk, içimize konuştuk, içimizde konuştuk. Levla, duydun mu ki beni?
Şarkılara resimler çiziyorum, bir dağ, bir kız belki bazen bir çift göz. Her çizdiğim çizgide kağıda bir kesik atıyordum ya hani, o beyazlığı karanlığa gömüyordum. Aslında çizmeyi neden sevdiğimi hatırladım böyle böyle, beyaz kağıtları içimin simsiyah göğüne buladığım her çizgimle maviliğimin kıyısından tutuyormuşum ben. Vakit sandığımdan geç ama birazcık o maviliği görsem içime huzur doluyor, bilirsin huzur önemli. Her günümü bir sonrakine tan vaktinden bağladığım gibi her günlüğü bir sonraki günlüğe tam ortasından iliştiriyorum. Yine aynı camdan bakıp geçip giden saatime ağız dolusu küfürler ediyorum.
Söyleyemediklerim, sustuklarım, yanından geçip gittiklerim hep içimde ince bir sızı. Zamanında yapacaktım, vaktinde bağıracaktım diye diye geçirdiğim dakikalarımın üzerinden tekrar tekrar geçiyorum şimdi, sona yaklaştıkça artan bir acele ve pişmanlıkla. Hüzün hep var bak, tam ortasında hem de. Bu kaçıncı Levla bilmiyorum ama zaman çok çabuk geçiyor! Zamanla geçer dediğim şeyler hep bir hışımla alıp götürüyor bizden ömrümüzü. Sonra bir düşünüyorum Levla; bir okyanus var herkesin içinde, kimisi oturup izliyor onu, kimisi içine dalıp çıkıyor da yüzmeye başlıyor, kimi de arkasına bile bakmadan kaçıp gidiyor ondan uzağa. Biz hangisiydik, hangisi sendin, hangisi ben? Biz kimdik? Hakikaten Levla sen kimsin?
Yazmak eskisi kadar kolay değil demiştim ya hani, sanki konuşması çok kolaymış gibi. Kolay değil diyen ben, kalkıp günlüğümün sayfalarını tükettim Levla. Sayfalar dolusu yazmışım. Her sayfada tekrarlanan cümleler var mesela, başta da zaman geçer, zaman geçer, alışırım, alışırım, alıştık, alıştık, zaman geçti, geçti, geçti. Artık affedemiyorum kendimi demişim bak tam o gün, yine tekrarsız bir ağır cümle savurmuşum kendime. Sayfaya bile ağır gelmiş olacak ki köşesinden su almış, hafif de sararmış. Aylar, yıllar önce söylediğim ama hala aklıma geldikçe kalbimi sızlatan, gözlerimi dolduran, duygularımı alt üst eden cümleler karalamışım. Sessizliğim çok konuşmuş Levla, ama duyuramamış kendini. Suskunluğum, ne de çok bağırmış o gün. Bir kahve koyalım, dur bekle, iyi gelir bize.
Yaşamak çok nadir rastladığımız bir şey olmuş, düşünsene, bazı günler sadece orada o anda var olduğun, nefes aldığın için geçip gitmiş. Öylesine geçip gitmesine izin vermişsin o dakikaların. İşte şuramda bir sızı var, tam yerini bulamıyorum ama var işte. Ağır laflar etmek yerine gülüp geçsene be Levla, yeterince sızımız vardı zaten. Saçların geliyor eline, dokunmaya korkar oldun, stres mi hep bunlar, hüzün demiyor kimse, şişt fazla sesin çıkmasın, susmak bizim en büyük çılgınlığımız unutma. Bitirelim bunu, çoğunda gözümüz yok zamanın.
Bazı şeylere eskisi kadar sesim çıkmıyor yani eskiden sesimin gür bir şekilde çıktığı şeylere susup kalıyorum, ya da sessiz kalmayıp bağıra çağıra gittiğim meselelerde de artık ağzımı açmıyorum. En çok sesim kendime çıkıyor hatta, bugün yine ayna karşısında bağırdım, kızdım kendime, sonra durup iki üç ağzı bozuk laf ettim. Biraz rahatlar gibi olunca oturup bakıştım aynadakiyle, gittikçe hüzün çöküyordu gözlerine ama yapma demedim. Yağmur yağıyor yine, oysa severdik biz yağmuru, ıslanmayı, ıslak koşmayı, yürümeyi, ne oldu demedim ama bak yine, olması gerekenler olmadı da olmaması gereken ne varsa oldu işte yine. Bir türkü var kulağımda, anonim, ama aklıma türlü meseleleri, cürümlerimi getiriveren cinsten.
Geçenlerde bir resim çizmiştim, o yarın başında sanki ben vardım da uzaktan kendime bakıyordum. Ne yapıyorsun, nereye bakıyorsun böyle demek geldi geldi gitti dilimin ucundan. Bazen dönmüyor cümleler geri, öylece çıkıp karışıyor havaya, ama işte onlar da gidiyor zamanla birlikte. Geçiyor her şey, geçmese de alışılıyor değil mi? Denizi özledim ben, diye çığlıklarım oluyor bazı geceler. Sonra susuyoruz öylece, birkaç uyku sersemi nidası nasıl olsa değil mi? Tutunmak çok zor, tutunamıyoruz albayım diye bağıralım mı, ben artık susmaktan sıkıldım, sesim çıksa ya birazcık, çok değil, biraz sadece. Güzel yerinden kırılanların sesi çok çıkmazmış aslında, değil mi Levla?
