Yazılarım E-postana gelsin.

Yaz E-Postanı!
Dosya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Dosya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Ocak 2023 Pazartesi

Podcast #2 : Öykü ve Roman Üzerine

Özlem Ekici






 Merhaba, podcastimizin ikinci bölümü yayında. Bu kez Emre ile öykü ve roman üzerine konuştuk. 

Spotify için tık tık



21 Eylül 2022 Çarşamba

Podcast #1: Mitoloji ve Edebiyat

Özlem Ekici

 


Merhaba, dün bir karar alıp podcast yayınlamaya karar verdim. Yanıma çok değer verdiğim arkadaşım Emre Bozkuş'u alıp "Mitoloji ve Edebiyat" hakkında konuştuk. 

Spotify için tık tık

Umarım dinlerken zevk alırsınız. 




8 Eylül 2022 Perşembe

Yüzünde Bir Yere Sığsam

Özlem Ekici

 Bir incir masalı bizimkisi, yüzünde bir yere konma misali, anlatıp duruyoruz Hızır ile İlyas'ı, Eliha'nın diktiği bir incir dalıyken Bese'nin gelmeyen İlyas'ı oluyoruz. 

 Sema Kaygusuz bize mitlerle efsanelerle bezenmiş bir kısa roman sunuyor, edebi sanatlar ve kurmacalar birbiriyle o kadar ahenkli ki okuduğumuzun tadı damağımızda kalırken sonuna geliyoruz. Yaşanan acılar, kimsesizlikler, yalnızlıklar, geçmiş ve şimdiyle aralarında duran bir salıncak misali aktarılıyor. 

"İncire ve zeytine andolsun ki" diye başlıyor Kuran'daki Tin süresi; "biz insanı en güzel biçimde yaratık". Yaradan'ın yarattıklarının adıyla yemin etmiş olması muhteşem bir dil eğretilemesi...

Kurmaca olarak bakıldığında geçmiş ve şimdi arasında sınırların tam belirlenmediği kısa bölümler halinde bir sarmal karşılıyor bizi. Mitsel ve tarihsel öğelerin yanında bir incir metaforu var ki tekrar tekrar okumak isteyebileceğimiz cinsten. Dil olarak bakarsak ağır ağır okumaya müsait olmasının yanı sıra şiir gibi gelen bir üslupla seslenmiş yazarımız, oldukça basit bir dil fakat bir o kadar da yoğun bir anlatım diyebilirim. Anlatıcı olarak biri seçilmiş ve onun ağzından dinliyoruz her şeyi, muhatap aldığı kişiye seslenmeleri ve anlatıları ile ilerliyoruz. Bu bize farklı bir tat veriyor, onunla hararetlenip onunla seviyoruz. 

Zamansal bir bütünden çok uzak olması okurken biraz zorlu bir yolculuk sağlıyor, fakat kitabın bir kurgusal omurgası olmaması zaten bu kitabı bize bu kadar eşsiz kılıyor. Zaman belirsiz ve karmaşık, dil öylesine şiirsel ve sanatsal ki okurken bir masal dinliyoruz edasına kapılıyoruz. 

Ben özellikle "incir" metaforu ve "Hızır" kavramına değinmek istiyorum. İncire neden incir dendiği, ve  incir ile neler anlatılmaya çalışıldığı kitabın bence bel kemiği olan bir olgu diyebilirim. İnciri de mitsel ve tarihsel anlamda ele alıyoruz, "inciri hiç böyle okumamıştınız" diyebileceğim bir anlatı sunuluyor. Kültürümüzdeki Hızır kavramından da bahsediyor. Hepimiz duymuşuzdur, "Hızır gibi yetişti" denir, çeşitli efsanelerde ve anlatılarda ismi bolca anılır. İşte bu Hızır kavramını da romanına ekliyor ki zamansızlık daha bir vurucu hale geliyor. Böylece zamanın insanlar üzerindeki etkilerini daha iyi anlamamıza, zamansızlığın ve zamanın o vurucu ürpertisine tanık oluyoruz. İki farklı zaman arasında yaşanılan deneyimlerin ve olayların insanlar için ne kadar etkili olduğunu resmediyor. 

Yüzünde Bir Yer'i Elazığ'da okumaya başlıyoruz. Elbruz dağlarının eteğine kadar varıyoruz, oradan Salem'e. Bir ara Dersim' e gidiyoruz, burada yaşıyor ve dinleniyoruz bir müddet. Ardından bir Hıdrellez'de ateşin üstünden atlarken başparmağında kemik olmayan birisiyle dans ediyoruz. Bazen Bese oluyoruz bazen de Eliha. Eliha gibi incire düşkün ve sevdalı oluyoruz, Bese gibi İlyas'ımızı bekliyoruz. Hızır'ı, Zükarneyn'i tanıyoruz. Sevdiğimiz şeylere bir isim veriyoruz, bizim oluyorlar, inciri tadıyoruz, hiç böyle sevmemiştik birini. İstanbul'a uzanıyor bir anda kelimelerimiz, bitmesine çok yakın öykümüz. 

Sema Kaygusuz ile ilk kez tanıştım ve edebi doyuma vardığım bir roman ile kalemini tattım. Genel olarak mitsel ve de zamansızlığın bu derece işlenmiş halini sevdim, hiç duymadığım öyküler dinledim, bazen Bese oldum bazen gözü olmak isteyen ona. Masalsı bir üslup bana kalırsa ama kendini sevdiriyor ve okutuyor. Sindire sindire okunmalı ve içine girmek için Hızır üzerine bir ufak araştırma yapmak da fena olmaz sanırım. Yüzünüzde bir yere sığınıyor bu roman ve siz istemeden parçanız oluyor. İmgelerle dolu bir yolculuğa hazırlanın, bu oldukça güzel olacak. 

Seni doğuran anne, seni düşleyen baba henüz dünyada yokken, atalarının çizdiği kederli bir sima, tenden tene geçen yakıcı bir ağıtın son defteri olmuşsun. (s.11)

Bütün varlıkların aynı yıldız tozuyla mayalandığı bilgisi bundan böyle hükümsüz bir teselliydi onun için. Meğer sağ kalmak yeni bir tutum devşirmekti hayattan. Yeni bir gam, yeni bir ahlakla yeniden dirilen Bese bu kez başka bir yarayla doğuyordu. (s.15)

Hayat şeylere yüklediğin anlamlarla sınırlıdır ne de olsa. (s.16)

Bir şeye ad vermek onu kendine alışmaya zorlamaktır. Yeryüzündeki bütün kinsiz, gurursuz, yalın ve dingin canlıyı evcilleştirmenin ilk adımıydı bu. (s.17)

"Hisler düşünceyi tetiklemediğinde hissedilmiş olanı hissetmekten başka elden bir şey gelmiyor. Yarın ölü uyanmayacak olsan da, ertesi gün, daha ertesi gün, şu anki hissinin yarattığı yıkıcı yavanlığa alışarak yeniden ölgünleşeceksin. Tam da böyle bir ihtimal varken güzel gözlüm, şu anki varlığının cesedi olmaya birkaç gün kala yalvarıyorum ağla. Hisler düşünceyi tetiklemediğinde hissedilmiş olanı hissetmekten başka elden bir şey gelmiyor. Yarın ölü uyanmayacak olsan da, ertesi gün, daha ertesi gün, şu anki hissinin yarattığı yıkıcı yavanlığa alışarak yeniden ölgünleşeceksin. Tam da böyle bir ihtimal varken güzel gözlüm, şu anki varlığının cesedi olmaya birkaç gün kala yalvarıyorum ağla." (s.22)

Halbuki bir alacakaranlık sanatıdır senin yaptığın. Fotoğraf zamanını nostaljik bir devir olarak şakkadanak ortaya koymanın çok ötesinde, çerçeveye sızan boşluğu sezdirerek o dokunaklı eksiği vurgulamak. Hiç olmazsa bundan böyle boşluğu ver bana, her çerçevede kendine yer bulan o ezeli boşluğu ver. Varlığını varoluşa azmettirecek olan, hislerin değil boşluğundur çünkü. (s.22)

İnsanın olmadığı haliyle kusursuzluğa özendiği bu viran çağdan, olduğu haliyle kusursuzluğa eriştiği olası bir çağa sıçrayalım seninle. (s.23)

Madem yerimizde duramıyoruz, bir sesli bir sessiz iki harf gibi yan yana, dokunaklı bir çığlığın hecesi olalım ikimiz. (s.23)

Şu benlik dediğin muamma ne el hüneriyle yapılan nesnelerde tamamlanıyor ne de zihinsel yaratılarda. Eksik daima eksik. (s.27)

Onun meşrebinde sevmek her süreci yapıtlaştıran bir yoğunlaşma haliydi. Bir varlığı aşkla sevmenin törenine kendini bulaştırmadan katılıyor, saçlarını okşarken ruhunu da okşuyordu. Sevilirsen her ne olursa olsun sırtının yere gelmeyeceğini doğaçtan biliyordu. (s.35)

Geçtiğin bütün patikaların sensizliğini, parmak uçlarında dallarına dokunuverdiğin defnenin sallantısını, şöyle bir göz ucuyla bakıverdiğin süs havuzundaki yosunların hücre hücre ilerleyişini gördükçe ölüp ölüp dirilmişliğim vardır benim. (s.43)

Ta o zamandan beri vasat düşüncenin müptezelliğini açığa vuran göz kamaştırıcı bir ışıktı, yalınlık. (s.56)

Gönül dediğin bir dipsiz hazne, akılla kavramaya yeltendiginde bitimsiz anaforuna kapılıp dengeni yitiriverdiğin bir karanlık yer. (s.56)

Gözünü seveyim bırak bu çoğulluk çabasını, hiç sırası değil. Şu an yalnızca sen ve ben varız. Beni seninle, seni benimle ölçen bir acının kurbanıyız ikimiz. (s.59)

Sanmak ne harikulade bir şey. Bir şeyin olma veya olmama olasılığını aynı anda benimseyip olabileceğine daha çok inanmak ne tılsımlı bir düşünüş. (s.60)

Sömürünün böylesi derinleştiği bir çağda hayvanla insan arasındaki ortak zihin üstüne düşünmek, küçük burjuvanın yararsız felsefe üretme özentisinden başka bir şey değildi. (s.60)

Ama hayatla aralarındaki uzaklık öyle aşılmaz ki şimdi, ruhları geride kalmış bedenleriyle yokluğa bürünmüşler. (s.63)

Elinde fotoğraf makinesi, nereye gidersen git bu gülüşü asla yakalayamayacağını henüz bilmiyorsun. (s.78)

İnsanın insana neler edebileceğini anlatırken trajedinin en kaba ve ham görüntüsünü sakınmaksızın kesip çıkarıyordu zamandan. (s.80)

Kahramanlığı öven bütün tabletlere yazılıyor kötülüğün yordamı.Kahramanlığı öven bütün tabletlere yazılıyor kötülüğün yordamı. (s.82)

Sanmak ne harikulade bir şey. Bir şeyin olma veya olmama olasılığını aynı anda benimseyip olabileceğine daha çok inanmak ne tılsımlı bir düşünüş. (s.90)

Onunkisi kelam değil, kuyruklu bir harf yalnızlığı. (s.103)

"Yüzünde bir yer açılmıştı, kendimi sığdırabileceğim." (s.108)

Ateşle tütsülenirken dört dilek diledim Hızır'a. Yak beni, dedim, küllerimle tanınmaz olayım. Beni anlamamaya alıştır, illaki bileceğim diye çırpınmayayım. Hamlıktan arındır beni ,kavrula saflaşayım. Başkasının imanıyla sofu olmayayım. (s.108)

"Fantezi tehlikeli bir oyun. Hayal kurduğunda ne denli şiirselsen, fantezilere kapıldığında o denli yavanlaşıyorsun."  (s.114)

“Gitmek diye bir şey yok…Sadece çağrılmak var."
(...)
"Kimse gitmez durduk yere, biri çağırmasa, çağrılmış olmasa  bir yerden, kimse yerinden kımıldamaz.” (s.117)

Değil mi ki duran kendinde duruyorsa öylece, giden de kendine yürüyor yollarını. (s.118)

Hayal kurmak kalbe yapılan bir muamele sadece. Şimdiki zamanı yerli yerine oturtan insanca bir tahammül biçimi. (s.126)

Rica, şeytanın eliyle istemektir bir şeyi.Şeytan önce akıl verir,sonra rica eder. (s.136)

Bir dil arıyordun kendine. Kimseden emanet alınmamış, kimseninkine öykünülmemiş bir incir lisanı… (s.151)



23 Eylül 2021 Perşembe

Metaforlar Diyarında Kafka

Özlem Ekici


 Kısa bir süre önce okuduğum ve ikinci kez Haruki Murakami ile tanıştığım bir kitaptan bahsetmeye geldim: Sahilde Kafka.

