Aşk, kış kıyamette bile kelebek olmaya heveslenecek kadar çocuk tutabilmektir kalbi…
Yirmi iki yaşında bir şizofrenim; benim de aşk tarifim böyle. İnsanların arasında yalnız hissediyorum kendimi; kimse sincaplardan, sardunyalardan ve kelebeklerden konuşmak istemiyor.
“Ben kelebek olacağım” dedim anneme; “kelebeğin ömrü üç gündür” dedi. “Zaten üç günlük dünyada yaşıyoruz” dedim. Evet, ben hastayım; siz çok sağlıklısınız!
“Balık olmaya gidiyorum” dedim babama; “insan olarak yaratıldığına şükret” dedi. “Birazcık yosun kokmak ve kayalıklara pullarımı bırakıp, ışığa baygın baygın bakmak kim bilir ne güzeldir” dedim. Anormallik iyi geliyor bana; sizin normalliğiniz beni çok incitiyor…
“Bir gün ırmağa dönüşeceğim” dedim öğretmenime; “iyileşeceğine inanıyorum senin” dedi.
“Hayal bilgisi dersleri olsa keşke; birimiz sazlık olsa, diğerimiz kırlangıç” dedim. Biliyorum ki beni anlamadı ve sesimi unutuncaya kadar susmak istiyorum oysa…
“Denizyıldızlarına çok özeniyorum” dedim arkadaşıma; “her zamanki gibi tuhaf konuşuyorsun” dedi. “Denizyıldızlarının şarkılarını duyabilseydin, sen de benim gibi özenirdin onlara” dedim. Tuhafım ve sizi de tuhaflaşmaya davet ediyorum !
“Rengini niye içine attı rüzgârlar, biliyor musun ?” dedim komşuma; “rüzgârların rengi yok ki” dedi.
“Dağların, denizlerin ve ovaların haritadaki hallerini gördükleri günden beri, gizliyor o muhteşem rengini bütün rüzgârlar” dedim. Hayalciymişim hep; siz gerçekçi olduğunuz için yeryüzü böyle bencilliklerle, kıyımlarla ve mutsuzluklarla dolu…
“ Yarış atları, -ayrıca faytonlarda kullanılan atlar- ve eşekler hep hor görülüyorlar“ dedim kardeşime; “kaderlerinde bu varmış, sen böyle şeyleri düşüneceğine psikiyatri kontrollerini aksatma” dedi. “”Zalimlik, cehalet ve kibir nasıl da kutsallaştırılmış; ne acı” dedim. Atlar, eşekler ve ben, ağlıyoruz gece yarıları siz uyurken…
An gelecek, doğaya karışacağım; ağaçların, ormanların ve leyleklerin özüne serpiliverecek ruhum. Şimdilik insanım, evet; bir sokak kedisi ne kadar insan olabilirse, ben de o kadar insanım işte…
“Mezbahalar” desem susuyorsunuz.
“Nükleer santraller” desem umarsamıyorsunuz, “hepimiz hayvanlarla, derelerle, ormanlarla eşiz bu dünyada” desem ayıplıyorsunuz; “aşk” desem, “beni anlamadınız, aşkolsun” desem, öylece bakıyorsunuz. Aşk benim 'doğa'mda var ve siz sevgisizlikler, 'doğa'mı katlediyorsunuz…
Slyvia Plath, “bir ayna damıtan şu buluttan daha fazla annen değilim senin” dedi bana uykumda; “uzayıp giden kara parçalarına inat, annelik yapıyorum yavru bir buluta” dedim ona. Öyle güzel söyleştik, öyle güzel dertleştik ki; o intihar etmemiş gibiydi, ben tecavüz edilmemiş gibi…
Yirmi iki yaşında bir şizofrenim; bazen bir kaplumbağa, bazen bir yeşillik, bazen de bir kelebek, sevgilim oluyor benim.
İnsanların arasında yalnız hissediyorum kendimi; kimse düşlerden, özgürlükten ve aşk`tan konuşmak istemiyor.
Bir kelebek ölüsüyüm yanı başınızda; beni rengarenk rüzgârlar diriltiyor.
"Gitmem gerek.
Yeni resimler görmem gerek. Benimseyeceğim, içimdeki kıpırdanışları dolduracak
bir resim bulana dek gitmem gerek."