Göynüm de göğüm de hep aynı renk artık, hatta ikisi de artık bana çok ağır geliyor, başımı kaldırıp bakamıyorum. Göründüğü kadar büyük değil benim cüssem, bilirsin içim hep biraz daha kırılgan. Bak yine öylece dönmeden gidiyor kelimeler, tıpkı ben gibi. Sanırım o yarın başında bakmıyorum da haykırıyorum ben, sustuklarım yankılanıp dalgaların arasında kaybolsun diye. Diğer türlü çok ağır bunlar, bak taşıyamıyorum, bıraksam ya şunları bu köşeye, sonra hızlı hızlı yürürüm, yetişirim belki hayata. Bir ben vardı işte derim, şu köşede, bıraktı göynündekileri. Göğüne bakmak ağır geliyormuş artık, hızlı hızlı gitti geçti buradan. Olmaz mı?
Siyah değil, kara o, kapkara, simsiyah. Eskisi gibi değil mavim, artık mavi denir mi onu da bilmiyorum ya neyse. Şiirler okuyorum, ama o şairi değil artık, o duraktan gideli çok oldu sanırım. Belki de o durak da gitti oradan, kalmadı yerinde hiçbir şey, o da gitmiştir belki. Kendimin ağacı olmayı öğrenmeliyim diye dolanıyorum ortalıkta, nereden başlanacağını bilmeden, öylece ortasından tutunuyorum, ben bazen böyle fikirlere tuttuğum yerden kapılırım bilirsin. Her şey geçer, değil mi?
Güneş doğsun diye bir gün daha, kalkıyorum yataktan, yastığımdan ayrılmak eskisinden zor geliyor artık. Uyku aradığım ve özlediğim bir şey oldu, uyusam saatlerce. Günlerce, aylarca, yıllarca... Uyanacağım ihtimali korkusundan uyuyamıyorum bazı günler. Güzel şeylerin hep bir sonu vardır diye bir ses yankılanıyor sonra, duvarım da sonunda benimle konuşuyor galiba. Üzerine resimler astığım halde bir türlü sevemediğim, resimleri de sürekli söküp atıyorum ya canını acıtmak istercesine, herhalde kızgın bana, canımı yakacak laflar dışında pek konuşkan olmuyor. Ben de hep daha bir hışımla söküyorum resimleri üzerinden, boyalarını kazıyorum rüyalarımda.
Biraz canım sıkkın bugün, yağmur yağıyor. O rüzgarla gelen koku da kesmiyor beni şimdi, üşüteceğimi bile bile dikiliyorum o camda. Çocuk parkına bakıyorum yine, salıncaklar usulca salınıyor, boşlar, çocuk seslerinden bihaberler, damlaların ağırlığı belki bir nebze kesiyor onları. Toprak yağmura karışıyor ya şimdi, özlemişler midir ki birbirlerini? O hasreti onlar da mı duyumsuyorlar, bak ne güzel bir ezgi tutturmuşlar, o hafif şıpırtılar, koşmalıyım altında, belki bir gün.
Merhabalaaaar, merhabalaaaar, merhaba sana da sayın okuyucu. Tanıdığınız kadarıyla, takip ettiğiniz kadarıyla haberiniz var ki kitapları çok seviyorum, ama hani böyle pek de lafta değil, okumaya çocuk yaşlarda başlamak ise yaptığım en iyi şeydi. Teyzelerimden biri eskiden "Gümüşlük" olarak adlandırılan dolabı kitaplığa çevirmiş hatta içindeki cam bardakları, tabakları, süs eşyalarını falan birkaç göze tıkmış geri kalanına kitaplarını tek tek dizmişti. Dört beş yaşlarımdaki merakla orayı düzenlediği zamanlarda özellikle onu izlerdim, kitapların ne olduğuna dair pek fikrim olmasa da güzel bir şey olmasa neden anneannem kitapları oraya koymasına izin versin ki derdim. Gazetelerin resimlerine bıyıklar, gözlükler çizmeye başladığımız zamanlarda da o minik tırtıllar misali koyu renklerde sayfalarca uzanıp giden şeylerin ne olduğundan bir haber güler eğlenirdik. Annemin bana teyzemin kitaplarını koklattığı zamanı hatırlıyorum, o kokunun hala hastasıyım mesela :) Sonra bana verdiği ufacık sözler, okumayı öğren sana da alalım bunlardan, sen de teyzen gibi oku onları, diz buraya. Okuma bilmeyen çocuğa kitap nasıl aşılanır bilmiyorum ama bunu bizimkiler yaptı :) Okumayı öyle hırslı bir şekilde aceleyle nasıl söktüm bilmiyorum. Ben de o fiş dediğimiz kağıtlardan, kara tahtanın üzerine geçirilmiş iplere tutturulan hani, "Ali ata bak" ile başlamıştım işe. Öyle hazırlıklıydım ki ilk kitabımı bile belirlemiştim, teyzemin dolabında beyaz kapaklı üzerinde garip bir adamın olduğu kitabı okuyacaktım. Onu çok seveceğimi söylemişti teyzem, hem neden olmasın ki, okurum ben onu, okuyordum ya artık, yapardım ben, okuyacaktım. Yıllar içinde okumaya daha da ısındım, gazetelere artık bıyık çizmek yerine okumak için uzanır olmuştum, okul kütüphanesinde öğle aralarımı geçiriyordum, teyzemin kütüphanesini tüketmeye başlamıştım. Oradan okuduğum ilk kitap "Notre Dame'ın Kamburu"ydu, o garip adamın Quasimodo olduğunu ve garipten çok sadece kambur olduğunu ve o güzeller güzeli çingene kızına aşıktı, bir çocuğun ilk okuduğu roman bu olur mu arkadaşım? Teyzecim insan bir der bu çocuk daha, bunu okumasın azıcık daha dursun bu, büyüsün biraz işte o zaman verelim eline. Demediler, kötü mü oldu hayır tabi ki, beni öyle büyüledi ki bu kitap ben ilk kez romanları okumaya ilgi duydum. Sonrası da geldi zaten :) Siz yine ilkokul okuyan bir çocuğun eline Dünya Klasiklerinden vermeden önce bir düşünün.
