Yazılarım E-postana gelsin.

Yaz E-Postanı!

29 Mayıs 2020 Cuma

Uçurum - Şükrü Erbaş

Özlem Ekici

Yeni yeni anlıyorum
Yaşarken ölümünü düşünüp de
Ağlayan annem…

Seni sevincin hanesinden
Düşüren dünya
Başladı beni de bir kenara atmaya.

Işık çekiliyor yalım yalım
Sular değiştirdi yatağını
Yeni dallar buldu rüzgâr kendine.

Kime elimi uzatsam aşk diye
Kesiyor yollarımı
Kalbimle tenim arasındaki uçurum.

Ölüm alıştırıyor usul usul kendine
Alarak elimden dünya sevinçlerini
Ne kadar haklıymışsın anne…

23 Mayıs 2020 Cumartesi

Tekrar Son Kez(!)

Özlem Ekici

    Bugün "son kez"lerini duyacağımı bile bile, nedeni belirsiz bir kuyunun çevresi gibi olan gözbebeklerini kuşatmaya cesaret edemedim. Bir duvar, ancak bu kadar can acıtıcı olurdu, çünkü o duvar bütün gözlerden koruyabiliyordu. İnsanların bayağı, aydınlık gözlerinden uzakta, biçimsiz akıl yumurtalarının üstünde kuluçkaya yatmış, sönmek üzere olan gözlerimin bahçesindeki çiçeksiz yeşilliğin sebebi. Son kez, izlemek...

   En zevk aldığım şeydir, belli ki bu tasvir yeteneğine pay çıkaran bir şey. İyi bir şey. Değil midir? Sisli, titrek bir prizma artık elde tutulan kalem, rengi kararmış gövde, son bir dakikada toprakçı ruhum uzandı, yarı bu dünya, yarı öbür dünya benim için. Hayal kurmak; bir solucanı andıran filizler açığa çıkmadan önce, toprak altında yol alan bir sürgün. Ne kadar zayıfım ve bu zayıflığım beni bitkinleştirirse, yeniden gençleşmiş akılla süz, zekice dudak bük; gelişigüzel, peygamberce konuş, konuşurken keşke hep dinleyebilsem. Cümlem hiç bitmez de, aslında...

   Küçük, mermer alınlıklı, modası geçmiş mücevher gibi hissediyorum. Mala düşkün, çiftçi atalarımdan kalmış içgüdümü daha şimdiden son kez izlerken düşünmekten, son günleri saymaktan alamıyorum. Bütün bunları belki çocuksu bir üzüntüyle yazıyorum. Ama sinirliyken, birden durup düşünen; sağ eliyle yazarken sol elini cebine gizleyen, güldüğünde gözlerinin sağı üzerine kapanırken; solu tembel tembel, cömert cömert açılan el gibi. Ama hakikat neye yarar, son sabahsa. Anımsamaktan yorulunca, düşüne düşüne kaşları sızlar gibi sakalında eli. Belki, karanlıktır.

   Yerde sürüklenen bir asmayı, bükülmüş bir kamışla bağlıyor, gelecek yılın tomurcuklarına da dikkat ederek, gül ağacı yaprağı eteğini kıvırıyorum. Islak toprağı, özsuyu çekilmiş otları kazıyorum, içimde toprağın dolgun atı, içimde köstebeğin dolambaçlı koridoru, içimde daha aşağısı, içim hiç ışık görmemiş bir kaya gibi; bin ayak aşağıya saldı, kumlu taş ve pas tadı taşıyor artık su yeşili, o tişörtü gördüğümden beri.

   Bugün aslında "son kez"lere yüreğim küçülmedi belli ki! Evim benim için her zaman ne idiyse gene o olarak kalıyor, bir kutsal emanet, bir in, bir kale, gençlik mucizesi. Başka bir karanlık yeteneği şimdi, kelimelerdeki.  Son bir dakikada toprakçı ruhum uzandı, yarı bu dünya, yarı öbür dünyadayım. Belki, son sabahtır. Ders...bitti.


3 Mayıs 2020 Pazar

Orta Sınıf Yeni Proletarya Olursa - Milenyum İnsanları

Özlem Ekici

   James Graham Ballard, 1930 Şanghay doğumlu İngiliz bilimkurgu ve transgressif kurgu yazarıdır. Pearl Harbor baskınıyla beraber 1942 yazından savaş bitimine kadar tutsak kalmış; savaş, tutsaklar kampı ve atom bombası gibi şeyleri ilk elden gözlemlemiştir. 1946’da İngiltere’ye yerleşmiş ve Cambridge Üniversitesi’nde psikiyatri eğitimi görmüştür. Kısa süre Kanada’da Kraliyet Hava Kuvvetleri’nde de bulunmuştur. Yazarlık kariyerine kısa öykülerle başlamış, "Prima Belladona" adlı ilk öyküsü 1956’da Science Fantasy dergisinde yayımlanmıştır. Post-apokaliptik bir eser olan ilk romanı The Drowned World ise 1962’de yayımlanmıştır. 1984’te yayımlanan Güneş İmparatorluğu’nda savaş deneyimlerini kurgulamıştır. Eser, Guardian Edebiyat Ödülü ile James Tait Black Ödülü’nü kazanmış, Booker Ödülü’ne ise aday olmuştur.