 Öncelikle kitabın konusundan bahsetmek istiyorum. 15 yaşına giren Kafka Tamura ismindeki bir gencin kendi ayakları üzerinde durmak için (kesinlikle sözde kaldığını belirtmek isterim) evden kaçmasıyla başlıyor garip olaylar zinciri. Kitap boyunca bu gencin kendini arayışını, gerek cinsel kimliği gerek kendinin kim olduğu ve de ailesinin geri kalan üyelerini aramasıyla devam ediyor.
 Murakami'den okuduğum ikinci kitapla birlikte artık Murakami okumayacağımı kesinleştirmiş bulunuyorum. Bunun nedenleri üzerinde durup aslında gerçekten okumayınca bir şey kaybetmediğimizi anlamanıza katkıda bulunmak için bu incelemeyi yazmayı seçtim.

 Öncelikle tabi ki kitapta ilk dikkatimi çeken dil-üslup ve teknik kullanımlarına değineceğim. Murakami, kitap boyunca sade dil kullanımından asla ödün vermiyor, o kadar sade bir dil ki sanki günlük yaşamdan birebir aktarım yapılmış. Sade olduğu kadar da akıcı bir dili var. Buna tempoyu üstlerde tutmasının verdiği katkı büyük elbette. İşin teknik kısmına gelirsek kesinlikle Murakami dersine iyi çalışmış diyebilirim. Yani ne demek istiyorum, kitap boyunca bazı yerlerde temponun düşmeye başladığını göreceksiniz. Tempoyu yükseltmek için ise Murakami bize klasik diyebileceğimiz edebiyat öğelerini öne sürüyor. Örnek vermek gerekirse tempo mu düştü hadi zaman üzerine edebiyat yapalım, oh dur şurada tempo düşer gibi oldu hadi hemen savaş edebiyatı yapalım. Yani ciddi anlamda bir emek var, yazarlık konusunda gerçekten iyi çalışılmış bir kitap var karşımızda(!).

 Bir diğer hususa gelelim, büyülü gerçekçilik akımı. Bu akıma hitap ettiğini duyduğumuz ve de bildiğimiz bir yazarın bu akımla ne yaptığını daha doğrusu ne yapmaya çalıştığını inceleyelim. Büyülü gerçekçilik akımı, sıradışı olanın sıradanlaştırılması ya da sıradışı olanların sıradanlıklar içerisinde verilmesidir diyebiliriz. Bir nevi soyut olan hayal dünyamızı somut olan gerçek dünya içerisinde gerçekleşmiş gibi gösterilmesidir. Tekniği anladığımıza göre kitapta bunu gerçekten iyi kullandığını söyleyebilirim. Yani size metaforlarla örülü bir dünya verirken gerçek dünyaya da dokunmadan bunları harmanlayıp veriyor. Metafor kısmına girdiğimizde ise işler rayından oldukça çıkmış. Metaforlar ve onların sebebi olan diğer metaforlar derken bazı öğelerin neden geldiğini veya ne işe yaradığını çözemiyoruz. Okur olarak "Yahu bu ne işe yarıyor şimdi?" sorusunu sık sık sordum. Bazı yerlerde buna cevap da verilmiş tabi, yani öyle cevapsız bırakmıyor bizi lakin cevabın kendisi de metafor olarak verilince bu işin içinden çıkmak imkansızlaşmış. Bir nevi metafora metafor doğurtmuş diyebiliriz. Oysa ki büyülü gerçekçilik içerisinde kullanılan metafor hakkındaki bilgi okuyucuya apaçık verilmeden sezdirilir. Bu kısmı Murakami atlamış sanırım. Hatta öyle ki kitap sonunda birçok metafor neden var veya ne işe yaradı bilmeden sona varıyoruz.

 Yer yer kullandığı bilinç akışı tekniğinde ise Murakami bana göre olayı yanlış anlamış. Bilinç akışında karakterin düşünmesi öylece aktarılır, yani sıralı olmadan rastgele bir şekilde. Zihnimizden düşüncelerimizin vakumlanarak ortaya çıktığını, süzgeçlerden geçmemiş halini düşünün. İşte bu şekilde yazıya aktarılır. Murakami'de ise bu kısımlar oldukça acemice yapılıyor, hatta bazı yerlerde buna ne gerek vardı diyebiliyoruz. Beni en çok rahatsız eden kısmı da cümle ve kelime tekrarları ile bunu yapmaya çalışmasıydı.

 Teknik olarak sayılır mı bilmem ama Murakami'nin kendiyle çeliştiği bir kitap yazması beni şaşırttı ki dersine bu kadar iyi çalışmışken. Kitapta Çehov'dan ünlü bir alıntı olan "Eğer öyküde bir tabanca geçiyorsa, sonunda mutlaka patlaması gerekir" sözü kullanılıyor. Şimdi kitaba şöyle bir baktığımızda ise "Eh, o zaman arkadaşım silah patlamadı ama kitap bitti" diyoruz. Ne aklımızdaki soruların yanıtını bulduk sonunda ne de Kafka yapacağım dediği şeyi yaptı. "Ben bir şey anlamadım bu işten" diyerek kapattım arka kapağını.

 İşin tekniğini bir kenara bırakıp kurguya dönersek ilk gözüme çarpan yine çarpık ilişkilerdi. Bundan önce okuduğum kitabında da kadın ve erkek ilişkisi konusunda okuduklarımdan rahatsız olup uzun bir süre okumamaya karar vermiştim. Bu kitaptan sonra bunun beni neden rahatsız ettiğini daha iyi anladım. Okuduğum bu iki kitap boyunca tabiri caizse kadınlar (nasıl bir cinsel açlık çekiyorlarsa artık) erkeklerin üzerine atlıyorlar. Yani bunu yapıp gözümüze sokmaktaki amacını tam çözemesem de bir kadın olarak bu düşünce beni Murakami'den soğutmaya yetti. Bir diğer mesele de ensest-tecavüz benzeri ilişkilerin olağan şeylermiş gibi bize okutulması.

--Spoiler--

 Kafka'nın ailesinden olması muhtemel olan veya kitap boyunca öyle hissettirilen annesi olarak gördüğü, yaşça kendinden büyük olan Saeki Hanım ile olan birlikteliği ve daha sonra yine ablası gibi gördüğü Sakura'ya tecavüzü.

--Spoiler Son--


Şimdi kısaca bir bakalım.
-Kitap akıcı mı?
-Evet, kendini bir şekilde okutuyor.
-Ahlaki boyutu insanı bezdirecek derecede mi?
-Kesinlikle evet. Bende mide bulantısı etkisi yarattı.
-Tekniği geçtim, kurgu nasıldı?
-Ya ben bu işten hiçbir halt anlamadım.
-Giriş taşı neydi arkadaşım?
-Hala bilmiyorum.

 Elimden geldiğince size anlatmaya ve kendimce eleştirmeye çalıştım. Tüm bunların doğrultusunda kitap okumaya değer mi derseniz, yanıtım okunabilir tabi. Okumazsanız bir şey kaybeder misiniz derseniz de kesinlikle hayır. Buraya kadar okuduğunuz için teşekkür ederim. Yorumlarda buluşmak dileğiyle,
İyi okumalar. 

Bu incelemeyi 1000kitap.com üzerinden okumak isterseniz
Çektiğim fotoğraflara da göz atmak isterseniz buradan

31 Ağustos 2020 Pazartesi

Cibran ile Ermeye Beş Kala

Özlem Ekici


  Hacmi küçük olmasına rağmen içerisinde uzun uzun düşüncelere daldıran bir kitap. Şimdiye kadar kitaplığımda beklettiğime kızıyorum, neden söz dinlemeyip daha önce okumadım ki? 

  Cibran'ın kalemi ve üslubu sizi düşündürmeye çalışırken sıkmayan cinsten. Dilindeki arılık, satırların akıp gitmesini sağlıyor ve böylelikle zaten ince olan bu kitap bir solukta bitiveriyor. Betimlemeler, özlü cümleler daha neler neler... Asıl olay bittikten sonra geri açıp o düşünceler üzerinde uzun uzun çıkarımlara dalmakta. Altı çizilecek, bir kenara not alınacak cümleler deposu sanki bu kitap.

  Ermiş kimdir peki? El Mustafa adında bir bilgedir, ve bu bilgenin Orphalese halkının sorduğu sorular üzerinden sevgi, güzellik, dostluk, din, ibadet, ölüm, neşe ve keder, eğitim, suç ve ceza gibi çeşitli konularda konuşmalarıdır.  Derin mevzular üzerine kısacık ve özlü ifadeler kullanan Cibran beni fazlasıyla etkiledi. Dahasını istedim her bölüm biterken. Kısacası Halil Cibran hakkında daha çok okuma yapma isteği uyandırdı. Diğer eserlerini de kısa sürede edinmeye çalışıp daha geniş çaplı bir inceleme yapmayı planlıyorum. Şimdilik bu kadar olsun. Okumadıysanız, kesinlikle bir şans vermenizi temenni ederim, pişman olmayacaksınız. Hızlıca bir okumadan ziyade sindire sindire ve düşünerek ilerleyin.



26 Ağustos 2020 Çarşamba

Gürcistanlı Tina

Özlem Ekici


 Beni kendilerinden biri gibi görmelerini beklemedim hiçbir zaman, niye öyle görsünler, değilim zaten, ben onlardan biri değilim, ama hiç kimse de değilim, biriyim. Herhangi biri ama biriyim işte. Birisi olarak kabul edilebilmen için birilerinden mi olmak gerekiyor deda? (s.39)

   Yabancı olmak, ait olamamak üzerine satırlar okuduğum bir kitaptı. Birisi olmak için birilerinden mi olmak gerekir? Birisi kabul edilebilmek için ne yapmak gerekiyordu? Yabancı olduğunu bildiğin halde bir selam ve bir gülümseme ile o yabancılığı giderebilir miydik? Dilini bilmediğin bir ülkede sadece bir gülümseme mi kabul ettirecekti seni, içlerinden biri olduğuna Tina? Ülkemize kaçak yollardan girmiş, girmeye çalışırken çok sevdiği tek adamı Kaveh'ini yitirmiş. Son bir kez bakmış sınır kapısında ve onun son bakışı olduğunu bilmeden. Son bakış var mıdır gerçekten? Birine son kez baktığını bilmeden baktığında o son olarak kalır mı zihnimizde? Zihnimiz bir bakışın son olmasına müdahale etmez mi hiç?

   Hem yakarışlar hem hesaplaşmalarla dolu sayfalar ve bir ölüm. Ölüm anında insanın hayatı gözlerinin önünden film gibi akarmış derler ya, bu kitapta işte o filme konuk oluyoruz. Tina anlatıyor, hatırladığı kadarıyla, hesaplaşmalarıyla ve yakarışlarıyla izliyoruz o filmi onun ağzından. Bazen eskilere gidiyoruz büyük büyük annesine, oradan kayıp matruşkaya bir yol izliyoruz. Stalin dönemi Rusya'sının toplama kamplarına gidiyoruz bu anılarda, iç savaş döneminin sahnelerini dinliyoruz, bir babanın nasıl ölmeden öldüğüne göz kırpıyoruz ve bir aşkın din, dil, ırk ayrımı olmadan nasıl Tina'nın yüreğine yerleştiğini görüyoruz. Son bakışlarına tanık oluyoruz.

