Bir ayak sesi duymayayım
Kapıya koşuyorum
Gelen sen misin diye
Bir sarı saç görmeyeyim
Yüreğim burkuluyor
Ağlamaklı oluyorum
Her şey bana seni hatırlatıyor
Gökyüzüne baksam
Gözlerinin binlercesini görürüm
Bir rüzgar değse yüzüme
Ellerini düşünmeden edemem
Yaktığım bütün sigaraların dumanları sana benzer
Tadı senden gelir
Yediğim yemişlerin
İçtiğim içkilerin
Ve içimdeki bu dayanılmaz sıkıntı
Bu emsalsiz hüzün
Seni beklediğim içindir
Resmine bakamaz oldum
Uykulardan korkuyorum artık
Utanıyorum odamdaki bütün eşyalardan
Şu sedir hala gelip oturmanı bekliyor
Şu ayna karşısında güzelliğini seyretmeni
Şu kadeh dudaklarına değebilmek için duruyor masada
Ve şu saat geldiğin anda
Durabilir sevincinden
Zaman çıldırabilir
Çünkü benim dünyamda
Ölümsüzlük, seni sevmek demektir.
Bir çocuk doğmayı bekler
Bir ağır hasta ölmeyi
Bitkiler yağmur ve güneşi bekler
Yalnız bir kadın sevilmeyi
Ve düşün ki bir adam
İçinde bütün bekleyenlerin korkusu ve ümidi
Seni bekler
Asılmayı bekleyen bir idam mahkumu gibi
Sen gelinceye kadar
Pencerem kapalı duracak
Rüzgar gelmesin diye
Artık perdeleri açmayacağım
Gün ışığı girmesin diye
Sonra kahrolacağım
Bu karanlıkta, bu derin yalnızlıkta
Ve günlerce gecelerce haykıracağım
Nerdesin diye, nerdesin diye
Bir gün bu kapıdan sen gireceksin
Biliyorum
Ergeç bu bekleyişin bir sonu gelecek
Yıllarca sonra
Öldüğüm gün bile gelsen
Bütün bu bekleyişlerimi ve öldüğümü unutup
Çocuklar gibi sevineceğim
Kalkıp sarılacağım ellerine
Uzun uzun ağlayacağım
Çok güzel metinler okudum sanat, edebiyat adına. Çok
güzel müzikler dinleyip, çok güzel resimler izledim uzun uzun. İnsanın ürettiği
her şeyin önemli olduğuna her zaman inanmaya devam ettim. İçlerinde yanılıp gerisinde
durmak mecburiyetinde olduklarım da oldu. İnanmak söz konusu olunca ben bunu
hep iyi niyetle sürdürmeye çabaladım. Kolay olmadı fakat aşırı zorlandığımı da
söyleyemem.
Bir süre sonra üreten, değer yaratan insan unsurunun
kendisiyle ilgilenmeyi seçtim. Mekanizmasını, fizyolojisini anlamaya, kurcalamaya
başladım. Temel sebep şuydu: insan neden üretir? Buna ihtiyaç duymasına sebep
olan şey nedir? Sadece sanat, edebiyat, müzik ve resim değildi; insan aynı
zamanda acı, yalan ve üzüntü de üretiyordu; sevinç ve heyecan da. Bunların
hepsinin toplamıydı insan. Fark ettiğim, saydıklarımdan bir tanesi de
olabiliyordu. Kapsam giderek derinleşmeye başlamıştı. Aklımda insana dair her
şey yavaş yavaş dağılmaya başlıyordu. Yapı taşlarını oluşturan bütün o irili
ufaklı nedenler giderek çoğalınca onları bir arada tutan bağlarda giderek
zayıflıyor ve kopma noktasına geliyordu. Bunun sonuçları oldu. Ben hata
yaptığımı düşünmeye başladım. Akıl insanı ölçemezdi. En bilinen haliyle bunu
bir insan yapamazdı. Sanırım biraz ileri gittim. Haddimi aştığımı düşünüp bunu
bir kenara atmak zorunda kaldım.
Şimdi oradayım. Aslında hep oradaydım. Sadece yol
aldığımı düşünmüştüm. Durup bekleyerek yol alamazmışım. Kendimi boş ümitlerin
peşine takmış, gereksiz, kuru ve içi boş bir sürü sebebin peşine sürüklemişim.
Akla inanmakla insana inanmak arasında derin benzerlikler
var. İnsan da, akıl gibi sizi boş inançların peşinden sürükleyebiliyor.