Birkaç zamanı daha yok sayıp bu
evrene küsmüş gibiyim. Yüzüm öylesine dumanlı ki neyi düşlesem o dumana karışıp
gidiyor. İçimde bir yere dair mumlar yaktığımda söylediğim şarkıyı duyuyor
musun Tezer? Hiçbir zaman bilemeyeceğim o soruyu sormaktan vazgeçtim ben, artık
burada değilim. Ne bir baş edinebilecek kadar bilinçli varlığım ne de sonunu
kutsayabilecek kadar manidar yok oluşum. Bir dar koridorda sürünüyorum. Her
pencere kenarında ayağa kalkıp mutluluk pozları veriyorum ve her düşüşte başka
bir maskeme yeniliyorum.
Bu gökyüzünde nasıl dayanabilirim
ki? Yaşamın hem en ucunda hem de bu kadar ortasındayken gelmek veya gitmek,
yaşamak veya ölmek, her şeyden önce gülümseyebilmek… Bütün bunlara nasıl
dayanabilirim ki? Kendime biçilen tüm rolleri yıkıyorum ördüğüm duvarın tam
kıyısına, gitmeliyim yine Tezer, gitmeliyiz. Gitmeliyim ki bu sokaktan, evden,
şehirden, ülkeden... Özgürleşeyim. Yüreğime doldurduğum özgürlük kuşlarını
masmavi gökyüzüme bırakayım.
“Kalıplardan kaçmak
için gidiyorum. Gitmekten yılmayacağım. Kentlere gitmek, kocalara gitmek, geri
dönmek, ülkelere gitmek, tımarhaneye gitmek, gene gitmek, gene gelmek, hiçbir
şey yıldırmayacak beni. Yaşamı ‘gitmek’ olarak algılıyorum.”
Sen bu dünyadan geçtin, bizler
ise hala gidip gelme çabaları içerisinde yaşam sürdüğümüz yalanına inanıp
kendimizi kandırıyoruz. “Burası bizi öldürmek isteyenlerin yurdu.” Hiçbir yerde
olmayı sevdin sen, hiç kimse olmayı sevdiğin kadar. Bazen karıştırıyorum seni
Pavese ile, duysan sevinir miydin buna? Sevinsen dahi söylemezdin değil mi?
Çünkü seni duyan yine sendin.
“Hiçbir yerliyim.” Demiştin. Aslında hiçbir yer ne bize ne de biz o
yere ait olamadık. Kalıplardan kaçmak için gidelim yine, yılmadan, bıkmadan,
usanmadan.
Gittin, geldin senelerce. Nice
sokaklarda, nice şehirlerde, nice istasyonlarda, daha nice yerlerde durakladın.
Her gidenle gitmek isterdim, senin gibi. Senden duyduklarımı yine sana
anlatıyorum. Gidelim mi birlikte? Sonra tekrar yollara dönelim. Arkamızda
kalanların hepsini bir köşede unutarak, arda kalanları ilk kez kalem tutan bir
çocuk hevesiyle karalayalım mı? İyi giyinelim mi yine?
Olmak istediğimden bihaber, ne
olduğumsa koca bir bulantı. Umursamayarak alır oldum her nefesi, onları her
nefeste bir adım daha çektiğimi siler gibi. Böyle olmak beni yörünge dışında
tutuyormuş doğru mu? Ne avuntu ama, yine de sen hala nedenini sorma. Ne de olsa
herkes kendi duvarlarının gerisinde. Herkes kendi hikayesinin öznesi. Herkes
bir başkası için diğeri.
“Ölüm düşüncesi izliyor
beni. Gece gündüz kendimi öldürmeyi düşünüyorum. Bunun belli bir nedeni yok.
Yaşansa da olur, yaşanmasa da. Bir kaygı yalnız. Beni, kendimi öldürmeye iten
bir kaygı.”
Herkesin bir duvarı vardır
mesela, ardında kendini güvende hissettiği. Kaçarken sığındığı, bulunmak
istediğinde bir adım öne çıktığı. Yaşamın ve insanların verdiği tedirginlikle,
korkularıyla birlikte arkasına sığındıkları o duvar onları ne kadar korur
bilinmez. Belki de bu yüzden bazıları o duvarın ardına saklanmak yerine içine
hapseder kendini. Ve her yere kendisiyle birlikte taşır duvarını da. Biz gibi
değil mi Tezer?