Bu yaşıma ki biliyorsunuz yirmileri ortalamaya biraz daha var hala ki bu çok iyi, 25 olmadan ne kadar okuyacağım kitap varsa bitirmek istiyorum, yeni yazarları tabi düşünürüz sonra, ne diyordum, bu yaşıma kadar okuduklarımı liste falan yapıyorum elbette, ve henüz düşündüğüm sayıya ulaşabilmiş değilim, biraz daha çabalamam lazım ama olacak, en azından şunu söyleyebilirim ki sekiz yüzü bu sene gördüm çok şükür :) Okulların uzaktan olması, pandemide evde kalmalar yaradı, yıllık okuma sayımı baya arttırdım, hatta üç kez falan hedefimi düzenledim, oldukça da verimli gidiyor, bir süreliğine okuyamama durumu olmasına rağmen oldukça iyi gidiyoruz, biliyorsunuz kitaplar çok iyi birer dost ama ben onları işim olarak görmeyi daha çok seviyorum. Gelelim bu konuya, günlük okuma veya okuma alışkanlığının günlük olarak sayfa hedefi falan filanına, ben genelde bunu çok önemsemiyorum, çünkü dediğim gibi bir iş olarak baktığımdan bu olaya o kitap her dakika elimde oluyor. Yemek yaparken, yemek yerken, temizlik yaparken veya bir başka iş sırasında, ya elimde kitapla geçiyorum onların başına ya da sesli kitap haliyle, zaten kitap sizi sarmışsa ondan ayrılamıyorsunuz ki, yani en azından ben öyleyim, kaç kez sınav öncesi kitap bitireceğim diye sınava hiç çalışmadan girdiğimi biliyorum :) Bunu yapacak kadar kitap diye delirmenin bir faydası yok arkadaşım, ben de farkındayım da yahu o kitap da ne enfesti, var yaa :)
Günlük sayfa olarak genelde arkadaş çevreme iş yoğunluklarına göre ayarlamalarını söylüyorum ve bu 100-250 arasında değişiyor, zorunluluk yüklemek size sorun yapmıyorsa bu çok iyi bir iş, lakin ben gibi her zorunlu durumdan kaçmanın türlü yollarını arayan biriyseniz bırakın hedefi falan, kitap size yön versin. Kitap dışında okumalar yapmayı da çok önemli buluyorum ben, her gün en az bir şiir veya birkaç sevdiğiniz bloglardan yazılar olabilir mesela, ben genelde şiir ve haberlerle vakit geçiriyorum, blog okumalarını aksattığım oluyor haliyle. Dil ile ilgileniyorsanız bunu çeşitlendirebilirsiniz de üstelik, örneğin ben mutlaka her güne farklı bir dilde şiir ekliyorum, hem ruhumu dinginleştiriyor hem de dil bilgimi geliştirmiş oluyorum. Fazla öneriler kuşağı oldu bu Levla, az biraz sus da günlüğüne dön, peki tamam tamam, çenem düştü mü duramıyorum.
Okumak demişken, bu kadar okudun hala okuyorsun, eh bütün bu okudukların aklında kalıyor mu, tabi ki bir kısmı kalıyor bir kısmı da o dakikada buhar olup havaya karışıyor, tam da bu noktada altını çizdiğim yerler ve sayfa kenarlarına aldığım notlar vb ile bu açığı kapatmaya çalışıyorum. Tabi ki her okumadan sonra ufak da olsa çıkarımlarımı, notlarımı ve sevdiğim alıntıları elektronik notlarıma aktarıyorum ki ileride lazım olduğunda dönebileyim. Bunu sadece kitaplar için yapmıyorum ayrıca, okuduğum bir haber yazısı, inceleme yazısı veya araştırma yazısı için de uyguluyorum, fazlasıyla unutkan olabiliyorum çünkü. Elimin altında hep bir kalem ve not kağıdıyla gezmem bu yüzden, bu iş için telefon kullanmaya yeni yeni alışıyorum, belki tamamen ona geçerim bilemiyorum :)
Eh bu kadar kitaplardan bahsettin de dergilerden hiç mi bahsetmez bir insan, yahu nasıl oldu unuttum bak ben bunu da, neyse dur önce kitapları bir bitir de, ama bitmedi miydi onlar, hepsini çorba yaptın be, ne çorbası yapmışım, ben yaptıysam güzel olmuştur o, vay yürüyen ego hoş geldin biz de seni bekliyorduk, siz kim kim, kim kimmiş yahu, siz kim kim, siz kim be Levla?
Alan kitapları, edebiyat kitapları, dünya klasikleri, felsefe kitapları derken uzayıp gider listelerden ben de sıkılmıyor değilim bazen, hele ki o okuyacağım dediğim kitap listesi bir türlü azalmıyor arkadaşım, bir kitap okuyorsam iki kitap okuyacağım diye ekliyorum sanki hep, bir de etrafımda öyle güzel kitaplar okuyan insanlar var ki, keşke ben de okusam onu ya diyorum ama hani böyle okuyacağım ama tam da o anda, sonra değil, sonra olmaz, sabır yok hiç hem de, sonraya kalmasın hemen okuyayım istiyorum, böyle böyle o liste azalır mı, tabi ki azalmaz. Fizik kitaplarım yerlerde yığılı, romanları koyacak yer kalmamış kitaplıkta, hayır dergileri de mi rafa koyacaksın, ya ama ben kıyamam onları koliye koymaya derken bugün de bitti.