   Kopuk kopuk bir zihin haritası için karmaşık sayılabilecek bir anlatımla ilerliyor kitap. Virgüllerle, farklı konuların bir araya konmasıyla bu karmaşa destekleniyor. Tekrarlamalarla etkileyiciliği arttırılan bir anlatım da mevcut. Eski bir balerin olan Tina'nın müzik ve dans tutkusunu karşımıza çıkan şarkı sözleriyle anlayıp içerliyoruz, bu şarkılarla gidilen anılara şahit oluyoruz. Anlatımı etkin kılacak tüm yolları gözlerimizin önüne seriyor Irmak Zileli. Ölümdeki zihin karmaşasını aktarımı ise takdirleri hak ediyor. Anılardan kopup dışarıdaki insan kalabalığına uzanıyor bazen Tina'nın kulakları, ve bize ısrarla hatırlatmaya devam ediyor, "Yabancıyım, tüm bu insanların gözünde."

   Dil olarak baktığımızda kitabın içeriğinde dilsizliğe karşı bir sorgulama mevcut ve Tina Gürcü dilinde kelimelerle anne ve nine diyor kitap boyunca. Birkaç Rusça kelimeye denk geliyoruz ama bunlar yorucu bir dil konumuna düşürmemiş kitabı. Akıcı ve sıkmayan bir dil ile okuyoruz kitabı.

   Tina'nın ninesi İlona ve babası Levan ile ilgili yakarış ve sorgulamaları beni de yer yer sorgulamaya itti. Özellikle Tina'nın anılarını yorumlayıp hangisi ile biten soruları, hem içime dokundu hem de sorunun cevabını kendi içimde aramamı sağladı. En sevdiğim yönlerinden biri de buydu. Yer yer Tina ile birlikte bu düzene isyan ettim, yer yer Tina'nın sorularına ek sorular ekledim.

   Bitiminde bir iç burukluğu bıraktı bende, yabancılık ve ait olamamak üzerine bir sürü soru ile ortada kalakaldım. Bakışlar ve zihin üzerine derin düşünceler yer etti notlarımda. Tina ismi hafızama kazındı, Gürcistanlı Tina, sevdiğinin peşinde Türkiye'ye yolu düşen, sınır kapısında sevdiğini son bir bakışıyla kaybeden, bebiasının anlattıklarıyla büyüyen, dedasının küçük kızı, babasının ışığı...

   Bu benim Irmak Zileli ile ilk tanışma kitabımdı, elimde bir romanı daha var ama sanırım 'Son Bakış'ın yeri ayrı kalacak. Yabancılığa, ait olamamaya dair farklı bir bakış için okumalısınız diyorum. Yabancı olmak, öldüğünde bile birileri için birisi olamamak nedir?


30 Haziran 2020 Salı

Tekme Tokat Etkili Öykü Kuşağı

Özlem Ekici

  Edebiyat dünyasına “Açık Arttırma” öyküsü ile katılan Mevsim Yenice’nin ilk kitabı, uzun süredir bir inceleme yazmak isteyip nereden başlayacağımı bilemediğim bir kitap kendileri. Mevsim Yenice,  "Açık Artırma" isimli öyküsüyle Altkitap 2015 öykü ödülünü kazanmış yetenekli bir kalem. 2015 ve 2016 yıllarında iki farklı öykü dosyasıyla Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödüllerinde dikkate değer bulunmuş. Çeşitli dergilerde adına ve öykülerine sıkça rastladığımız bir yazar. Ben de elimden geldiğince bu ilk göz ağrısını anlatıp yorumlayacağım.

  Kitapta içerisinde kitaba ismi veren öyküyle birlikte on öykü daha yer alıyor. Kitapta yer alan öyküler sırasıyla:  Açık Arttırma, Muz ve Kovboylar, Tilkiler Aç mı Kalsın, Durağan Yolcu, Tekme Tokatlı Şehir Rehberi, Böyle, Ya da, Burada Bir Yerde Olmalı, Okyanus Sesi, Yalandan Kim Ölmüş Ltd Şti, Yer Yarıldı Yerin İçine Girdi.  Özellikle paylaşmak istedim isimlerini, öykülerin çok ilgi çekici başlıklara sahip olduklarını düşünüyorum. Öykü okumalarında uzun süredir yer veremesem de gerek kitabın isminin çekimi ve gerek çevremden aldığım duyumlar ile elime almaya karar verdim kitabı. Başlayalım bakalım neler var konuşalım bu ince ama vurucu öykü kitabında.

  Öncelikle dil ve üslup konusuna değinmek isterim ki Mevsim Yenice çok da süslü ve abartılı bir dil kullanmayarak gönlümü fethetti bu konuda. Öykülerdeki dil oldukça duru ve akıcı, üslup olarak da sizi kolaylıkla öyküye adapte edecek bir tavır sergiliyor.

  Öykülerin konuları ve kurgularındaki yaratıcılık beni etkiledi açıkçası, öyküde anlatmak istediğini ilk girişte oldukça güzel bir şekilde saklıyor ve bu saklama kısmını yaparken siz çoktan öyküye tutunmuş ilerliyor oluyorsunuz. O her şeyin ilmek ilmek çözüldüğü yere geldiğinizde ise öykü zaten olağan seyrinde siz fark etmeden sizi satırların arasına katmış akmakta. Dikkatimi çeken bir başka husus da öykülerdeki olayların veya karakterlerin bir kayıp sebebiyle seyretmesiydi. Bu bütün öykülerin kilit noktasını oluşturuyor sanırım.

**Bu kısımdan sonrası kitabı okumayan arkadaşlar için süpriz yumurta sayılabilecek öğeler barındırır. **

  Öyküleri okurken satırlar arasında birçok duyguyu bir arada yaşadım. Kitaba ismini veren öyküde başlangıçta yahu bu adam niye dayaktan zevk alıyor böyle diye şaşırıp yer yer gülerken birden bu adamın aslında neden böyle olduğunu öğrendiğimde adama duyduğum kısa süreli öfke ve ardından gelen acıma falan derken bir öykü içinde en az beş hissi birden aldım. Tilkiler Aç mı Kalsın öyküsünde ise başta gülerek ilerlerken aslında İsmail'in son günlerini sayan bir adam olduğunu öğrenmemle yerimde afalladım. Böyle öyküsü bana kalırsa kitaptaki en karmaşık kurgulardan biriydi, yani bir kadının düşünceleri ve olaylar kopuk kopuk gibi veriliyor görünse de aslında öyle dozlarda size öyküyü aktarmış ki belli bir yerden sonra bu öyküyü yazarken Mevsim Yenice'nin düşünce yapısını hayal etmeye durduğumu fark ettim. Ya da öyküsü, geçen yıllarda okuduğum Etgar Keret'in Kir öyküsüne nazire olarak yazılmış. Etgar Keret seven biri olarak bunu oldukça sevdim. Okyanus Sesi ve Burada Bir Yerde Olmalı öykülerinde benzer diyebileceğim aile bağları çok güzel aktarılmıştı ve beni çok etkileyen öykülerdi.  Yalandan Kim Ölmüş Ltd Şti ise gerçekten çekici bir başlıkla ve konuyla ilerleyen güzel bir serüvendi benim için. Muz ve Kovboylar daha en baştan size Mevsim Yenice'nin kalemi hakkında güçlü çağrışımlar sağlayacak bir kurguya sahip.

**Spoiler bitti**

  Oturup saatlerce anlatmak istediğim 11 öykü kazandırdı bana Mevsim Hanım, eserlerini ve kalemini severek takip edeceğim.
Açık Arttırma öyküsüne ücretsiz şu linkten okuyabilir ve ufak da olsa kalemi hakkında izlenim edinebilirsiniz: http://www.altkitap.net/acik-artirma-altkitap-2015-oyku-seckisi/

3 Mayıs 2020 Pazar

Orta Sınıf Yeni Proletarya Olursa - Milenyum İnsanları

Özlem Ekici

   James Graham Ballard, 1930 Şanghay doğumlu İngiliz bilimkurgu ve transgressif kurgu yazarıdır. Pearl Harbor baskınıyla beraber 1942 yazından savaş bitimine kadar tutsak kalmış; savaş, tutsaklar kampı ve atom bombası gibi şeyleri ilk elden gözlemlemiştir. 1946’da İngiltere’ye yerleşmiş ve Cambridge Üniversitesi’nde psikiyatri eğitimi görmüştür. Kısa süre Kanada’da Kraliyet Hava Kuvvetleri’nde de bulunmuştur. Yazarlık kariyerine kısa öykülerle başlamış, "Prima Belladona" adlı ilk öyküsü 1956’da Science Fantasy dergisinde yayımlanmıştır. Post-apokaliptik bir eser olan ilk romanı The Drowned World ise 1962’de yayımlanmıştır. 1984’te yayımlanan Güneş İmparatorluğu’nda savaş deneyimlerini kurgulamıştır. Eser, Guardian Edebiyat Ödülü ile James Tait Black Ödülü’nü kazanmış, Booker Ödülü’ne ise aday olmuştur.

   “1939-1984 arasında İngilizce yayımlanan en iyi 99 eser” listesinde Sınırsız Rüyalar Diyarı adlı eseri yer almıştır. Bazı eleştirmenlerin Calvino’ya benzetmesine şaşırmadığım yazarın eserlerinde Borges’ten de izler görülür.

   J.G. Ballard’ın suç üçlemesinin son kitabı Milenyum İnsanları’nı yenik doğmaya mahkum bir devrim öyküsü olarak kurgular. Tıpkı 19.yüzyılın Paris komünü gibi. Ama roller değişmiş devrimin öncülüğünü yeni proleterya yani orta sınıf almıştır."...yeni bir devrim gerçekleşiyordu; öyle alçakgönüllü ve iyi huylu bir şeydi ki hemen hemen kimse farkına varmamıştı" sözleriyle açılan kitap umursamaz, robotlaşmış kamusal alan karşısında var edilmeye çalışılan yeni bir ütopik çabayı konu alır. Bir taraftan toplumsal değişim talebinin ayartıcılığı, sistemin her zamanki bastırma tedbirleri ve diğer taraftan günümüz dünyasında El Kaide tipi grupların sergilediği amaçsız şiddetinin sorgulanmasına yer verir. Ballard son 30 yılda yinelediği gibi soluğunu ensemizde hissettiğimiz birçok yakın gelecek tablosu oluşturur. Baskıcı olmayan her ütopya gibi ikircikli ve insan denilen tuhaf şeyin derin iç uzayını kaplayan tüm aydınlık ve karanlık yönlerini yansıtarak bunu yapar.

   Milenyum İnsanları, Kokain Geceleri ve Süper Kent ile birlikte bir ideoloji olarak elimizde yalnızca tüketicilik kaldığında neler olabileceğini inceleyen detektif romanları üçlemesinin sonuncusu. “İnsanlar yaşamlarındaki en ahlaki seçimin bir sonraki arabalarının rengi üzerine olduğu gerçeğine çok içerliyor,” diyor Ballard tahripkârca. “Elimizde kalan yalnızca kendi psikopatolojimiz. Bu sahip olduğumuz tek özgürlük -tehlikeli bir durum bu.”

Milenyum İnsanları, Heathrow Havaalanı’na yapılan ve üç kişinin ölümüne neden olan bombalı saldırıyla başlar. Romanın önermesi şudur: “Orta sınıf yeni proletaryadır.” Ballard’ın bir başka gated1 topluluğu olan Chelsea Marina sakinleri, okul ücretlerinden, özel sağlık giderlerinden, gizli vergilerden ve parkmetrelerden o kadar bıkmışlardır ki, toplumsal sorumlulukların ve tüketim kültürünün kendi kendini dayatan yüklerinden soyunmaya başlarlar. Anlatıcı psikolog David Markham gibi diğerleri de karizmatik çocuk doktoru Richard Gould tarafından orta sınıf metropolünün sembollerine -Ulusal Film Merkezine, BBC’ye, Modern Tate Galerisine- saldırmaya ve sonra da banliyölere yönlendirilirler.