Bir ışık yakıp karanlığa hakarete
yeltenmeyeceğim Tezer. Işıklarını unutun. Sadece durup izleyelim. Benden kaçan
hayallerimi yakalamalıyım ensesinden. Ardı arkası kesilmeyen telkinlere
sağırlaşmalıyım. Sadece durup izlemeliyim. Beni benden alıkoyan her neyse bulup
yok etmeliyim. Geriye kalanları çocuklara masal diye okuruz senle. Yazıp
bağıralım, yollar edinelim kendimize. Yolları yıkalım, dönelim ve yollardan
çıkalım. Kapılarımı kapattım Tezer. Kapılarımı yaratıyorum artık bak. Çiziyorum,
boyuyorum. Bak nerelere varıyor gökyüzüm? Hangi zamanlara, hangi sonsuzluğa…
Gidelim mi Tezer? Oralarda gülebilir miyiz dersin?
Marcel Proust, “Bize yaşanmamış gibi gelen çocukluk yıllarımızda, çok sevdiğimiz bir
kitapla geçirdiğimiz günler kadar dolu dolu yaşanmış başka bir zaman belki
yoktur. ” diyor. Proust’a göre, çocukken okuduğumuz kitapları özlerken bir
kitaba gömülüp tamamen uzaklaştığımızda okumamızı bölen, hatta o an en çok
kızdığımız şeyleri özlüyormuşuz.
Bir
süreliğine yeniden çocuk olsak ve en sevdiğimiz kitabımıza dalsak mesela…
Kapıdan başını uzatıp “ Meyve soydum,
getireyim mi? ” diyen annemizin sesi bizi yine deli eder mi? Çünkü
harikalar diyarındaki bay tavşanı
kaçırdı sesi. Sanmam. Tersine hoşuma giderdi. Zaman yavaşlar, büyümemiş
hissederdim kendimi.
Çocukken herkes bir an önce büyümek ister ya, ben de isterdim; kim
istemez ki? Maceralar yaşayayım, herkesi kendime hayran bırakayım, hiçbir
şeyden korkmayayım, bütün dilleri konuşayım, çok ama çok sevileyim…
Oysa o zaman öyle bir yaştasın ki kaçıp uzaklara gideyim desen
varabileceğin tek yer bahçe duvarı. Diyelim ki yüreklisin; atladın, iki sokak
öteden kös kös geri dönerdin. Çocuktuk sonuçta, nereye gidebilirsin ki?
Zamanı
hızlandırıp yeryüzünü şahsi alanın haline getirmenin en garantili ve güzel yolu
kitap okumaktı. Kitaplar seni alıp götürürdü. Bahçe duvarından atlamana gerek kalmazdı.
Denizkızı olup balıklarla yarışırdın. Öyle eğlenirdin ki sonradan çekeceğin
acılar aklına bile gelmezdi, '' Bana bir
şey olmaz! ''derdin, masalların sonunu değiştirmeye muktedir sanırdın
kendini. Kızılderili çocuklarla dost olup dağları keşfe çıkardın. Hem iyi
kalpliydiler, hem de türlü çeşit harikulade şey biliyorlardı. Robinsonculukta
birinciydin. Su arardın, çakıl taşlarını sürterek ateş yakmaya çalışırdın;
kolay değil, ıssız adaya düşmüşsün. Kılıcını kuşanıp şövalyelerle düello eder,
define adaları keşfederdin. Tom Sawyer'la yeraltı dehlizlerine dalar,
Huckleberry Finn gibi çıplak ayakla serserilik ederdin. Ok ve yay kullanmakta
üstüne yoktu. Mary Poppins’le uzak diyarlara uçardın; rüzgâr eteklerini
savururdu. Brooklyn’de bir ağaç olurdun.
Hepsi sendin. Kütüphanende kaç kitabın varsa
senin de o kadar kişiliğin, o kadar maceran vardı. Ne kadar okumuşsan o kadar
çoktun. Kitaplar yaşamın yerini tutmazdı; ama yaşamı sınırsız biçimde
zenginleştirirdi. Peter Pan ile gökyüzünde uçmak sizce de cazip değil mi?