Gelelim mi dergilere, koca bir yığın hani şu rafta, renk renk, gerçekten de öyleler, ben özellikle bilim dergilerine ve felsefe dergilerine ilgili olsam da edebiyat dergilerine de sık sık elim gittiğinden nereye koyacağımı bilemediğim bir yığın dergim var, hepsi de bana göre birbirinden iyi, ama birkaçı onlardan daha iyi ;) Özellikle aklıma gelen birkaçını da belirteyim, edebiyat kulvarında çok fazla dergimiz var lakin ben en çok Notos okumuşumdur, gerek içerik gerek dizayn olarak çok iyi olduğunu söyleyebilirim, bilim olarak farklı şeyler denesem de kopamadığım Popular Science Türkiye dergisidir, sosyal medya üzerinden de çok severek takip ediyorum, beni sık sık şaşırtmaya devam ediyorlar, felsefe dergisi olarak da Düşünbil, siteleri de dolu doludur. Dergi konusunda daha dolu bir liste yapmayı planlıyorum ama umarım üşenip de vazgeçmem, biliyorsunuz yazma konusunda çok tembelleştim.
Başka neler yapıyorum; resim çizmeye tekrar başladım, sonunda gitar konusunda kendimi geliştirme şansı elde ettiğimden dolayı artık şiirden çok şarkı yazıyorum gibi, öykü okumalarına başladım ki ben öyle çok öykü okuyan biri hiç değildim olamadım, oluyor gibiyim, umarım böyle devam eder, yazma konusunda gördüğünüz gibi biraz daha sık yazmaya çabalıyorum, devam etmesi temennisiyle :) Uzaktan da olsa okulların açılıyor olması sebebiyle alan derslerine başladım, Ankara'yla bu aralar uzağız ama oraya yolculuk planlarım var, bakalım.
Umarım daha sık görüşürüz, biliyorsunuz biz hep bir şekilde buralarda görüştük zaten sizinle. :)
Uzun süredir yazmak içimden gelmiyor, eh sebepleri takip edenlerin az çok bildiği gibi, çalkantılı ruh halim o kadar dengesiz ki yazacak olduğum sırada ne önce ne sonra dökülmeli cümleye belli olmuyor, zaten öyle çok düzenli cümleler de kuran biri değildim ya hadi bunu boşverelim. Yine de blogu güncel tutmaya çalışsam da olmuyor dostum, ne yazacağım ne diyeceğim, ulan bunu yazsam o okursa falan da filan da derken ortalık karışıyor. Görüldüğü üzere Levla ortalığa ulanları, lenleri, lanları yaymaya başladığı bir dönemde. Zaten hiç de düzgün olmamıştı ağzım ama artık yüksünmüyorum sanırım bu durumdan, ben ağzımı bozmayayım da kim bozsun ama yine de güzel konuşmaya dikkat edeceğim.
Şiirlerimi kaldırdım ya blogtan artık burası daha bir boş geliyor nedense bana, biliyor musunuz bilmem ama o şiirleri ben paylaşmak için kendimden çok ödün vermiştim, bana açılan gizli kapılar gibiydi hepsi birer birer ve orada burada onlardan görmek, üstelik Levla isminin yazması gereken yerde bir başka isimler görmek, arkadaşım kabul edelim ben buna sinirlenmeyeyim de napayım? Bundan da hoşuna gideni al sayılmayan kişilik, al al bak bu da çok değerlenir oralarda. Sakiniz Levla, sakin.
Uzun süredir günlük de yazmıyorum, unutmak zaten artık bana çok da ağır gelmiyor gibi, ne gerek var lafımı artık buna da kullanıyorum. Kabul etmeliyim ki yazmalıydım aslında, insan içine atınca çok acılı gülüyor arkadaşlar. Nasıl güzel gülerim bilirsin, artık gülerken çok zorlanıyorum, boğazımda yumru var derler ya o artık yumru değil, daha çok jilet yutmuşum da oraya takılı kalmış, güldükçe acıtıyor ama bir o kadar da güzel gülüyorum. Eskisi gibi hissedemiyorum, bak giden gitti, kalana da yazık be, elimde ufacık bir hatıra da kalmıyor baksana, unutmak o kadar sıradanlaştı ki bu yazının başını bile unutup defalarca okudum şimdiden. Size burada aşk üstüne, acı üstüne yığınla cümle dökebilirdim de ne gerek var?
Blog üzerinde çalışıyorum şu sıralar, aslında burayı edebiyattan soyutlayıp günlük iç dökmelerimin olduğu bir yere çevirmeye başlayacağım ki bu da ilk adımı olacak sanırım. Bu demek oluyor ki daha çok jurnal ve daha çok kitap, arada da işte böyle saçmalamalarımla sıkacağım canınızı.
Bir şarkı ismini vermek istedim bu günlüğe ve neden bu kısmını aslında dinlediğinizde ve birkaç cümle yukarıda kısaca dokundurduğum anılarımdan dolayı olduğu sonucuna varmanızı bekleyeceğim, çünkü uzun uzun yazmak eskisi gibi iyi gelmiyor bana. Sözler de güzel, söyleyenin sesi de güzel, içime dokunuyor sanki her notada, her cümlede. İlginçtir ki kalan olduğumdan beri elimden gidenlerin sayısı her geçen gün artıyor ama gidene dur demek bana pek de doğru gelmiyor ya ondan kapıyı arkalarından usulca çekip cam kenarıma kuruluyorum yine.