Ama bu orta sınıf isyancıları, kendi ezilmişlik iddialarını kendileri ne kadar ciddiye alıyor? Kitapta, bir noktada, Chelsea Marina sakinlerine sokaklara Japon film yönetmenlerinin isimlerinin verilmesi teklif ediliyor, ama bu fikirden “mülk değerlerinin zarar görebileceği” endişesiyle hemen vazgeçiliyor…

Bu kitap da, Ballard’ın diğer kitapları gibi, sapkın altüst oluşlarla ve huzur kaçıran paradokslarla dolu -“Şiddeti huzur dolu bir gösteriden daha fazla kamçılayan bir şey yoktur” ya da “Eğer hedefin küresel para sistemi ise bir bankaya saldırmazsın. Yanı başındaki Oxfam’a2 saldırırsın,” gibi.

   Roman "...ama aslında başka bir zamanı düşünüyorum o anda, Chelsea Marina’nın gerçekten bir vaatler ülkesi olduğu kısacık dönemi; genç bir çocuk doktorunun halkını özgür bir cumhuriyet, sokak işaretleri olmayan bir şehir, cezaları olmayan olaylar ve gölgesi olmayan bir güneş yaratmaya ikna ettiği o kıssacık zamanı düşünüyorum" sözleri ve geleceğe yönelik bir dönüşüm çiçeğinin filizlenen ilk tomurcuklarıyla biter. Bittiğinde acı bir tat bırakıyor sizde.


21 Nisan 2020 Salı

Calvino Tarot Bakarsa! - Kesişen Yazgılar Şatosu

Özlem Ekici

  Italo Calvino kitabın başında uzunca bir önsöz ile yazım sürecini anlatmış. Tarot kartlarıyla ilgilendiği bir dönem kimi kartları rastgele sırayla önüne açıp onları hikayeleştirerek bu kitabı oluşturmaya başlamış, daha güzel bir şekilde anlatmış bunu ama kısaca böyle diyebiliriz. Kitabın özel bir yerinin olmasını sağlayan durum da bence bu yazılış süreci.

  "Tarotla ilgilenmeyen biri için hiçbir şey ifade etmeyecek bir kitap..." hissiyatı almış olabilirsiniz, ben de bundan korkuyordum ancak Calvino, kendisinin de tarota karşı çok özel bir ilgisinin ve hatta tarotla ilgili pek bilgisinin olmadığını da anlatmış kitapta. O sebeple böyle bir fikire kapılmadan okuyabileceğimiz konusunda bizi de rahatlatmış. Birçok hikayede bir kartın anlamı değil, kartın üzerindeki desenin arka planındaki orman vb; örneğin bir karttaki şövalye karakteri değil de o şövalye karakterinin elindeki kılıç ya da şövalyenin arkasındaki bir dere hikayede kullanılırken kartın esas anlamı olan soyut kavram hikayenin içinde hiç kullanılmadan geçilmiş. Muhtemelen tarota ilgisi olanlar daha çok keyif alacaklardır lakin ben gibi ilgisi ve bilgisi olmayanlar bazı yerlerde üzerinde ayrıca durulan belirli kartların tarot falındaki anlamını öğrenmek için internetten kartı araştırabilir.
Öyküler birbirinden bağımsız gibi görünse de birinin bittiği yerde diğeri başlayabiliyor veya ortak öğelere sahip öyküler var. Bu öyküleri sıralı bir şekilde baştan sona okumak gerekiyor, zaten yazarın yolunun bir şatoya düşüşü ve öykülerin nasıl anlatılmaya başlandığı gibi bir girizgah da var ve o girizgahı okumadan rastgele bir öykü okumak da çok sıkıntılı olacaktır.

  Kesişen Yazgılar Şatosu, iki ayrı bölümden oluşuyor. Bu iki bölüm, tematik benzerlik taşıyan iki uzun öyküden oluşuyor.

  İlk bölümü oluşturan ve kitaba da adını veren Kesişen Yazgılar Şatosu, Ortaçağda yolları bir şatoda kesişen bir grup insanın yemek masasında toplanmalarını, konuşamadıklarını fark etmeleri üzerine de tarot kartları aracılığıyla öykülerini birbirlerine sezdirmelerini anlatıyor.

  İkinci bölümü ise, “Kesişen Yazgılar Meyhanesi” isimli öykü oluşturuyor. Bu öyküde de yine bir grup insanın yolları bir meyhanede kesişiyor ve yine konuşamayan insanlar yine tarot kartları aracılığıyla öykülerini sezdiriyorlar. Bu öyküdeki farklılık ise zaman olarak gösterilebilir. İkinci öyküde anlatılanlar Rönesans döneminde geçiyor.

  Kesişen Yazgılar Şatosu, biçimsel olarak da özgün bir yapıt. Calvino öykülerini anlatanların açtıkları kartları da bizimle paylaşıyor ve bu kartlar açılma sırasına göre önce metinlerin yanında sonra da her öykücüğün sonunda toplu olarak bize veriliyorlar.

  En beğendiğim öykü ise "Ruhunu Satan Simyacı" oldu ki alıntılayalım o meşhur konuşmayı:

"Neden korkuyorsun, ruhumuzun şeytanın eline geçmesinden mi?"
"Hayır, ona verecek ruhumuz olmamasından."

  Sık sık öykülere müdahale etmek isteyip bir anda kendimi o öykülerin birinde buldum. İster istemez kapılıp gittim kartların arasına. Tarota da bir ilgim başladı bu kitaptan sonra ama şimdilik bu konuyu askıya aldım. Calvino okumaya devam edeceğimden kesinlikle emin oldum bu eserle birlikte.

  Farklı ve son derece ilginç bir yazım süreci ile ortaya konmuş bir eser okumak isterseniz mutlaka denemenizi öneririm.

Alıntılarla bitiriyorum, iyi okumalar.

"Farklı kuşaklar birbirlerine hep ters bakar, salt anlaşmamak için konuşurlar, mutsuz yaşamalarının ve düş kırıklığı içinde ölmelerinin suçunu hep birbirlerine atarlar."

"Ay, yenik bir uydudur, ama üstün gelen yeryüzü, onun tutsağı durumundadır."


9 Nisan 2020 Perşembe

Calvino'dan Dantel Gibi Dokunmuş Kentler

Özlem Ekici


   Calvino’nun kendi ifadesiyle “Görünmez Kentler, Marco Polo’nun Tatar İmparatoru Kubilay Han’a sunduğu bir dizi gezi notu…” . Çağdaş İtalyan yazınının bu büyük ustası, insan ile nesne arasındaki yaşam kavgasını bu başyapıtında şiirsel bir dille sunar bizlere. Kitaptaki metinler Venedikli Gezgin Marco Polo ve tüm ağırlığı ile dünyanın ve insanlığın üzerine çökmüş bir imparatorluğun başındaki Kubilay Han’ın; görünürde kentleri konu aldıkları, aslında insanı, doğayı, iktidarı sorgulayan konuşmalarından oluşur.

   Anlatılan yerler, her birine bir kadın ismi verilmiş kurmaca kentlerdir. Calvino, anlatıyı göstergeler üzerine kurmuştur ve kitap göstergebilim açısından temel yazınsal yapıtlar arasında yer alır. Yapıtta, diyalektik ikili karşıtlıklar ön plandadır. Göstergebilim hakkında da şöyle bir makale buldum, merak edenleri böyle alalım. Tık tık


   Görünmez Kentler'de zaman ve mekan hem iç içe geçip birbirine karışarak kendine özgü ve aynı zamanda bütüncül bağlamını yaratır, hem de bu bağlam içinde çözünerek kendini bağlamından koparır. Böylelikle Görünmez Kentleri görmeye çalışan okuyucu, hem bunları akıl yoluyla var etmeye çalışırken, hem de görünen/var olan kentleri, birer imge haline getirerek buharlaştırır. Calvino belirli bir kurgu üzerine oturtmuş yapıtını. Marco Polo’nun anlattığı kentler ayrı bir sıra izlerken, Marco Polo ile Kubilay Han’ın felsefi içerikli söyleşileri yine ayrı bir biçimde şiirsel metinler olarak sunuluyor. Benim en sevdiğim kısımlar da bunlardı açıkcası. Kentlerle bağlantısı yokmuş gibi görünen bu metinler aslında kentlerle bir bütünlük oluşturuyorlar.

   “Görünmez Kentler” insanı, yaşadığımız evreni, içsel dünyamızı irdelemeye, sorgulamaya itiyor. Okurdan da katkı bekliyor bir bakıma, yer yer düşünecek, yer yer de gözlerinizi kapatıp hayal edeceksiniz. Yapıtı dilimize Işıl Saatçioğlu İtalyanca aslından çevirmiş. Benim elimdeki Remzi Kitabevinden basımı ve kütüphaneden ödünç aldım, en kısa zamanda da YKY basımını da satın alıp kütüphaneme ekleyeceğim. Özenli, keyifle okunan bir metin. Çevirmenin yapıtın sonuna eklediği İtalo Calvino ve Görünmez Kentler üzerine bizlere aktardığı bilgilendirici çalışması da önemli bir kaynak, bence ilk olarak onları okumada fayda var. Düşünmeyi seven, kolaycılıktan kaçan okur için kitaplıklarında bulundurmaları önemle rica olunur. Özellikle Borges severler mutlaka bir bakmalısınız demeden geçmeyelim.

   Kitaptan birkaç alıntı ile bitiriyoruz.

*Doğru yolu bulmak için kaybolmak gerekir. Labirent, içine giren kaybolsun ve dolaşsın diye yapılır. Ama labirent, o aynı kişiye, yeni bir plan çizmesi ve labirentin gücünü yok etmesi için bir başkaldırıyı da düşündürür. Bunu başardığı takdirde insan labirenti yıkacaktır; onu boydan boya geçen biri için labirent yoktur.

*Kitap bir alan; okur içine girmeli, dolanmalı, belki kendini kaybetmeli, ama belli bir noktada bir çıkış hatta birçok çıkış bulmalı. Kitap, dışarı çıkabilmek için bir yola koyulma olanağı.

*Biz canlıların cehennemi gelecekte var olacak bir şey değil, eğer bir cehennem varsa burada, çoktan aramızda; her gün içinde yaşadığımız, birlikte, yan yana durarak yarattığımız cehennem. İki yolu var acı çekmemenin. Birincisi pek çok kişiye kolay gelir: Cehennemi kabullenmek ve onu görmeyecek kadar onunla bütünleşmek. İkinci yol riskli: sürekli bir dikkat ve eğitim istiyor; cehennemin ortasında cehennem olmayan kim ve ne var, onu aramak ve bulduğunda tanımayı bilmek, onu yaşatmak, ona fırsat vermek.

*Ya­şanmamış gelecekler geçmişin dallarıdır yalnızca: kuru dalları. "Bütün bu yolculuklar geçmişini yeniden yaşamak için mi?" diye sordu bu noktada Han. Şöyle de sorabilirdi aslında: "Bütün bu yolculuklar geleceğini yeniden bulmak için mi?” Şöyle cevap verdi Marco: "Başka yer, negatif bir aynadır. Yolcu sahip olduğu tenhayı tanır, sahip olmadığı ve olmayacağı kalabalığı keşfederek.”

*Merdivenli yolların kaç basamaktan oluştuğundan, kemer kavislerinin açı derinliğinden, çatıların hangi kurşun levhalarla kaplandığından söz edebilirim sana; ama şimdiden biliyorum, hiçbir şey söylememiş olacağım sonunda. Zira bir kenti kent yapan şey bunlar değil, kapladığı alanın ölçüleri ile geçmişinde olup bitenler arasındaki ilişkidir.