Uyandığınızda aslında hep o yatakta olduğunuzu hatırlamak kadar komik bir
trajedidir bu konu.
*******
Yazacak bir şeyler bulamıyorum. Bu, anlatacaklarımın
tükendiğinin göstergesidir. Benim dışımda, benden bağımsız işleyen bir düzenin
varlığından bahsediyorum. Şu yanılgıya düşmeden: ben tükendim. Bu
yazacaklarımın da tükendiğine işaret eder. Böyle bir yanılgı taşımıyorum. Kabul
de etmiyorum. Gerçek değişmez. Bazen sekteye uğrar. İçimde taşıdığım bir şeyin
benden alındığını, çalındığını hissediyorum. Benim tekelimde karşılık bulan bu
durum nasıl ve ne şekilde benden alınabilir? Bunu ben nasıl tükendiğimle
ilgilendiririm?
İşte burada çıkmaz oluştu. Benim çıkmazım. Girdap değil. Girdap
işlenemez bir konu. Ben üzerine anlatacak çok şey bulamam. Ama çıkmaz? Çıkmaz,
tam olarak içimde bir şeylerin bölünüp dağıldığına göstergedir. Her şey bitince
geriye bizden bir şey kalmaz. Çıkmaz bana bunu anlatıyor. Çünkü ben ona soru
sordum. Yazacak bir şeyleri kalmayan insanlar kendilerine çarparlar. Sonunda
çatlayıp dağılana dek.
********
Sürekli aynı noktada kalınca etrafta olan biten ne varsa
belirginleşmeye, büyümeye ve keskinleşmeye başlar. Fark etmediğin, dikkattinden
kaçan bütün nesneler -daha önce orada olduğu halde- bir bir gözünde yer kaplar.
Bilgisayarın monitöründe günlerce yapışık halde bekleyen saçın, yıkamadığın
için dibinde kahve kurumuş bardağın, bardağın masada bıraktığı iz… Üç haftadır
kitap okumuyorum. Bazen okula giderken yol uzun olduğu için sıkılmayayım diye
yanıma aldığım kitaplar hariç. Zaten onun da pek anlaşılır bir tarafı yok. Dikkatim
çok çabuk dağılıyor. Okuduğumdan da bir şey anlamıyorum.
Masa diyordum. Oradan uzaklaşmamam gerekiyor. Dün akşam masa
başına gelirken beş adet mandalina aldım. Masanın solunda ufak bir kabuk yığını
duruyor. Kurumuş, dağınık… Alıp mandalinaların olduğu torbaya boşaltıyorum.
Masada yine iz, kabuk izi. Şiir yazdığım müsveddelerim; zaten masada bugüne
kadar en çok onlar durdu. Bazı günler aldım karaladım. Bazı günler hiç görmedim
bile. Bakmak istemedim. Yazacak bir şeyler bulamadım. Doğrusu bu.
Kahve, evin anahtarı, cüzdan, fişler, tükenmiş pil yığını,
faturalar, ucu kırılmış kurşun kalemler, silgi çöplerinden yapılan dağ yığını, içinde
ne olduğuna bakmadığım siyah bir poşet. Hepsi bana bakıyor. Ben fark etmemişim.
*******
Mesele anlatmanın ötesinde bir duruma dönüştü. İnsan çok
basit bir durumu, anlaşılmayı, ifade etme güçlüğü yaşıyor. Bir tereddütün
içinde yaşıyorum.
Hikayeye göre günün birinde Franz Kafka rutin yürüyüşlerini
yaptığı parkta küçük bir kıza rastlamış. Kız ağlıyormuş. Oyuncak bebeğini
kaybetmiş ve bu onu oldukça üzmüş. Kafka, bebeği onun yerine aramayı önermiş ve ertesi gün aynı
noktada buluşmak üzere sözleşmişler.
Sonra Kafka vakit yitirmeden eve koşup bir mektup yazmaya başlamış. Bebek tekdüzelikten, hep aynı insanlarla yaşamaktan bıkmış, artık dünyayı gezmek, yeni arkadaşlar edinmek için seyahate çıktığını yazmış. Bu mektubu buluştuklarında kendisine okumuş;
“Lütfen benim için kederlenme, dünyayı görmek için uzun bir
yolculuğa çıktım. Sana başımdan geçenleri anlatacağım.” diye de eklemiş mektubun sonuna.
Bu birçok mektubun
ilkiymiş. Kafka, küçük kızla her buluştuğunda sevgili oyuncak bebeğin hayali
maceralarını özenle yazdığı mektuplardan ona okurmuş. Küçük kız da bu şekilde
avunurmuş.