Geçen gün çocuk parkına gittim, bilirsin sen orayı yahu hani şu evimizin oradaki, bir kadın geldi, henüz daha çok genç, yirmilerinin başında sanki, tam da kestiremiyorum, ben pek anlamam yaştan falan bilirsin. Bankın bir kıyısında ben, diğerinde o kadın, sustuk, çocuk seslerinin aramızı doldurmasına izin verdik, uzun sürmedi zaten, onu süzdüğümden rahatsız olsa gerek, ama bilirsin ben çok güzel bakarım insanlara, içini ısıtırım bakanın, yine bundan olsa gerek başladı anlatmaya, çocuğunu kaybetmiş daha bir yıl anca olmuş, ben de başta hani kayboldu bulunamıyor falan sandım ama yok öyle değil, bebeğine yeni yeni ısındığı o minicik insan pıhtısına alıştığı dönemlerde daha gitmiş elinden, sustuk beraber, susalım ki acı dolsun gözlerimize, yüreğimizi sıksın bir yandan, sonra da öylece donakalalım çocuk seslerinin arasında. Sana en çok acı verecek şeyin arasında ne işin var senin diyemedim, belki şimdi sen de o bebek arabasıyla gelen kadın olabilirdin bu parka, bunu düşünüp durmak için mi geldin diyemedim. Nasıl bir insansın da bunu kendine yapıyorsun diye bağıramadım ona, sustuk. Bir şiir geldi aklıma, daha geçen kış dökmüştüm defterimin boş kenarına, evladını yitiren anne sen miydin de bugünü bulup çıktın karşıma diyemedim. Acın bana rüzgarla mı kondu yüreğimin orta yerine, nasıl da kavuruyor bu böyle, sen nasıl dayanıyorsun diyemedim. Sustuk, gözlerine akın eden damlaların hissiyatında mıydı bilmiyorum ama sanki zaman akıp gidiyor da onu unutmuş, o hep o anda durmuş kalmış gibi, en ufak bir kıpırtı yok, ne o yüzünde, ne o saçlarının uçlarında. Yahu göz yaşların çenene düştü, sil şunları artık diye bağırıyorum içimden ama ya seninkileri kim silecek Levla? O çocuk parkının gözlerimizin önünde cehennem alevi gibi bizi yaktığına şahit oldum, o tatlı masum çocuk gülüşlerinin kızgın birer damla olup üzerime düştüğünü hissettim, acının sadece görünen yüzü bu değil mi, peki ya sen genç kadın, nasıl dayanıyorsun diyemedim. Sustuk, günlerce aylarca yıllarca belki de asırlarca. O birkaç saniyenin her biri koca koca yıl olmuş da gelip birer tokat atıp önümüzden geçiyor gibiydi. Keşke o an uyansaydım da bitseydi bu, ama ne ben uyuyordum ne de bu bir rüyaydı. Nasıl kalktım, o ara sokağa neden girdim, nereye yürüyordum, nasıl bir haldeydim bilmiyorum. Her girdiğim ara sokakta ayrı bir yandım, her gördüğüm yüzde o acılı kadına baktım, eve girdiğimde kapı eşiğine çöküp bağıra bağıra nasıl ağladım bilmiyorum.
Ben aylardır aşk acısı diye kıvranıyorken peki ya bu kadının acısı, neler yapıyordum ben, ne yapıyorum sahi ben? O çocuk parkına gitmeliyim bir daha, ama bu kez gel susma, ağla bağıra bağıra demeliyim, demeliyim, ama ya diyemezsem, ya o bir daha gelmezse.
Neden anlatıyorsun bunu Levla, neden bize de tattırıyorsun bu acıyı? Bu benim kendime gelişimin kısa bir fragmanı. Levla nerede, ne yapıyordu uzun süredir o da bilmiyordu; bak şimdi tam karşında, kendinde, acısı da kalanı da girsin yerin dibine diyecek kadar kendinde. Bilirsin, bundan daha fenalarını da demişimdir ama aramızda kalsın bu. Şimdi biraz uyu, o sokaklarda dolaşan ben değilmişim gibi, anladın mı?
Velhasıl, iyiyim demeliyim sanırım bu kısımda ama iyi öyle çok göreceli ki ben iyiyim desem, sen iyiyse bu böyle şahanedir falan anlayacaksın, eh bu kısım iyice karışıyor, ben kendimce iyiyim diyeyim, bu da ne demek ki şimdi Levla, yahu sen bilirsin işte, ben nasıl kendimce iyi oluyordumsa öyle.
Bazen ne dedim, ne diyorum, kime dedim ki ya ben bunu, hangisi benim Levla, kim kimin nesi oluyordu be, portakal mevsimi mi geliyormuş, ya ama biz daha karpuz yiyecektik, yahu bu şiir de ne afilli arkadaş, annem yine bağırıyor sanki içeriden, haberleri kim açtı ben bıktım bu 2020'den, nolmuş nolmuş komşu, bir kızı bir oğlu olmuş Hatice kız, yahu Neriman o gelen görümcesi mi oluyor eltisi mi falan, balatalar yandı lan... diye başlıyorum ya hani, yine öyle bir yazı olsun istedim. İşte ben diye haykırdım bak yine, ama nasıl güzel güldüm değil mi?