*Edebiyatın sınırsız evreninde, dünya imgemizi değiştirebilecek yepyeni veya çok eski yollar, üslup ve biçimler açılır önümüzde her zaman... Ama edebiyat sadece düş peşinde koşmadığım güvencesini bana veremiyorsa, o zaman içinde her türlü ağırlığın çözülüp dağıldığı hayallerime gerekli besini bilimde ararım.

*Eğer bir gün kendinin yarısı olabilirsen, ki bunu bütün gönlümle dilerim, bütünlüğü olan beyinlerin sıradan zekâsını aşan şeyleri anlayacaksın. Kendi yarını ve dünyanın yarısını yitirmiş olacaksın, ama geride kalan o yarı, bin kez daha derin, daha değerli olacak. Hatta her şeyin sana benzer şekilde ikiye bölünüp parçalanmasını isteyeceksin, çünkü güzellik, bilgelik ve adalet parçalardan oluşan şeyde vardır.

*Yolculuk yapa yapa farklılıkların kaybolduğunu fark ediyor insan: her kent bütün öteki kentlere benziyor sonuçta, biçim, düzen ve uzaklıkları değiş tokuş ediyor aralarında yerler, 'biçim'siz, ince bir toz bulutu kaplıyor kıtaları.

*Keşke her şey böyle ikiye bölünebilse... Böylece herkes bön ve cahil bütünlüğünden kurtulabilse. Bir bütündüm ben ve her şey doğal, karmakarışık ve anlamsızdı gözümde; her şeyi gördüğümü sanıyordum, oysa gördüğüm bir kabuktu yalnızca.

*Eğer erkek ve kadınlar o kısacık düşlerini yaşamaya kalkışsalar her hayal bir kovalamaca, bir aldatmaca, bir anlaşmazlık, karşıtlık ve baskı hikâyesinin yaşanmaya başlayacağı bir insana dönüşür ve hayallerin atlıkarıncası duruverirdi.

*Bir kentte hayran kaldığın şey onun yedi ya da yetmiş yedi harikası değil, senin ona sorduğun bir soruya verdiğin yanıttır.

*Anlatıya yön veren şey ses değil, kulaktır.

*Bellek denen şey çok zengin: Sürekli yineler göstergeleri, yineler ki kent var olmaya başlasın.

*Başka yer, negatif bir aynadır. Yolcu sahip olduğu tenhayı tanır, sahip olmadığı ve olmayacağı kalabalığı keşfederek.

*Kentler vardır, yıllarla ve değişerek arzuları biçimlemeyi sürdürürler; kentler vardır, ya arzularca silinir ya da arzuları siler, yok ederler.

*Kentlerle ilişkimiz rüyalarla olduğu gibidir: hayal edilebilen her şey aynı zamanda düşlenebilir, oysa en beklenmedik rüyalar bile bir arzuyu, ya da arzunun tersi, bir korkuyu gizleyen resimli bir bilmecedir. Kentleri de rüyalar gibi arzular ve korkular kurar; söylediklerinin ana hattı gizli, kuralları saçma, verdiği umutlar aldatıcı, her şey başka bir şeyi gizliyor olsa da.

*İki yolu var acı çekmenin: Birincisi pekçok kişiye kolay gelir: cehennemi kabullenmek ve onu görmeyecek kadar onunla bütünleşmek. İkinci yol riskli: sürekli bir dikkat ve eğitim istiyor; cehennemin ortasında cehennem olmayan kim ve ne var, onu aramak ve bulduğunda tanımayı bilmek, onu yaşatmak, ona fırsat vermek.

KENTLER VE ANI 1 – DIOMIRA
“İnsan oradan yola çıkar, üç gün hep doğuya giderse, Diomira’da bulur kendisini.”
KARINA PUENTE ITALO CALVINO’NUN GÖRÜNMEZ KENTLER’İNİ İLLÜSTRE ETTİ

27 Mart 2020 Cuma

Aristoteles'ten Sanat Dersi "Poetika"

Özlem Ekici


   Bu kitap hakkında söylenecek ve söylenmesi gereken çok fazla şey var lakin çok kıyıda köşede kalmış bu eser. Benim için de öyleydi ta ki Umberto Eco'nun eşsiz eseri olan Gülün Adı'nı okuyana kadar. Adını ilk kez orada duymuş ve bir gün okuyacağım diyerek not almıştım. Sonunda elime alıp okudum ve neden bu zamana kadar okumadığıma anlam veremedim.

   Kitaba gelecek olursak Aristoteles'in şiir sanatı üzerine söylemlerini ve kuramlarını anlattığı bir eser. Ona göre bütün sanatlar birer taklittir. Şiir de bir sanat eseridir. Bu nedenle şiirin de bir taklit sanatı olduğunu ifade etmektedir. Aristoteles’e göre şiir sanatını ortaya çıkaran iki doğal neden vardır; birincisi taklit etme, ikincisi taklitten hoşlanmadır. Taklit insanların bilme, öğrenme arzularından kaynaklanır. Bu nedenle insan doğası gereği devamlı olarak bir şeylerle benzerlik kurmaya, taklit etmeye çalışarak bilme, öğrenme arzusunu gidermeye çalışmaktadır. İnsan, taklit ederek doğada ilk bilgilerini elde etmiş olur. Bu bilgileri elde etmiş olma arzusu ona büyük bir haz verir. Ona göre sanat yapıtları karşısındaki yaşantılarımız bunu kanıtlamaktadır. Sanatın amacı; nesnelerin dış görünüşünü değil, iç anlamını göstermektir. Aslında sanatın biçimi gerçeğin taklididir. Fakat bu taklit, taklit edilen nesnenin birebir kopyası olmak durumunda değildir. Aristoteles’e göre bir taklit gerçekte var olan bir nesnenin taklidi olmak durumunda da değildir. Onun için anlatılan bir olayın gerçekleşip gerçekleşmemesi önemli değildir. Çünkü ona göre bu tarihçilerin işidir. Aristoteles’e göre her bilgi ve her sanat bir taklit etmedir.

   Aristoteles’in sanat konusundaki düşünceleri şiir konusunda da geçerlidir. Onun için şiir de bir sanattır ve tüm sanatlar gibi taklit eder.

   Aristoteles’in şiir sanatı üzerine düşüncelerini incelediğimiz Poetika adlı eserinde ele alınan konulardan en önemlisi, sanatın bir taklit olduğudur. Bu taklit sanatından kastı, insana ait bir eylem olduğu fikridir. Aristoteles, Platon’un mevcut sanat, ideaların yansıması olan duyulur alanın bir yansıması olmak bakımından silik ve değersiz bir kopya niteliği taşır ifadesini benimsememektedir. Çünkü Platon’un, sanatı sadece basit bir kopya ya da ideaların sönük bir yansıması olarak görmesi sanatın tüm boyutlarını gözden kaçırmasına neden olmuş. Aristoteles ise sanatı daha geniş bir çerçevede ele alarak sanatı tüm boyutlarıyla incelemiştir.

   Sonuç olarak eğer sanat ve şiir üzerine farklı bakışlar görmek istiyor ve daha önce Aristoteles hiç okumadıysanız, mutlaka bakmalısınız. Sakin sakin okuyun, her düşüncenin ardını sorgulayın. Zira müthiş düşünceler içeren bir yapıt.



Kitaptan Alıntılar:

*İster bir sanatçı yetisi, isterse alışkanlığa dayanan bir ustalıkla olsun, bazı sanatlar renkler ve figürler aracılığıyla taklit eder. Bazı sanatlar ise ses aracılığıyla taklit eder; buna göre de bütün adı geçen sanatlarda genel olarak taklit, ya ritim ya söz ya da harmoni aracılığıyla gerçekleştirilir.

*Şiir sanatı, ozanların karakterlerine uygun olarak iki yön alır; zira, ağır başlı ve soylu karakterli ozanlar, ahlakça iyi ve soylu kişilerin iyi ve soylu eylemlerini taklit eder; hafifmeşrep karakterli ozanlar ise, bayağı yaradılıştaki insanların eylemlerini taklit ederler.





21 Mart 2020 Cumartesi

Balzac Vadisinde Bir Güzel Zambak

Özlem Ekici


   Son dönemde okuduklarım arasında en sevdiğim eserlerden birkaç tanesini seçip blogumun rafları arasına kaldırmak istedim. Kitabın alıntıları ile daha da güzel bir yazı olacağını düşünerek başlıyoruz Balzac'ın Vadideki Zambak isimli eserini tanıtmaya...

   Kitabın içeriğini anlatmadan önce hangi yayın evinden aldığıma değinmek istiyorum. Bildiğiniz gibi yabancı romanlarda en önemli mevzu çeviri. Eğer çeviri iyi olmazsa kitaba yapılmış bir cinayetten farksız bir durum olmuyor. Uzun araştırmalarım ve birçok başarılı, başarısız denemelerimden sonra Can Yayınları’nın çeviri konusunda başarılı olduğunu öğrendim ve Vadideki Zambak’ı Can Yayınlarından aldım. Kitabın çevirisini yapanın Tahsin Yücel olduğunu duyunca zaten insanın çeviri konusunda hiçbir şüphesi kalmıyor. Bilmeyenler için de öncelikle Vadideki Zambak’ın MEB’in belirlediği 100 Temel Eser içerisinde olduğunu belirtmekte fayda var.


   Gelelim kitabın konusuna: Vadideki Zambak, Honoré de Balzac’ın en güzel kitaplarından biridir. Bir kesim Balzac'ın en iyi eseri olduğunu bile savunuyor. (Kanımca en iyi eseri diyebilirim de) Kocasıyla mutlu olmayan Henriette’le, kendisinden çok daha genç olan Felix’in imkânsız aşkını anlatan kitap, Balzac'ın yaşamını tanımak ve anlamak için de oldukça önemli. Felix'in yaşamının Balzac'ın kendi yaşamının neredeyse aynı olduğunu söyleyebilirim. Ayrıca eser 18. yy Fransa’sındaki, devrim sonrası, toplumsal hayat hakkında da ipuçları içermekte, duygusal bir yakınlaşmayı anlatmaktadır. Yeşil vadiler, sık ormanlar arasındaki güzel şatolar tüm gerçekçiliği ile tasvir ediliyor. Bolca tasvir mevcut ve betimlemeler ile başı dertte olanlar için okuması oldukça zor olabilir. 

 "Ustanın, yeteneğini tümüyle gösterdiği romanı olarak da bilinir. Balzac, acı ve ızdırabı en hissedilir şekilde romanına yansıtmıştır. Başka bir gözden aşkın ızdıraplı yüzünü, roman severlere çok iyi yansıtmış ve de özgün anlatımıyla okuyucuların gözüne girmiştir. Ayrıca kişi ve yer tasvirlerinde büyük ustalıkla okuru olayın kurgusunun içine sürüklemiştir.
Romanda, 18. yy ailesi tarafından çeşitli itilişlere maruz kalan bir gencin zamanla hayatında olan değişimleri ve ilerde tanıştığı bir kadına olan bağlılığı anlatılıyor.
Vadideki Zambak kitabı Balzac’ın kendi hayatından kesitlere yer verdiği bilinmektedir. Balzac tarzı harikulade tasvirlerle kitabı okurken, o dönemi bire bir yaşıyorsunuz."(Kaynak)

   Balzac’ın neden Balzac olduğunu anlamak için Vadideki Zambak eşsiz bir kanıt. Yaptığı betimlemeler,  anlatmak ve hissettirmek istediklerini başarılı şekilde yapmasına yardımcı olmuş. Zaten kitapta hayranlık uyandıran asıl etmen de betimlemelerdi kanımca. Kitap arasında aldığım notlar bu yüzden bir hayli fazla oldu. Şimdi bile açıp açıp okuyorum o notları. Kesinlikle Vadideki Zambak okuduktan sonra pişman olacağınız bir kitap değil. Klasik eserlerde karşılaşılabilen sorunlardan biri olan sıkıcılık Vadideki Zambak’ta da arada bir karşımıza çıkıyor, fakat bu kitaptan soğumamızı sağlamıyor. Yorucu geliyor lakin emin olun buna değecek bir eser okuyorsunuz. Her ne kadar durum böyle olsa da tahmin ettiğimden çok uzun bir sürede bitirdim kitabı. Geç bitirdiğim için üzülmedim, çünkü Vadideki Zambak biraz hazmede hazmede okunması gereken bir kitap gibi geldi bana.