   “1939-1984 arasında İngilizce yayımlanan en iyi 99 eser” listesinde Sınırsız Rüyalar Diyarı adlı eseri yer almıştır. Bazı eleştirmenlerin Calvino’ya benzetmesine şaşırmadığım yazarın eserlerinde Borges’ten de izler görülür.

   J.G. Ballard’ın suç üçlemesinin son kitabı Milenyum İnsanları’nı yenik doğmaya mahkum bir devrim öyküsü olarak kurgular. Tıpkı 19.yüzyılın Paris komünü gibi. Ama roller değişmiş devrimin öncülüğünü yeni proleterya yani orta sınıf almıştır."...yeni bir devrim gerçekleşiyordu; öyle alçakgönüllü ve iyi huylu bir şeydi ki hemen hemen kimse farkına varmamıştı" sözleriyle açılan kitap umursamaz, robotlaşmış kamusal alan karşısında var edilmeye çalışılan yeni bir ütopik çabayı konu alır. Bir taraftan toplumsal değişim talebinin ayartıcılığı, sistemin her zamanki bastırma tedbirleri ve diğer taraftan günümüz dünyasında El Kaide tipi grupların sergilediği amaçsız şiddetinin sorgulanmasına yer verir. Ballard son 30 yılda yinelediği gibi soluğunu ensemizde hissettiğimiz birçok yakın gelecek tablosu oluşturur. Baskıcı olmayan her ütopya gibi ikircikli ve insan denilen tuhaf şeyin derin iç uzayını kaplayan tüm aydınlık ve karanlık yönlerini yansıtarak bunu yapar.

   Milenyum İnsanları, Kokain Geceleri ve Süper Kent ile birlikte bir ideoloji olarak elimizde yalnızca tüketicilik kaldığında neler olabileceğini inceleyen detektif romanları üçlemesinin sonuncusu. “İnsanlar yaşamlarındaki en ahlaki seçimin bir sonraki arabalarının rengi üzerine olduğu gerçeğine çok içerliyor,” diyor Ballard tahripkârca. “Elimizde kalan yalnızca kendi psikopatolojimiz. Bu sahip olduğumuz tek özgürlük -tehlikeli bir durum bu.”

Milenyum İnsanları, Heathrow Havaalanı’na yapılan ve üç kişinin ölümüne neden olan bombalı saldırıyla başlar. Romanın önermesi şudur: “Orta sınıf yeni proletaryadır.” Ballard’ın bir başka gated1 topluluğu olan Chelsea Marina sakinleri, okul ücretlerinden, özel sağlık giderlerinden, gizli vergilerden ve parkmetrelerden o kadar bıkmışlardır ki, toplumsal sorumlulukların ve tüketim kültürünün kendi kendini dayatan yüklerinden soyunmaya başlarlar. Anlatıcı psikolog David Markham gibi diğerleri de karizmatik çocuk doktoru Richard Gould tarafından orta sınıf metropolünün sembollerine -Ulusal Film Merkezine, BBC’ye, Modern Tate Galerisine- saldırmaya ve sonra da banliyölere yönlendirilirler.

Ama bu orta sınıf isyancıları, kendi ezilmişlik iddialarını kendileri ne kadar ciddiye alıyor? Kitapta, bir noktada, Chelsea Marina sakinlerine sokaklara Japon film yönetmenlerinin isimlerinin verilmesi teklif ediliyor, ama bu fikirden “mülk değerlerinin zarar görebileceği” endişesiyle hemen vazgeçiliyor…

Bu kitap da, Ballard’ın diğer kitapları gibi, sapkın altüst oluşlarla ve huzur kaçıran paradokslarla dolu -“Şiddeti huzur dolu bir gösteriden daha fazla kamçılayan bir şey yoktur” ya da “Eğer hedefin küresel para sistemi ise bir bankaya saldırmazsın. Yanı başındaki Oxfam’a2 saldırırsın,” gibi.

   Roman "...ama aslında başka bir zamanı düşünüyorum o anda, Chelsea Marina’nın gerçekten bir vaatler ülkesi olduğu kısacık dönemi; genç bir çocuk doktorunun halkını özgür bir cumhuriyet, sokak işaretleri olmayan bir şehir, cezaları olmayan olaylar ve gölgesi olmayan bir güneş yaratmaya ikna ettiği o kıssacık zamanı düşünüyorum" sözleri ve geleceğe yönelik bir dönüşüm çiçeğinin filizlenen ilk tomurcuklarıyla biter. Bittiğinde acı bir tat bırakıyor sizde.


Özlem Ekici, Personal Blogger Templates | Blog aa

Levla'nın Not Defteri - Kişisel Blog | Bütün Hakları Saklıdır | Copyright © | 2016 - 2023