Bu fazla özel bir yazı oldu gibi, size bu kadar kendimi açmamıştım sanki, aman ne olacak, okunmuyor falan desem külliyen yalan olur, yayınlamasam mı ki derken ah yeter be yayınla ulan diyip gönderdim. Hiç edebi bir kaygı gütmüyorum burada, yazıp çizicem, karalayacağım bütün duvarları, benim dört duvarımsa istediğim renge boyarım kardeşim!..
Umarım daha sık görüşürüz, biliyorsunuz biz hep bir şekilde buralarda görüştük zaten sizinle. :)
Öncelikle bu öylesine bir yazıdır, sonuçta çok ciddili işler de gördük buralarda ama arada bir böyle biz bize sohbet de etme ihtiyacı duyuyorum. Bilindiği üzere okul değiştirdikten sonra blogtan baya bir uzak kalmak zorundaydım. Malum biraz ağır geldi dersler, öncekine göre baya ağır. Tabi ki bir sene daha bitti, daha da güzeli oldukça iyi biten bir yıl yaşadım. İyi kısmı sadece okul ve kariyer üzerine olan kısım, kişisel yaşamım pek de iç açıcı değildi. Twitterdaki o iç karartıcı onlarca yazdıklarım ile birçoğunuzu darlamış bile olabilirim ki biliyorum yaptım. Pek hoş geri dönüşler de aldım, zamanla :)
Şimdi bunları şu köşeye bırakalım ve neler var anlatmaya başlayalım. Öncelikle dün bir yıl daha yaşlandım ve grip ile girdik yeni yaşıma. Birlikte nice mutlu yıllarımıza dedik ama umarım ciddiye almamıştır da beni çabuk bırakır. Şu sıralar bir durgunluk dönemindeyim ve bir yaş daha almak bunu daha bir durgunlaştırdı denebilir. Ayıca bir durgunluk dönemini de dil konusunda yaşıyorum. Dil öğrenmeyi çok seviyorum demiştim ama bu kez yeni başladığım ile artık bunu demeyi bıraktım. Çünkü bu kez beni çok zorladı ve güzelim CV'me beşinciyi ekleyemedim diye daha bir canım sıkılıyor. Ocaktan sonra dil çalışmak işkence gibi geliyor hatta nasıl bir zorladıysa istek falan kalmadı bende. Tabi yine boş durmadım ve dil çalışamıyorsam yeni bir şeyler bulayım kendime dedim ve yeni bir şey bulamayınca müzik konusunda tekrar bir kendimi geliştirmeye karar verdim. Ama dedim ya, iç karartıcı birkaç olay sayesinde moralimi tutan kolonların altında kalan ben müzikle yarı yolda ayrılmak zorunda kaldım. Yine de bu dönemde tek dayanağım laboratuvar dersim oldu, diğer dersleri bir kenara bırakıp kafamı onunla ayakta tuttum. Sonuç olarak gayet tatmin edici bir okul dönemi yaşadım ama iç dünyamın karmaşılığı o sevinci uzun sürdürmedi. Vakit buldukça da okudum; şiirler, romanlar, öyküler, makaleler... Aklımı oyalamak için tüm yollara başvuruyorum. Kısa bir süre sonra sizle birkaç kitaptan, birkaç da şarkıdan konuşacağız.
Gelelim edebiyat hayatıma ki bu daha da durgun şu sıralar. Son yazdığım şiirden sonra elim kaleme gitmedi, kaleme gitse kalem deftere çizemedi. Bir durgunluk çağı yaşıyoruz ki inşallah bunun sonunda ilerleme çağına geçeriz. Şayet yazmaktan başka bir iş de bulamıyorum bu tatil. Halen okuyorum ama aklım hep kalemde, bir iki dize koysam şuraya benden mutlusu olmaz ama nerde o günler! Neyse efenim, o bu şu derken baya da iç dökesim gelmiş benim, annem de hazır evdeyken azıcık da onun içini karartayım :)
Bu arada şunu da dinle, bunu da oku, şöyle de yap dediğiniz varsa bekliyorum. Ah, bir de başım dertte dediğim dil de Rusça, öneriniz varsa çok sevinirim. E o zaman bir klasik olaraktan:
Biz hep buralarda görüştük, bir daha görüşelim. Hoş kalın!
Uzun süredir internet erişimim olmadığı sebebiyle blogdan ve sizlerden uzak kaldım. Birkaç günlüğüne de olsa internet bulmuşken bloga az bir değişiklik yapıp size ufak bir merhaba demek istedim. MERHABA!
Bendeniz daha önceden de bahsettiğim üzere Ankara'ya taşındım ve ufak bir yaramaz ile birlikte okul ve ev ikilemi arasında devam ediyordum. Tabi yeni okul, yeni bir şehir ve aileden bağımsızlık fazla zor geldi başlangıçta, böylelikle sizlerden de fazlasıyla uzak kaldım. Birkaç haftalığına da olsa internet buldum ve hemen bloga koştum geldim.
Neler yaptım? Neler yapmadım ki? Hacettepe serüvenime başladığım için İngilizce gibi bir derdim vardı ve ilk olarak onun üstesinden gelmem gerekiyordu. Yaz tatilini fırsat bilip evde güzelce çalışayım diyip başına geçsem de bir iki haftanın sonunda boşlamış hatta elimi sürmez olmuştum. Tabi okul başladığında hazırlık gibi bir şeyle de uğraşmak istemesem de ciddiye alıp çalışmalıydım. Ufak bir çizelge ile başladım işe ve kendimin dil öğrenirken nasıl kavrayabileceğini test etmek için de birkaç araştırma yaptım. Ardından ne mi oldu? Evde İngilizce öğrenilmez diyenlere taş çıkarttım. Tabi bununla kalmadım ve başka dillere merak saldım. Şimdilik İngilizce ile birlikte üç dil daha çalışıyorum. Azim ile yapılmayacak iş yoktur diyen annemi doğrulamış oldum. Zaten anneler hep haklıdır!