Derken gün gelmiş, görüşmelerin artık sonu gelmiş. Kafka,
son görüşmede küçük kıza bir oyuncak bebek getirmiş. Küçük kız, aslından
oldukça farklı olan oyuncak bebeğe şaşkınlıkla bakakalmış. Bebeğe iliştirilmiş
bir not küçük kızın şaşkınlığını gidermiş: “Yolculuğum beni çok değiştirdi.”
Uzun yıllar sonra, artık bir yetişkin olmuş olan küçük
kızımız, gözü gibi baktığı bebeğinin, gözünden kaçırdığı bir çatlağının içine
sıkıştırılmış bir mektup bulmuş. Kısaca şöyle yazmaktadır :
“Sevdiğin her şeyi er ya da geç kaybedeceksin, ama sonunda
sevgi başka bir surette geri dönecek.”
*******
Kafka hakkında bu hikayeyi daha önce okudunuz mu bilmiyorum ama okuduysanız bile dahası var bu hikaye hakkında. Peki ya Kafka'nın son eserini bu küçük kızın yüzünü güldürmek için yazdığını söylesem. Oyuncak bebeğini kaybettiği için hıçkıra hıçkıra ağlayan bir küçük kızın yüzünü güldürmek, onu yeniden hayata bağlamak için bir eser yazar mıydınız? Franz Kafka yazmış, Gert Schneider’ın Kafka’nın Bebeği adlı romanında bunları daha ayrıntılı olarak bulabilirsiniz. :)
Hayatının son yıllarını Berlin’de geçiren büyük yazar Franz Kafka hergün yaptığı gibi parkta yürüyüşüne çıkmış. Tabi onca işine gücüne, onu hızla tüketen hastalığına rağmen Kafka'nın bu mektup yazma işine girmesi garibime gitmedi de değil hani. Son günlerini birlikte geçirdiği sevgilisi Dora Diamant “Sadece küçük bir kızı kandırmak için değil, eserlerini yaratırkenki ciddiyetle, adeta yazınsal bir tutkuyla yazıyordu” diye anlatıyor bu durumu.
Yani Kafka son büyük eserini, 1923’te, küçük bir kızın gözyaşlarını dindirmek için yazmış aslında. Dora Diamant’ın röportajlarında ve yazılarında anlattıklarına göre, aksatmadan her gün parka gidip kıza yeni mektuplar okuyor, bebeğin büyüyüp okula gitmesini, yeni insanlarla tanışmasını anlatıyormuş. Amacı küçük kızı, bebeğin hayatından tamamen çıkacağı âna hazırlamakmış. Sonuncu mektupta bebeği evlendirmiş, hatta ona gayet şenlikli bir düğün merasimi tasarlamış. Bir yazarın harikulade yalanı olsa gerek bu. :)
Kafka'nın bu küçük kızla birkaç ay süren ve rivayet olabilir şüphesi hala bulunan hikayesi Gerd Scheneider tarafından "Kafka'nın Bebeği" adıyla romanlaştırıldı. Bu romanda Kafka'nın kayıp el yazmalarını, mektuplarını ve eserlerini gün ışığına çıkarmayı, hayatının gölgede kalmış noktalarını aydınlatmayı amaçlayan "Kafka Projesi" kapsamında yazıldı. Bilindiği üzere Kafka'nın eserlerinin çok azı elimizde. Eserlerinin bir kısmını kendisi yakmış, bir kısmı da ailesinden geri kalanların Nazi kamplarında öldürülmesinden dolayı ulaşılamamıştır.
Şimdilerde Kafka uzmanları ve okurları, yazarın son aylarını birlikte geçirdiği sevgilisi Dora Diamant tarafından aktarılan bu hikayenin somut kanıtlarını, yani bebeğin ağzından küçük kıza yazılan mektupları bulmanın peşinde… O zamana dek, Gert Schneider’ın kısmen belgeleri tarayarak, kısmen de hayal gücünü kullanarak yazdığı romanı okuyun derim. Edebiyatın kimi zaman hayat kurtaracak kadar güçlü olabildiğini görmek için okunması gereken bir kitap olduğunu düşünüyorum.