   Kitapta özellikle bayıla bayıla defalarca okuduğum bir yerden bahsetmek istiyorum: Henriette’ın Felix’e yazdığı mektup. Bence bu mektup yalnızca Felix’e yazılmış bir mektup değil insanlığa yazılmış bir mektup. Öyle güzel şeyler anlatıyor ki Henriette, insanın her bir cümlesini yaşamı boyunca unutmaması gerektiğini anlıyor. Bu mektuptan almamız gereken dersleri say say bitiremeyiz hatta. Benim en çok hoşuma giden şey bu mektup oldu. Eğer okumadıysanız henüz, sadece bu mektup için okunur diyorum ben. O yüzden mutlaka okuyun. Yine de şunu söylemeden geçemeyeceğim: Kitap okuma alışkanlığına yeni yeni kavuşuyorsanız, başlangıç için Vadideki Zambak kötü bir tercih olabilir, demedi demeyin. Böyle o okuma sayılarınız bir hayli arttığında çok da geç olmadan okuyun, fazla bekletmeyin. 

   Ben biraz Felix'ten bahsetmek istiyorum burada. Felix, ailesinden uzakta büyümüş doğduğu günden beri annesinin sevmediği bir çocuk olmuş. Tıpkı Balzac'ın kendisi gibi. Annesi ve ailesi ile arası hep kötü olmuş, onları bir türlü sevememiş. Balzac'ın yaşamının izlerini okuyor gibiyiz bu kısımlarda. Felix ne zaman annesinden ve ailesinden bahsediyor olsa o satırların aslında Balzac'ın annesine ve ailesine birer isyanı, söylemek istediklerini okuyor gibi oldum. 

   Henriette de ailesi tarafından yaralı bir kadın, üstelik evlenince de yüzü gülmemiş. İki evladı olduğunda da bu çilesi katlanarak artmış. Çocukları güçsüz ve hasta, bir anne olarak o da kendini çocuklarına adamış bir kadın. Kocasından dolayı sık sık yaralanması da hiç bitmiyor. Felix hakkındaki düşünceleri kitabın sonuna dek karmaşık bir şekilde verilmiş ki sonunda tüm bu tutumlarının garipliği açıklanıyor. Yüz veriyor mu, seviyor mu o da diye diye bitirdim kitabı. O şekilde bir gizden bahsediyorum. Henriette, Felix'ten oldukça büyük; tıpkı Balzac'ın hayatındaki tüm kadınlar gibi. Felix'in de kendinden büyük bir kadına aşık olmasında Balzac'ın kendi aşk hayatını görebilirsiniz. 

Sıradışı Bir Yaşam Öyküsü

   Birazcık da Balzac'tan bahsedelim. Bu bilgileri ve daha fazlasını Stefan Zweig'in Balzac biyografisinden edinebilirsiniz. Balzac ailesinin ilk çocuğu ve annesi tarafından sevilmediği gerekçesiyle ailesinden uzağa bir süt annenin yanına veriliyor. Şaşırtıcı olan da Balzac ailenin tek çocuğu değil, diğer çocuklar pekala ailenin yanında, annesi ve babası tarafından sevgi içinde büyütülüyor. Dört yaşına kadar bu kadının yanında büyüyor ve dört yaşından sonra da başka bir aileye veriliyor. Bu ikinci ailesi de onu yedi yaşına kadar büyütüyor. Bu süre boyunca Balzac'ın ailesi onun nerede ve nasıl olduğunu biliyor ama asla onu çocukları gibi görüp kabul edip evlerine kabul etmiyorlar. Bu dört yaşından yedi yaşına kadar olan süre zarfında sadece pazar günleri ailesini ziyarete gelmesine izin veriliyor. Ayrıca belirtelim ki Balzac'ın ailesi yoksul bir aile de değil, soylu bir aile değil fakat evde baktıkları ve büyüttükleri üç çocukları daha var. 

   Balzac bu ailede yedi yaşına kadar kaldıktan sonra da yedi yaşından on dört yaşına kadar yatılı okula veriliyor. Yatılı okulda kaldığı yıllar biraz daha aklının erdiği yıllar olması sebebiyle daha etkili oluyor yaşamında. Yazdığı eserlerde, yarattığı karakterlerde bu yıllardaki yaşadığı acıları yansıtıyor. (Felix üzerinden bunu okuyabilirsiniz.) Diğer çocuklar izin günlerinde veya tatil günlerinde ailelerinin yanına giderken Balzac, ailesi tarafından istenmiyor. Onu görmeye gelmiyorlar ya da onun gelmesine izin verilmiyor. Nihayet Balzac 14 yaşına geldiği zaman ailesinin yanına geliyor lakin tabi ki bu yaştan sonra artık o ailesini benimseyemiyor. Aralarında hep bir iletişimsizlik hep bir sevgisizlik var. 18 yaşına geldiğinde de kendisi ailesine sırtını dönüyor, kendisi onları kabul etmiyor. Bütün bu sıkıntılı, sorunlu süreçlerin etkisi Balzac yetişkin olduğunda dahi üzerinden atamıyor ve annesinden gördüğü bu sevgisizliği unutamıyor. Yazığı kitaplarda üstü kapalı olarak yazdığı karakterlere bu yansıyor fakat açık açık bunu ifade ettiği yerler de var. Mesela ilerleyen yıllarda aşk yaşadığı bir kadına yazdığı bir mektupta annesinden bahsederek şöyle bir ifade kullanıyor: "Onun delirdiğini sanıp 33 yıldır arkadaşı olan bir doktora danıştık. Doktor bize şöyle söyledi 'Hayır deli değil, sadece kötü biri.' Benim hayatımdaki bütün kötülüklerin sebebi annemdir."  Annesi ile yine görüşmeye devam etse de onu hiçbir zaman annesi gibi görmüyor. Annesine muhtaç duruma düştüğünde bile onu annesi olarak kabul etmiyor.

   Balzac, hukuk okuyor ve noter olarak çalışmaya başlıyor. Fakat, çalışmaya başladıktan sonra bir gün bir anda işi bırakıyor ve "Ben yazar olacağım." diyor. Yazmaya başlamaya karar veriyor ve bunu ailesine bildiriyor. Çok baskın bir karaktere sahip olan annesi çok şiddetli itirazlarda bulunuyor lakin babası biraz daha yumuşak bir tepki verip kabul edebileceğini söylüyor. Annesi, Balzac'ın kararlı duruşundan dolayı bir süre sonra razı gelmek zorunda kalıyor ve Balzac'la birlikte Paris'e gidiyor. Annesi Paris'te Balzac'a çok kısıtlı bir bütçe veriyor ve çok kötü fiziki koşullara sahip bir oda tutuyor. Bunu yapmasındaki amacı da Balzac'ın yaşadığı koşulları zorlaştırırlarsa vazgeçip eski hayatına ve işine döneceğini düşünmeleri. Ama tabi ki bu zor koşullar Balzac'ı etkilemiyor ve o kısıtlı bütçesiyle ilk yaptığı şey yaşadığı odayı daha iyi bir yer haline getirmek oluyor. Daha sonra gidip kendine kalemler, kağıtlar ve mumlar alıyor, yazmak için. (Mumlar çok önemli, çünkü ancak geceleri yazabiliyor.) Elindeki tüm parayı bunlara harcadıktan sonra çok zor günler ile karşılaşıyor lakin yine de yazmaktan vazgeçmiyor. Öyle ki altı ay boyunca hiçbir şey ortaya koyamadan sadece yazmaya çalışıyor. Yazıyor, hiçbir şey ortaya çıkmıyor ve belli bir süre sonra vazgeçme aşamasına geliyor. İşte bu günde, bir aile dostu onu edebiyat çevreleriyle tanıştırıyor. Onun yazarlarla ve yayıncılarla temaslar kurmasını sağlıyor ve Balzac'ın bu çevreye dahil olmasına vesile oluyor. Balzac girdiği bu çevrenin yardımıyla ve içinde bulunduğu maddi sıkıntılardan dolayı bir süre hayalet yazarlık yapmaya başlıyor. Yani kitaplar yazıyor fakat başka isimler ile çıkıyor.

   Bu süre zarfında Balzac, ailesiyle görüşmeye ve onlara gidip gelmeye devam ediyor. O sıralar annesinin yakınında bir komşuları var ve bu komşusunun evinde iki yetişkin kızı var. Bunlardan biri evli ve çocuklu, diğeri de bekar. Bu dönem Balzac girdiği edebiyat çevrelerinden etkilenerek giyim kuşamında yeniliklere yer veriyor. Yani annesine gidip geldiği süre boyunca her seferinde daha şık ve iyi giyimli olarak karşılarına geliyor. Balzac'ın bu değişimi annesini şüphelendiriyor ve onun bu bekar olan komşu kızıyla ilişki yaşadığını düşünmesine sebep oluyor. Ama Balzac bu kızla ilişki yaşamıyor. İkinci ihtimal de evli olan kızla ilişki yaşadığı, ama Balzac bu kızla da ilişki yaşamıyor. Balzac, bu kızların annesi olan 45 yaşındaki Madame De Berny ile ilişki yaşıyor ve bu kadınla olan ilişkisini de çok uzun yıllar boyu devam ettiriyor. Balzac'ın hayatındaki diğer ilişkilerine de baktığınızda durum böyle, Balzac sevdiği kadına bağlanan bir adam olarak görünüyor. Zweig bu duruma şöyle bir yorum getirmiş kitabında: "Balzac o kadar sevgisiz ve o kadar anne şefkatinden uzak büyüdü ki beraber olduğu kadınlarda hep bu şefkati ve sevgiyi aradı."  Bunu kitabın sonunda görüyoruz. Kitabın sonunda mektuplaşmalarına yer verilmiş ve bu mektupların birinde ileriki yıllarında aşk yaşadığı bir kadın hakkında yazarken şöyle bir şey söylüyor: "O benim arkadaşımdı, dostumdu, kardeşimdi, annemdi, sırdaşımdı." Yani Balzac aslında birlikte olduğu kadında birden çok kadın figürlerini bulmaya çalışıp o kadınlarla bu şekilde bir ilişki yaşamaya başlıyor.

   Balzac birlikte ilişki yaşadığı tüm kadınlardan maddi yardımlar almış ve içinde bulunduğu sıkıntılı durumları böyle atlatmaya çalışmış. Lakin şöyle de bir gerçek var ki girdiği veya kurduğu tüm işleri batırmış. Hiçbir işinde dikiş tutturamamış yani. Diğer bir yandan da hiçbir zaman yazmayı bırakmıyor. Uykusuz kalıp saatlerce yazıyor.16-17 saat yazıyor ve onlarca fincan kahve içerek kendini ayakta tutuyor. O kadar çok yazıyor ki günümüze ulaşmayan binlerce eserinin olduğu biliniyor. Çok üretken olmasının yanı sıra burada çok ilginç bir yazma serüveni de var. Balzac, henüz yazmadığı eserler hakkında yayıncılara sözler verip anlaşıp daha sonra oturup onları yazdığı veya laf arasında ben de öyle bir eser yazacaktım diyerek yazmadığı eserlerin sözünü ettiği biliniyor. Bu sözler karşılığında aldığı paralar ile diğer borçlarını kapatmak yerine gidip evine yeni mobilyalar, aksesuarlar alıyor ya da üstüne şık kıyafetler alıyor. Bir başka borç aldığında da durum aynı şekilde, kendi yaşamını lüks bir yaşama çevirmek için harcıyor tüm parayı. Kendine ilham yaratacak, verecek bir ortam yaratmaya çalışıyor hep. O pahalı mobilyaların, aksesuarların orada durması ona ilham olacak diyor ve gerçekten de oluyor aslında. Zweig'a göre aslında "Balzac servet sahibi olmayı, para kazanmayı ve şöhret sahibi olmayı istiyordu. Yazmak onun için bir bahaneydi, bir araçtı." diye düşünüyor. Var olmayan kitaplar üstüne yayıncılara söz veriyor demiştik, kitapta şöyle bir olaydan bahsediliyor: Balzac bir dönem tiyatroya merak sarıyor ve bir oyun yazmak için birilerine söz veriyor. Oyunun oynanacağı yer ayarlanıyor, oyuncular ayarlanıyor fakat ortada bir oyun yok. Oyunun oynanmasına 24 saat kala Balzac dört arkadaşını çağırıyor ve onlardan her birinden oyunun bir perdesini yazmasını istiyor. Kendisi de bir perdesini yazıyor lakin sorun şu ki oyunun perdelerini yazan beş kişinin de birbirinden haberi yok ve kimse diğerinin oyunu hakkında bilgi sahibi değil. Haliyle ortaya çıkan bu rezil oyun yüzünden Balzac'ın başı belaya giriyor. Çok enterasan bir adam değil mi yahu?