Çok
kitap okursak bize kitap kurdu ismini takarlardı. Kıvrım kıvrım kitap sayfaları
arasında geziniyoruz, bir sürü kitabımız var. Mükemmel bir şeydi bizler için.
Kitap, bize çeşitli bilgiler veren, karanlık gecelerimizi aydınlatan
güzel bir arkadaştı. Yorgan altında fenerle kitap okumak ne tatlı gelirdi,
kızgın anne ve babamızın sesine rağmen. Hem de öyle güzel bir arkadaş ki bize
hiç yalan söylemezdi. Bizi hiç aldatmazdı. Bizim en iyi dostumuzdu.
Geceleri
pencere kenarından dışarıyı gözlerdin, yeşil kıyafetli bir çocuğun gelip camı
tıklatmasını beklerdin. Kapı kenarlarından, koltuk arkalarından bizi bay
tavşanın izlediğini sanıp peşinden koşardın.
Yeni kelimeler öğrenir diğer
çocukların yanında kullanırdın, ben bak ne öğrendim dercesine. Bilgiliydin sen,
daha çok okuyup daha çok öğrenmeliydin. En çok en fazla sen bilmeliydin.
Mis gibi de kokardı kitap. Uyuyakalırdık yüzümüzde, yanağımızda,
elimizde. Kim bilir hangi düşlerde, maceralarda; kiminle?
Kitaplar bizim evimizdeki düş makinalarıydı. Okuduğumuzu kurgular, kimi
sevdiysek o olur, maceradan maceraya koşardık. Kılıç kuşanır, at biner,
denizlerin en cesur kaptanı olur; kocaman bir ülkenin en güzel prensesi veya
prensi olurduk.
Yanımızda kitabımız varsa asla yalnız sayılmazdık. Kül kedisi ile oturur
üvey annesini ve kız kardeşlerinin gelmesini beklerdin. Güzel ile çirkinden
kaçardın. Sen buydun, en sevdiğin kitabın içinde beliriveren biriydin. Sayısız
ülke görmüş, sayısız macera yaşamıştın. Daha fazla görmeli, daha fazla
yaşamalıydın.
Bir kitaptı sana bunları yaşatan, gösteren.
Yüzleri eskimiş, sayfaları dağılmış çocukluk kitaplarımızı karıştırırken
gülümsememiz bundandı. Çocuk kitapları değildi onlar, kitapların çocuğuyduk
biz.
Açıklama: Bu yazım daha önce bir dergide yayımlanmıştır. Ben sizlerle de paylaşmak istediğim için blogumda yayınlıyorum. Düşüncelerinizi ve görüşlerinizi paylaşırsanız sevinirim.
Öncelikle bu öylesine bir yazıdır, sonuçta çok ciddili işler de gördük buralarda ama arada bir böyle biz bize sohbet de etme ihtiyacı duyuyorum. Bilindiği üzere okul değiştirdikten sonra blogtan baya bir uzak kalmak zorundaydım. Malum biraz ağır geldi dersler, öncekine göre baya ağır. Tabi ki bir sene daha bitti, daha da güzeli oldukça iyi biten bir yıl yaşadım. İyi kısmı sadece okul ve kariyer üzerine olan kısım, kişisel yaşamım pek de iç açıcı değildi. Twitterdaki o iç karartıcı onlarca yazdıklarım ile birçoğunuzu darlamış bile olabilirim ki biliyorum yaptım. Pek hoş geri dönüşler de aldım, zamanla :)
Şimdi bunları şu köşeye bırakalım ve neler var anlatmaya başlayalım. Öncelikle dün bir yıl daha yaşlandım ve grip ile girdik yeni yaşıma. Birlikte nice mutlu yıllarımıza dedik ama umarım ciddiye almamıştır da beni çabuk bırakır. Şu sıralar bir durgunluk dönemindeyim ve bir yaş daha almak bunu daha bir durgunlaştırdı denebilir. Ayıca bir durgunluk dönemini de dil konusunda yaşıyorum. Dil öğrenmeyi çok seviyorum demiştim ama bu kez yeni başladığım ile artık bunu demeyi bıraktım. Çünkü bu kez beni çok zorladı ve güzelim CV'me beşinciyi ekleyemedim diye daha bir canım sıkılıyor. Ocaktan sonra dil çalışmak işkence gibi geliyor hatta nasıl bir zorladıysa istek falan kalmadı bende. Tabi yine boş durmadım ve dil çalışamıyorsam yeni bir şeyler bulayım kendime dedim ve yeni bir şey bulamayınca müzik konusunda tekrar bir kendimi geliştirmeye karar verdim. Ama dedim ya, iç karartıcı birkaç olay sayesinde moralimi tutan kolonların altında kalan ben müzikle yarı yolda ayrılmak zorunda kaldım. Yine de bu dönemde tek dayanağım laboratuvar dersim oldu, diğer dersleri bir kenara bırakıp kafamı onunla ayakta tuttum. Sonuç olarak gayet tatmin edici bir okul dönemi yaşadım ama iç dünyamın karmaşılığı o sevinci uzun sürdürmedi. Vakit buldukça da okudum; şiirler, romanlar, öyküler, makaleler... Aklımı oyalamak için tüm yollara başvuruyorum. Kısa bir süre sonra sizle birkaç kitaptan, birkaç da şarkıdan konuşacağız.