Gelelim diğer bir meseleye, okumak! Evet, kitap okumak dışında dergi okumaya da özen gösteriyorum artık. Kitaplarda her ne kadar edebiyata kaçsam da dergilerle felsefe ve bilim üzerine aramı kapatmaya çalışıyorum. Ankara'nın bana kattığı bir diğer güzel şeyden de bahsetmenin tam sırası şu an, kitap kulüpleri ve toplantıları. Sanırım beni en mutlu eden şeylerden biri de bu toplantılar. Her ay bir kez yapılması bana yetmese de o günü iple çektiğime her zaman değiyor. Okul içindeki okuma grubu ve bir diğer okuma grubu ile birlikte her ay en az iki kitapla daha tanışıyorum. Ah, bana kattıkları öyle güzel ki!
Pamuk bey ile de oldukça mutlu bir ev arkadaşlığımız var. Bazen kavga ediyor, bazen sırnaşıyor ve bazen de oyun oynuyoruz. Tek başınalıktan beni kurtardığı için daha bir bağlandım ona. Soğukta yan yana uyuduğumuz bile oluyor. Neredeyse bir yaşına geldi ve yakalaşan bir doğumgünü partimiz var. :)
Yazmayla ilgili ise aramız biraz açıldı son zamanlarda. Vakit bulamamak değil sebebi, ne zaman başına geçsem dökülmüyorlar kalemimin ucundan. Günlüklerimi bile uzun aralarla yazmaya başladım. Hiç iyiye gitmiyor bu aramızdaki soğukluk! Elimden geldikçe yazmaya ve okumaya gayret göstereceğime dair kendime söz verdiğim halde yazamamak canımı sıkıyor. Umarım en kısa sürede bu günler geçer ve biz yine satırlarda buluşuruz.
Şimdilik benden bu kadar bahsettiğimiz yeter, satırlarda buluştuk. Buralarda hep bir yerlerde görüştük. Hoş kalın.
Uzun süredir yokken bir anda geri dönüş yapmayı çok seviyorum bildiğin gibi, işte bu da öyle bir yazı. Öncelikle biraz havadan sudan konuşalım mı dersin?
Ankara'daki serin havanın üzerine Ege'nin nemli ve sıcak havası bana hiç mi hiç iyi gelmedi. Olmayan bir güneş alerjisi edindim bu yıl. Kırmızı ve kabarcık dolu bir ten ile eve tıkılı kaldım bu yaz.
Okul konusunda da çalışmalara devam ettiğim doğru, lakin daha bir gevşediğim için günde iki saati geçmiyor bu çalışmalar.
Bir de bu zaman zarfında minik bir arkadaş edindim kendime. Fazlaca tüy yumağı bir kedim oldu. Aslında çok fazla oyuncu ama iyi anlaşıyoruz genel itibariyle. Yazarken rahat bırakmaması dışında huysuzluğumuz yok sanırım.
Okuma konusunda bir durağan döneme geldim ve nedense bu dönemde okuyabildiğim tek yazar Hasan Ali Toptaş oldu. Onun sayesinde tez zamanda bu dönemden çıkmayı planlıyorum. Okumayı azaltsam belgeseller ile boşluğumu doldurmaya çalışıyorum.
Buralarda olmadığım halde birçok güzel mail ve mesaj aldım sizlerden. Bu ilginiz için çok mutluyum. Çok teşekkür ediyorum sizlere, sevgili okuyucum. Elimden geldiğince daha sık yazacağım buralara.
Benim son değişikliklerim bu kadar olduğuna göre sizlere dönelim okuyucu, siz nerelerdesiniz, neler yapıyorsunuz? Yazınız nasıl geçiyor? Neler okuyor, neler izliyorsunuz?
Uzun bir aradan sonra tekrar merhaba! Eskisi kadar yazmaz olduğumun farkındayım lakin bunun birkaç sebebi var, mazur görün beni. Yazmak ya da bir şeyler paylaşmak için çok fazla yorgun olduğumu hissediyorum. Blogları hala takip ediyorum, bazen eski yazdıklarımdan paylaşıyorum burada ama olmuyor. Kolumu kaldıracak güç ve isteği bulamıyorum, yazmak için. Eskisinden dada çok kitaplara sarılıyorum, bunun sebebi belki de insanların kitaplar kadar masum olamamasıdır. Şimdi bir yazar düşünün bir kitabı yazarken bazen kendi eksiklerini bazen kendinden bir parçayı bazen insanlarda hayal ettiklerini olanları ve olmayanları kullanıyor cümlelerinde ki ahengi bu sayede yakalıyor. Gerçek olamayacak kadar güzel, sahte olamayacak kadar olması gereken. Hayatımın aralarında ruhsal bir boşluk oluşuyor, atlatırken acı çekiyorum ama sonunda tekrar gelmek üzere içimden bir şeyleri alıp götürüyorlar. Bunun sebebi hiçbir zaman bir sevgili, arkadaş, aile olmadı.Sebep benim, bunları yaşamayı seçen benim.Yapacak bir şeyim de yok istemsizce yaptığım seçimler hayatım boyunca peşimde...