   Yine bu dönemde Balzac, çok bilinen bir yazar değil. "Köylü İsyanı" veya "Şu Anlar" olarak çevrilen bir eseriyle birden ünleniyor. Sonunda şöhrete sahip olunca şimdiye kadar "Honoré Balzac" olarak bilinen adına soyluluk eki olan "de" ekleyip "Honoré de Balzac" olarak kullanmaya başlıyor. İlerleyen zamanlarda bu soyluluk ünvanı için "Benim ailem zaten soylu bir aileden geliyor." diyor lakin böyle bir şey yok. (Nüfus kayıtları falan incelenmiş, gerçekten yok yani.)

   Bu dönem yani şöhret sahibi olduktan sonra binlerce hayran mektubu almaya başlıyor lakin bunların hepsini yanıtlaması tabi ki mümkün değil. Fakat gelen mektuplardan biri dikkatini çekiyor. "Yabancı Kadın" olarak imzalanan bu mektup okuduğunda Balzac'ı çok etkiliyor ve mektuplaşma devam ediyor. Uzun yıllar, kadının ismini bilmeden ve yüzünü görmeden sürüyor. Bu bahsettiğimiz kadın Balzac'ın hayatındaki en önemli kadın olan Eveline Hanska'dır. Uzunca bir süre devam eden bu mektuplaşmanın arasına yedi yıl giriyor ve bu yedi yılda hiç görüşmüyor veya mektuplaşmıyorlar. Bu yedi yıl Madam Hanska'dan eşinin öldüğünü bildiren bir mektupla son buluyor. Balzac yine aşk dolu mektuplar ile karşılık veriyor. Madam Hanska çok zengin ve varlıklı bir kadın. Balzac, bu kadınla evlenerek bu servete sahip olacağını düşünüyor ki oluyor da, bir süre sonra evleniyorlar. Bu evlilik ve servet o kadar geç geliyor ki bu servetin keyfini dahi süremeden vefat ediyor. Balzac'ın hayatındaki en önemli hedef aslında servet sahibi olmak ve bunu yazarak veya eserlerini satıp kazanarak elde edemeyeceğini anlıyor. Bu yüzden Madam Hanska ile evlilik onun tek amacı haline geliyor. Yine de yaşamı boyunca oldukça lüks, bohem bir hayat sürüyor.


   Bu ve buna benzer daha Balzac'ın hayatına dair birçok bilgiyi üstte görmüş olduğunu kitaptan edinebilirsiniz. Daha da fazlasını isteyenler elbette ki eserlerini okumalılar. Son olarak Vadideki Zambak kitabından altını çizdiğim birkaç alıntı ile bitirelim.

Aşk yaşamı yeryüzü yasasının ölümcül bir istisnasıdır; her çiçek ölür, büyük sevinçlerin, bir yarınları olursa, kötü bir yarınları olur. Gerçek yaşam bir bunalım yaşamıdır: İmgesi de setin dibine gelmiş şu ısırgandadır, güneş yokken sapının üstünde yeşil kalır.  (s.93)

…yalnız ve yalnız anne olan kadınlar zevklerden çok özverilerle bağlanmazlar mı?  (s.93)

Kötü günleri bir tek gün siliverir. Geçip de unutulmayan hüzünler, gözlemler, umutsuzluklar, acılar, ruhu sırdaş ruha bağlayan birer bağdan başka bir şey değildir.  (s.98)

…ruhun nişan gününde yazgı eski acıları ölümsüz mutluluklar için ödenmiş bir fazla pay olarak açıklar.   (s.98)

Birçok yaratıklar için tutkular, kurumuş kıyılar arasından akıp gitmiş lav selleri olmuştur, ama, aşılmaz güçlüklerle bastırılmış tutkunun volkan kraterini duru suyla doldurduğu ruhlar da yok mudur?     (s.127)

Erkeklerin uğraşıları acılara dayanmak için birer kaynaktır, işlerin akışı onları oyalar; biz kadınlara gelince; ruhumuzda acılara karşı hiçbir dayanak noktası yoktur.      (s.137)

“Acı sonsuzdur, sevincinse sınırları vardır.”    (s.145)

Bir gün, oyun olsun, diye, üstünkörü tanıdığınız insanlara kendinizden söz edin; acılarınızı, zevklerinize ya da işlerinizi konuşun onunla; göreceksiniz, yapmacık ilginin yerini ilgisizlik alacaktır; sonra, sıkıntı basınca, evin hanımı kibarca sözünü kesmezse, her biri ustaca yakalanmış bahanelerle uzaklaşacaktır. Ama sevgilerini üzerinizde toplamak, cana yakın, şakacı, dostluğuna güvenilir bir insan, diye tanınmak mı istiyorsunuz, kendilerinden konuşun onlarla, kendilerini konuşma konusu yapmanın bir yolunu arayın; alınlar aydınlanacak, dudaklar size gülümseyecektir, gittiğiniz zaman da herkes sizi övecektir. Bilincinizle yüreğinizin sesi, pohpohlamanın bayağılıklarının nerede başladığını, konuşmanın inceliğinin nerede bittiğini size söyleyecektir.  (s.161)

Politika dünyasında, kişiliğinizi yöneten kurallar büyük çıkarlar önünde bükülür. Ama büyük insanların yaşadığı çevreye erişince, siz de Tanrı gibi kararlarınızın tek yargıcı olursunuz. Bir insan olmazsanız artık, ulusu kendinizde kişileştirirsiniz. Ama yargılarsanız, yargılanırsanız da.  (s.164)

…bütün güzel duygular, ruhlar arasındaki eşitliğe dayanır.     (s.169)

Sessizlik en hafif yankıları sezmeyi sağlar, kendi kendine sığınma alışkanlığı da inceliği de sevgilerin en ufak ayrımlarını gösteren bir duyarlığı geliştirir.   (s.169)


Wiki'deki Balzac bölümünü okumak isterseniz diyerekten şurada bir tık Honoré de Balzac
 
Bir de radyo tiyatrosu sevenlerdenseniz, ki ben öyleyim, dinleyelim mi?




4 Ocak 2020 Cumartesi

Bir Deli ve Kelebek

Özlem Ekici

  Her şeyi açıklayabilirim, müsaade edin. Yaşananların hepsinden sadece ben sorumlu değilim. Tesadüfen de orada olmuş olabilirim. Henüz gerçekleşmemiş olanlar için de bunu söylemek istiyorum. Herkesten müsaade isteyip ‘ben tesadüfen buradayım’ demeyi istiyorum. Beni görmeyin, baştan saymaya başlayınca beni atlayın, bir tane eksik sayın beni. Bazen sabah uyandığımda gözlerim acıyor. Yatakta sağımdaysam soluma, solumdaysam sağıma dönüyorum. Öyle uzak şeylerden söz ederek keyif kaçırmak istemiyorum fakat cümle kurgulamayı seviyorum. Bazısı gerçek, bazısı alıntı cümleler yığını.

  Bir kelebek girdi odaya! Karışık ve düzensiz uçarak önümüzden geçti. Ani hareketleri heyecan yarattı aramızda! Dördüncü kattaki bu hastane odasında, tüm delilerin içinde bir ışık oldu. İçimizden “Dışarıda hala nefes alınabilen bir yer var.” Diye düşündük hep bir ağızdan. Bir tanesi sadece susarak baktı. Kelebeği inceledi. Kafasıyla onun ani dönüşlerini taklit etti. Beyni bulanmış olacak ki durdu ve elleriyle kafasını tuttu.

  Ben deliyi izlerken kelebek önümden geçti! Acaba kelebeklerin de düşüncelerinde “Ben farksızım, aynıyım.” Diye bir olgu var mı? Çünkü çok sıradan kahverengi bir kelebekti.

  Önümde duran bir masa var. Üstünde ziyarete gelirken getirdikleri çiçekler var. Bakıcılar onu bir vazoya koymayı unuttukları için ben hunime yerleştirdim. Bir başkası da devamlı su koymaya çalıştı. Huninin deliğini görmek istemiyor sanırım. Su koyarken bazen ağlıyor: “Ölmesinler! Ölmesinler!”

  Kelebek o çiçeklere kondu. Çiçekler iki günlük ama hala biraz koku yayabiliyorlar. Sanırım kelebeği çeken de o azıcık kokuydu. Kelebeğe dik dik bakarken ağzının hareket ettiğini gördüm. Küçüktü ama görüyordum işte!

“Susun!” diye bağırdım. Diğerleri bana baktı ve sustular.
“Kelebek konuşuyor.” Dedim. Bir tanesi öyle bir çığlık attı ki bir diğeri korkup odanın köşesine oturdu.
“Bize bir şey demek istiyor.” Dedim. Sustular o zaman. Bir deliye sana bir şey diyeceğim dedin mi susardı, kendimden biliyorum.
“Gördün mü?” dedi kelebek. Neyi görmem gerektiğini bilmiyordum. Bir an paniğe kapıldım. Göremediğim bir şey mi vardı?
“Neyi?”
“Etrafına bakmaz mısın sen hiç?”
“Bakıyorum da hep deli var burada.”
“Sen nesin peki?”
“Ben akıllıyım! Onlardan farklıyım ben!”
“Ben de farklıyım ama sadece kahverengiyim.”
“Nasıl biliyorsun ne düşündüğümü?”
“Sen söyledin ya az önce, göremiyorsun işte bu yüzden. Kendini kendine kapatıp gördüklerini bile değiştiriyorsun. Görmek bakmak değil biliyorsun!”
“Senden daha çok şey bildiğime eminim kelebek!”
“Savaşın sona erince yine geleceğim deli! O zaman bana gördüklerini anlatırsın.”
  Diğerleri şaşkın şaşkın bakarken kelebek tekrar uçtu. Önce odayı gezdi. Herkesin kafasında bir tur attı ve girdiği pencereden çıktı. Birkaç deli peşinden gitmek isterken önce birbirlerine sonra pencerenin demirlerine çarptılar.

****

“Peki sence neden kelebek seninle konuştu?”
“Çünkü sadece ben duyabilirdim onu.” 
“Peki senin bir odada yalnız ve penceresiz kaldığını biliyor muydu?” Kısa bir sessizlik ve ardından:
“Hastayı odasına götürebilirsiniz.”

*********************************


Açıklama: Bu yazım daha önce bir dergide yayımlanmıştır. Ben sizlerle de paylaşmak istediğim için blogumda yayınlıyorum. Düşüncelerinizi ve görüşlerinizi paylaşırsanız sevinirim. 