Gelelim edebiyat hayatıma ki bu daha da durgun şu sıralar. Son yazdığım şiirden sonra elim kaleme gitmedi, kaleme gitse kalem deftere çizemedi. Bir durgunluk çağı yaşıyoruz ki inşallah bunun sonunda ilerleme çağına geçeriz. Şayet yazmaktan başka bir iş de bulamıyorum bu tatil. Halen okuyorum ama aklım hep kalemde, bir iki dize koysam şuraya benden mutlusu olmaz ama nerde o günler! Neyse efenim, o bu şu derken baya da iç dökesim gelmiş benim, annem de hazır evdeyken azıcık da onun içini karartayım :)
Bu arada şunu da dinle, bunu da oku, şöyle de yap dediğiniz varsa bekliyorum. Ah, bir de başım dertte dediğim dil de Rusça, öneriniz varsa çok sevinirim. E o zaman bir klasik olaraktan:
Biz hep buralarda görüştük, bir daha görüşelim. Hoş kalın!
Kafka, günlerdir mektup yazdığı
masadan yavaşça belini doğrulttu. Günlerdir yazıyor, kendi kendine konuşuyor,
oturuyordu. Yalnızdı ve en çok yalnızken yazılıyordu.
“ Odamda günlerdir yalnızım, ziyanı yok dünyada da yıllarca yalnız değil
miydim? İstediğim şey imkânsız olsaydı, istemezdim. Şimdi daha mı az duyarlı
olmaya başladım acaba? ” Etrafına bakındı ve tekrar masasına göz gezdirdi.
“ Şu anda çekilmez bir haldeyim. Yorgunum, uykusuz, hüzünlüyüm. Sanki bir
şey beni engelliyor ve özgürleşemiyorum. Yüzerek bu yaşamın dışına çıkmayı
yeğlerdim. Dün, bugün, hep berbat. Neden? ”Masadan kalkıp üzerine bir ceket aldı. Dışarı çıkmayı düşündü, çıktı.
Nereye gideceğini bilmiyordu, düşünmek de istemiyordu.
İnsanların yüzüne bakmadan, ona çarpmalarına
aldırmadan geçip gitti aralarından. Yol üzerinde tenha bir yerde bir bank
gözüne ilişti. Usulca gidip oturdu. Etrafına hızlıca göz gezdirdikten sonra
kafasını elindeki kâğıtlara eğdi. Kendi kendine konuşmasına kaldığı yerden
devam etti.
“Herkes beraberinde taşıdığı bir parmaklığın
ardında yaşıyor.”
“Analiz
etmek, korku doğurabilecek bütün olaylara karşı kendini hazırlamaktır.”
Kuşkuyla irkildi Kafka, bankın boş
köşesine ilişmiş adama göz ucuyla baktı. Ardından kafasını eğip konuşmasına devam
etti.
“İnsanaslında nelere sahip olduğunu bilmeyen bir kapitalist.”
“Zor
şeylerin daha güzel olduğuna inanmak, ölümlülerin ortak yanlışıdır.”
“İnsanlığı kendine mihenk taşı yap; şüphe
edeni şüpheye, inananı inanca götürür bu taş.”
“Her
şeyden şüphelen. Eğer gerçeği gerçekten bilmek istiyorsan yaşamında bir kez
olsun bütün şeyler hakkında şüphe et.”