İnsan kendinden vazgeçmek için sebepler arar ve çoğu zaman olabildiğince çok sebep bulur. Ama asıl sorun şu ki, sorunları aramak yerine o sorunları yaşamamak için hayatındaki iyi ve kötü olan şeyleri adil bir şekilde kendi bünyende tart. Bu dünyada en büyük haksızlığı da en büyük adilliği(adalet) de insan yapar kendine. Hangisini kendine reva görüyorsan odur. Sadece bir duygu karmaşasındaydım ve yazı yazmak iyi geldiği için sizinle paylaşmak istedim. Dilediğiniz gibi fikirlerinizi paylaşabilirsiniz. Farklı fikirler, farklı bakış açıları kazanmamı sağlıyor ve bu benim hoşuma gider, buradaki çoğu insanın hoşuna gideceği gibi. Yazın, karalayın, paylaşın.
Uzun süredir sessiz bir şekilde bir köşeden izlediğim blog dünyasına geri gelmeye çalışıyorum. Sanırım bu yazı ile tekrar geri gelmiş bulunuyorum. Öncelikle sizler için Ankara'dan sonbahar-kış manzaraları getirdim. Yazının devamında yer yer size göstereceğim ve her ne kadar soğuk bir havası olmasına rağmen görülmeye en değer zamanlarının sonbahar ve kış olduğunu göstermeye çalışacağım.
"Peki bu kadar vakit yokken neler yaptın?" Bu sorunun cevabı çok basit, yeni bir ortama ayak uydurma çabası içinde okumaya çalışıyordum. Abartmıyorum, ben bir Egeli olaraktan iliklerime kadar donuyorum -üstelik daha kar yağmadı. Okula gelirsek bol bol İngilizce dersleri arasında programlama ve tasarım ile ilgili olan uğraşlarıma elektrik ve elektroniği de koyaraktan fazlasıyla yoğun bir yaşam rutinine başladım. Neyse ki hazırlık okumak sizi bölüm okumaktan bir nebze daha az yorduğu gerçeğini var sayarsak istediğiniz gibi çalışma şansına sahip olabiliyorsunuz.
Bol bol kitap alıyorum, lakin okumaya vakit bulabildiklerim fazlasıyla az. Bir yandan bilimsel ağırlıklı bir kitap, bir yandan edebi ağırlıklı bir kitap okumaya çalışmak oldukça güç oluyor. Bunların üstüne bir de İngilizce kitaplar okumaya başlayınca, halimi tasvir edecek kelime bulmada yetersiz kalıyorum. İçinizi yeterince kararttığımı düşünerekten ve de ne halde olduğumu bir kez daha kendime hatırlattığıma göre artık Ankara hakkında konuşabilirim.
Ankara, daha önceki yazılarımda bahsettiğim üzere hayallerimin şehri olarak geçiyordu. Bu konuda neden böyle düşündüğümü bir türlü açıklayamasam da tasvir etmeye çalışacağım. Hiç gitmediğiniz bir yer vardır, gitseniz sanki orada her şey çok güzel olacak hissine kapılırsınız. Gittiğinizde de sanki hep oraya aitmişsiniz hissi uyandırır ya hani, işte Ankara benim için buydu. Geldim, gördüm, bir kez daha anladım. Benim olmam gereken şehir burası: Ankara!
Üniversiteme konuyu getireceğim lakin neredeyse bir dönemi bitiriyor olmama rağmen bıraksanız kampüste kaybolurum. Dersler bittikten sonra kampüs dışına kendimi nasıl attığım konusunda halen bir fikrim yok. İlk geldiğim sıralarda gezdiğimle kaldım, ikinci dönemde gezmeyi planlıyorum. Umarım bu planıma uyarım. İlk gezi zamanıma göre aslında fazlasıyla yeşil ve temiz bir havasıyla sizi kendine sevdirebilir. Kışlara gelince nefret sebebi olabilir, soğuğa karşı önlemli davranmak en iyisi. Yeşil Vadi denilen bir göl kenarımız var ki gittikten sonra çıkmaya üşeneceğiniz bir mekan. Üşeneceğiniz diyorum çünkü tırmanmanız gerekebiliyor. Övmek gerekirse kesinlikle merkeze göre fazlasıyla temiz bir havası var. Dikkat oksijen çarpabilir!
Ankara'nın Bahçelievler gibi güzel bir yerinde ikamet etme şansı yakalamış biri olaraktan kesinlikle burayı çok sevdim. Ben gibi üşengeç bir insan için çok güzel bir yer, her şey elinizin altında denebilir. Özellikle akşamları arkadaşlarınızla can sıkıntınızı atmak için güzel kafelere sahip bir yer.
Gelelim hem komik hem de bir o kadar işkenceli olan durumlara. İlk sırada tabi ki: Beytepe Otobüs Kuyruğu. Yolun uzunluğunu bir kenara bırakıyorum, o kuyruk nedir? Sabah uyanamadıysanız beklerken yediğiniz soğuk ile kendinize kesinlikle geliyorsunuz. Ve bu kuyruk daima var, azalır veya çoğalır ama daima hep orada. Metronun Beytepe durağında boşalıp dolması da bir başka hoşuma giden bir durum. Çılgın bir kalabalık olarak inip biniyoruz. Sürekli bir koşuşturmaca olmasına rağmen buna alıştığımı hissediyorum. Sonuçta daha dört yıl daha var, alışmazsam tam bir işkence olur.
Son olarak Mustafa Kemal Paşa'yı sık sık ziyaret edebilme şansına sahip olmak bile bu şehri sevmek için yeterli oluyor. Soğuğunla bile güzelsin Ankara!
(Egeliler olaraktan toplanıp ısınmak için birbirimize sokuluyoruz, gerçekten denildiği kadar soğuk bir yer.)