25 Temmuz 2019 Perşembe

Kitabın Çocuğu

Özlem Ekici

            Marcel Proust, “Bize yaşanmamış gibi gelen çocukluk yıllarımızda, çok sevdiğimiz bir kitapla geçirdiğimiz günler kadar dolu dolu yaşanmış başka bir zaman belki yoktur. ” diyor. Proust’a göre, çocukken okuduğumuz kitapları özlerken bir kitaba gömülüp tamamen uzaklaştığımızda okumamızı bölen, hatta o an en çok kızdığımız şeyleri özlüyormuşuz.
            Bir süreliğine yeniden çocuk olsak ve en sevdiğimiz kitabımıza dalsak mesela… Kapıdan başını uzatıp “ Meyve soydum, getireyim mi? ” diyen annemizin sesi bizi yine deli eder mi? Çünkü harikalar diyarındaki bay tavşanı  kaçırdı sesi. Sanmam. Tersine hoşuma giderdi. Zaman yavaşlar, büyümemiş hissederdim kendimi.
              Çocukken herkes bir an önce büyümek ister ya, ben de isterdim; kim istemez ki? Maceralar yaşayayım, herkesi kendime hayran bırakayım, hiçbir şeyden korkmayayım, bütün dilleri konuşayım, çok ama çok sevileyim…
              Oysa o zaman öyle bir yaştasın ki kaçıp uzaklara gideyim desen varabileceğin tek yer bahçe duvarı. Diyelim ki yüreklisin; atladın, iki sokak öteden kös kös geri dönerdin. Çocuktuk sonuçta, nereye gidebilirsin ki?
            Zamanı hızlandırıp yeryüzünü şahsi alanın haline getirmenin en garantili ve güzel yolu kitap okumaktı. Kitaplar seni alıp götürürdü. Bahçe duvarından atlamana gerek kalmazdı. Denizkızı olup balıklarla yarışırdın. Öyle eğlenirdin ki sonradan çekeceğin acılar aklına bile gelmezdi, '' Bana bir şey olmaz! ''derdin, masalların sonunu değiştirmeye muktedir sanırdın kendini. Kızılderili çocuklarla dost olup dağları keşfe çıkardın. Hem iyi kalpliydiler, hem de türlü çeşit harikulade şey biliyorlardı. Robinsonculukta birinciydin. Su arardın, çakıl taşlarını sürterek ateş yakmaya çalışırdın; kolay değil, ıssız adaya düşmüşsün. Kılıcını kuşanıp şövalyelerle düello eder, define adaları keşfederdin. Tom Sawyer'la yeraltı dehlizlerine dalar, Huckleberry Finn gibi çıplak ayakla serserilik ederdin. Ok ve yay kullanmakta üstüne yoktu. Mary Poppins’le uzak diyarlara uçardın; rüzgâr eteklerini savururdu. Brooklyn’de bir ağaç olurdun.

             Hepsi sendin. Kütüphanende kaç kitabın varsa senin de o kadar kişiliğin, o kadar maceran vardı. Ne kadar okumuşsan o kadar çoktun. Kitaplar yaşamın yerini tutmazdı; ama yaşamı sınırsız biçimde zenginleştirirdi. Peter Pan ile gökyüzünde uçmak sizce de cazip değil mi?
            Çok kitap okursak bize kitap kurdu ismini takarlardı. Kıvrım kıvrım kitap sayfaları arasında geziniyoruz, bir sürü kitabımız var. Mükemmel bir şeydi bizler için.
              Kitap, bize çeşitli bilgiler veren, karanlık gecelerimizi aydınlatan güzel bir arkadaştı. Yorgan altında fenerle kitap okumak ne tatlı gelirdi, kızgın anne ve babamızın sesine rağmen. Hem de öyle güzel bir arkadaş ki bize hiç yalan söylemezdi. Bizi hiç aldatmazdı. Bizim en iyi dostumuzdu.
            Geceleri pencere kenarından dışarıyı gözlerdin, yeşil kıyafetli bir çocuğun gelip camı tıklatmasını beklerdin. Kapı kenarlarından, koltuk arkalarından bizi bay tavşanın izlediğini sanıp peşinden koşardın.
            Yeni kelimeler öğrenir diğer çocukların yanında kullanırdın, ben bak ne öğrendim dercesine. Bilgiliydin sen, daha çok okuyup daha çok öğrenmeliydin. En çok en fazla sen bilmeliydin.
              Mis gibi de kokardı kitap. Uyuyakalırdık yüzümüzde, yanağımızda, elimizde. Kim bilir hangi düşlerde, maceralarda; kiminle?
              Kitaplar bizim evimizdeki düş makinalarıydı. Okuduğumuzu kurgular, kimi sevdiysek o olur, maceradan maceraya koşardık. Kılıç kuşanır, at biner, denizlerin en cesur kaptanı olur; kocaman bir ülkenin en güzel prensesi veya prensi olurduk.
               Yanımızda kitabımız varsa asla yalnız sayılmazdık. Kül kedisi ile oturur üvey annesini ve kız kardeşlerinin gelmesini beklerdin. Güzel ile çirkinden kaçardın. Sen buydun, en sevdiğin kitabın içinde beliriveren biriydin. Sayısız ülke görmüş, sayısız macera yaşamıştın. Daha fazla görmeli, daha fazla yaşamalıydın.
              Bir kitaptı sana bunları yaşatan, gösteren. Yüzleri eskimiş, sayfaları dağılmış çocukluk kitaplarımızı karıştırırken gülümsememiz bundandı. Çocuk kitapları değildi onlar, kitapların çocuğuyduk biz.





Açıklama: Bu yazım daha önce bir dergide yayımlanmıştır. Ben sizlerle de paylaşmak istediğim için blogumda yayınlıyorum. Düşüncelerinizi ve görüşlerinizi paylaşırsanız sevinirim. 

29 Mayıs 2019 Çarşamba

Kafka ve Descartes - Bir Kurgu Denemesi

Özlem Ekici

            Kafka, günlerdir mektup yazdığı masadan yavaşça belini doğrulttu. Günlerdir yazıyor, kendi kendine konuşuyor, oturuyordu. Yalnızdı ve en çok yalnızken yazılıyordu.
            Odamda günlerdir yalnızım, ziyanı yok dünyada da yıllarca yalnız değil miydim? İstediğim şey imkânsız olsaydı, istemezdim. Şimdi daha mı az duyarlı olmaya başladım acaba? ” Etrafına bakındı ve tekrar masasına göz gezdirdi.

            Şu anda çekilmez bir haldeyim. Yorgunum, uykusuz, hüzünlüyüm. Sanki bir şey beni engelliyor ve özgürleşemiyorum. Yüzerek bu yaşamın dışına çıkmayı yeğlerdim. Dün, bugün, hep berbat. Neden?  Masadan kalkıp üzerine bir ceket aldı. Dışarı çıkmayı düşündü, çıktı. Nereye gideceğini bilmiyordu, düşünmek de istemiyordu.

             İnsanların yüzüne bakmadan, ona çarpmalarına aldırmadan geçip gitti aralarından. Yol üzerinde tenha bir yerde bir bank gözüne ilişti. Usulca gidip oturdu. Etrafına hızlıca göz gezdirdikten sonra kafasını elindeki kâğıtlara eğdi. Kendi kendine konuşmasına kaldığı yerden devam etti.

Herkes beraberinde taşıdığı bir parmaklığın ardında yaşıyor.
Analiz etmek, korku doğurabilecek bütün olaylara karşı kendini hazırlamaktır.

            Kuşkuyla irkildi Kafka, bankın boş köşesine ilişmiş adama göz ucuyla baktı. Ardından kafasını eğip konuşmasına devam etti.

İnsan aslında nelere sahip olduğunu bilmeyen bir kapitalist.
Zor şeylerin daha güzel olduğuna inanmak, ölümlülerin ortak yanlışıdır.
İnsanlığı kendine mihenk taşı yap; şüphe edeni şüpheye, inananı inanca götürür bu taş.
Her şeyden şüphelen. Eğer gerçeği gerçekten bilmek istiyorsan yaşamında bir kez olsun bütün şeyler hakkında şüphe et.
Şimdi ve bundan sonra, sana ve kendime itiraf etmekte hala fazlasıyla zorlandığım bazı şeyleri suskunlukla geçiştireceğim.
Talihin her gün bir sıkıntı verdiği birini neşeli olmaya kandırmanın kolay olmadığını çok iyi biliyorum. Önemli olan akıllı olmak değil, aklı yerinde ve zamanında kullanmaktır.
Us, ancak bir destek olmaktan çıkınca özgürlüğe kavuşur. Ne var ki duygularımızla yaşamıyoruz her zaman, acınacak durumdaki aklımızla yaşamayı daha doğru buluyoruz.
İnsanın en büyük saadeti aklını doğru kullanmasına bağlıdır. Mükemmel olmayan bir varlıkta mükemmel varlık düşüncesinin varlığı, mükemmel bir varlığın var olduğunu gösterir. Mükemmel bir varlık varsa ve düşünce gerçek ise çevremdeki her şey de gerçektir.
Ne dediğinizi gerçekten anlayamıyorum bayım. Bir tek şey biliyorum: Gürültü, patırtı istemiyorum, karanlık olsun istiyorum, bir yerlere gizleneyim diyorum, bunu istiyorum işte, bunu arıyorum, bunun ardından gideceğim, elimde değil.
Düşünüyorum, öyleyse varım. Düşüncelerimi sizinle paylaşıyorum.
Söyleyecek söz bulamıyorum, ne yapayım. Öyle bir sessizlik çöktü ki bu sessizliğin içine seslenemiyor insan.
Bir insanda bir şey görmüşsek ve bu şey bizi aynı anda başka insanlarda gördüğümüz bir şeyden daha fazla çekiyorsa ruhumuz öyle bir hâl alır ki doğanın kendisine bahşettiği iyiyi arama hissiyle yalnızca o insana yönelir ve o iyiyi bizim sahip olabileceğimiz en büyük nimetmiş gibi gösterir.
Ah, Milena… Ondan bahsediyorsunuz. Tanıyor musunuz onu?
Bir çiçeğin güzelliği bile bizde ona bakma isteği uyandırır, bir meyveninki ise yeme isteği. Ama en kuvvetlisi, insanın öteki yarısı olduğuna inandığı bir insana ait gördüğü meziyetlerdir. Bizi ilgilendiren şeylerde yanılmaya ne kadar yatkın olduğumuzu ve dostlarımızın yargıları bizden yana olduğunda da bu yargıların ne kadar kuşku götürür olması gerektiğini biliyorum.
Bu dünya için kendini paralaman gülünç.
Övülmeye değer tek şey erdemdir. Ancak zayıf ve alçak ruhlardır ki kendilerine gerektiğinden fazla değer verir ve üç damla su ile ağzına kadar dolan gemilere benzerler. Ancak ben onlardan değilim. Yazıyor musunuz?
Yazmak, mutlak bir yalnızlıktır, kişinin kendi benliğinin soğuk boşluğuna düşmesidir. Kelimeler sihirli formüllerdir.
Dünyada yazılarımı okumaya tenezzül edecek çok az insan bulunduğunu görme bıkkınlığı ve tatsızlığı beni ihmalkâr yapmasaydı, belki de şimdi başka bir şey de yazmak isterdim...”
Gitmeliyim bayım. Size iyi günler.
Hoşça kalın.

            Kafka kalkacak olduğu banktan birden arkasına döndü ve bu Fransız görünümlü düşünüre ismini sordu:
İsminizi öğrenebilir miyim?
René Descartes bayım, Descartes. 
             Kafka kendi adını söylemeden arkasına döndü ve hızlı adımlarla evinin yolunu tuttu.
***


Açıklama: Bu metin Kafka ve Descartes'in sözleri ile kurgulanmış bir karşılaşma anıdır. Gerçekte ne aynı zaman diliminde yaşamış ne de aynı mekanlarda bulunmuşlardır. Kitaplarında geçen sözler üzerine kurgulanan bir kısa öyküdür. Bu yazım daha önce bir dergide yayınlandı ve ben sizlerle de paylaşmak istedim. Görüşlerinizi belirtirseniz çok sevinirim. Hoş kalın.



Özlem Ekici, Personal Blogger Templates | Blog aa

Levla'nın Not Defteri - Kişisel Blog | Bütün Hakları Saklıdır | Copyright © | 2016 - 2024