“Şimdi ve bundan sonra, sana ve kendime
itiraf etmekte hala fazlasıyla zorlandığım bazı şeyleri suskunlukla
geçiştireceğim.”
“Talihin
her gün bir sıkıntı verdiği birini neşeli olmaya kandırmanın kolay olmadığını
çok iyi biliyorum. Önemli olan akıllı olmak değil, aklı yerinde ve zamanında
kullanmaktır.”
“Us, ancak bir destek olmaktan çıkınca
özgürlüğe kavuşur. Ne var ki duygularımızla yaşamıyoruz her zaman, acınacak
durumdaki aklımızla yaşamayı daha doğru buluyoruz.”
“İnsanın
en büyük saadeti aklını doğru kullanmasına bağlıdır. Mükemmel olmayan bir
varlıkta mükemmel varlık düşüncesinin varlığı, mükemmel bir varlığın var olduğunu
gösterir. Mükemmel bir varlık varsa ve düşünce gerçek ise çevremdeki her şey de
gerçektir.”
“Ne dediğinizi gerçekten anlayamıyorum bayım.
Bir tek şey biliyorum: Gürültü, patırtı istemiyorum, karanlık olsun istiyorum,
bir yerlere gizleneyim diyorum, bunu istiyorum işte, bunu arıyorum, bunun
ardından gideceğim, elimde değil.”
“Söyleyecek söz bulamıyorum, ne yapayım. Öyle
bir sessizlik çöktü ki bu sessizliğin içine seslenemiyor insan.”
“Bir
insanda bir şey görmüşsek ve bu şey bizi aynı anda başka insanlarda gördüğümüz
bir şeyden daha fazla çekiyorsa ruhumuz öyle bir hâl alır ki doğanın kendisine
bahşettiği iyiyi arama hissiyle yalnızca o insana yönelir ve o iyiyi bizim
sahip olabileceğimiz en büyük nimetmiş gibi gösterir.”
“Ah, Milena… Ondan bahsediyorsunuz. Tanıyor
musunuz onu?”
“Bir
çiçeğin güzelliği bile bizde ona bakma isteği uyandırır, bir meyveninki ise
yeme isteği. Ama en kuvvetlisi, insanın öteki yarısı olduğuna inandığı bir insana
ait gördüğümeziyetlerdir. Biziilgilendiren şeylerde yanılmaya ne kadar
yatkın olduğumuzu ve dostlarımızın yargıları bizden yana olduğunda da bu
yargıların ne kadar kuşku götürür olması gerektiğini biliyorum.”
“Bu dünya için kendini paralaman gülünç.”
“Övülmeye
değer tek şey erdemdir. Ancak zayıf ve alçak ruhlardır ki kendilerine
gerektiğinden fazla değer verir ve üç damla su ile ağzına kadar dolan gemilere
benzerler. Ancak ben onlardan değilim. Yazıyor musunuz?”
“Yazmak, mutlak bir yalnızlıktır, kişinin
kendi benliğinin soğuk boşluğuna düşmesidir. Kelimeler sihirli formüllerdir.”
“Dünyada
yazılarımı okumaya tenezzül edecek çok az insan bulunduğunu görme bıkkınlığı ve
tatsızlığı beni ihmalkâr yapmasaydı, belki de şimdi başka bir şey de yazmak
isterdim...”
“Gitmeliyim bayım.
Size iyi günler.”
“Hoşça
kalın.”
Kafka
kalkacak olduğu banktan birden arkasına döndü ve bu Fransız görünümlü düşünüre
ismini sordu:
“İsminizi öğrenebilir miyim? “
“René
Descartes bayım, Descartes.”
Kafka kendi adını söylemeden arkasına döndü ve
hızlı adımlarla evinin yolunu tuttu.
***
Açıklama: Bu metin Kafka ve Descartes'in sözleri ile kurgulanmış bir karşılaşma anıdır. Gerçekte ne aynı zaman diliminde yaşamış ne de aynı mekanlarda bulunmuşlardır. Kitaplarında geçen sözler üzerine kurgulanan bir kısa öyküdür. Bu yazım daha önce bir dergide yayınlandı ve ben sizlerle de paylaşmak istedim. Görüşlerinizi belirtirseniz çok sevinirim. Hoş kalın.