Tabi araştırdığınızda göreceksiniz ki bu hikayeyi ilk yazan Gert Schneider değilmiş. Evet, bu hikayeye Paul Auster "Brooklyn Çılgınlıkları" adlı romanında da yer vermiştir. Paul Auster bu olaya: “Küçük kız, yazı sayesinde sayesinde bebeğini özlemekten, aramaktan vazgeçmişti. Kafka, bebeğin yerine başka bir şey vermişti ona. Bir hikâyesi vardı artık. İnsan bir hayal âleminde, bir hikâyenin içinde yaşayabilecek kadar şanslıysa eğer, gerçek dünyanın acıları sona erer. Hikâye devam ettiği sürece gerçek yoktur.” diyerek yer vermiştir.
Bu olayı aslında Kafka açısından da değerlendirmek gerekiyor ki bu arkadaşlık ve mektuplar sayesinde tekrar yazma tutkusuna sarılmıştır. Ölümün pençesinde olan bir yazar için hayatına daha bir şevkle bağlanmasını sağladığı görüşündeyim. Yani bu mektup yazma hem küçük kız hem de Kafka için hayatlarına devam etmeyi sağlayan yararlı bir olaydır.
Sonuç olarak bu hikaye gerçek de olsa, sadece iyi niyetli bir rivayetten ibaret de deseler, gerçekten güzel. Sonuçta bizde uyandırdığı duyguların gerçekliğini biliyoruz. Gönlümüz yele tutulmuş gelincik çiçekleri gibi titrek, zihnimizde gönül kazanmaya dair derviş hikayeleri de sökün ediyorsa hikayenin gerçek veya kurgu olması neyi değiştirir ki?
Kitaptan bir alıntıyla son bulduruyorum yazımı. Bir dahaki yazıda görüşmek dileğiyle. Yorumlar kısmında düşüncelerinizi ve görüşlerinizi bekliyorum. :)
Yere düşen bir çocuk, ortamdakileri kahkaya boğmuşken Franz, alçak ama kararlı bir sesle “Ne kadar da ustalıkla düşüp ve ne kadar da ustalıkla ayağa kalktın sen öyle!”der. Sessizleşir herkes.
Ufacık Bir Not: Bizi Facebook üzerinden takip edebilirsiniz...
Hayat taviz vermediği hızı ve kavgasıyla akıp gidiyor!
Baharın rahiyasından akıp coşan çiçeklerle hatırlıyorum lise yıllarımızı!
Kimimize kış, kimimize bahar olup canıyla değen babalarımızı!
Bu memlekette insanlar belki de en çok baba sancısıyla inliyor,
en çok baba deyince aklımıza gelir çocukluğumuz.
Mazinin araladığı perdeden sızıyor eski günler..
Onlarla kavgalı onlarla sevdalı olduğumuz.
En çok baba yokluğunun hüsranıyla kızıyormuş zaman ayrılığın yarasını.
İnsan baba olunca anlıyormuş babasını!
Şilan Avcı
Not: Bu şiir Yedi Güzel Adam dizisinde seslendirilmiş ve bazılarımızın Erdem Bayazıt'a ait olduğunu düşündüğü bir şiirdir, lakin iyice araştırıp baktığımızda bu şiirin Şilan Avcı'ya ait olduğunu ve dizi içerisinde seslendirenin Erdem Bayazıt olmasından dolayı ona ait olduğu konusunda yanıldığımızı görebiliriz.
William Wallace soruyor, "Özgürlüğünüz olmazsa ne
yaparsınız?"
Siz ne yapıyorsunuz?
Özgürce kölelik… Kölelik hakkımızı kullanıyoruz… Bu yazıyı
okuyorsunuz ve bu yazı bilgisayarınızın içinde. Ayaklarınız yıllardır toprağa
değmedi. Yağmurdan kaçıyorsunuz çünkü hasta olmaktan korkuyorsunuz. Hasta
olursanız işe gidemez, borçlarınızı ödeyemezsiniz. Okula gidemezsiniz,eğitiminiz
yarım kalır, ki bu kötü bir gelecek demektir değil mi?
"Ben özgürüm!" diyebiliyor musunuz?
Özgür değilsiniz. Sadece zincirleriniz uzun.
Bu sizin hatanız. Atalarınızın yolundan gitmeyi reddettiniz
ve, "Bizler modern insanlarız!" dediniz. Ama bu köleliğiniz daha az yağmur
yağmasına, buzulların erimesine, gezegenimizin ikliminin bozulmasına, araçlarınız
için petrol savaşları çıkmasına ve daha binlerce olumsuz şeye neden
oldu, olacak.
Özgür değilsiniz!
Borçlarınızla kölelleştirildiniz. Yağmur yağmıyor artık. Yağsa
bile felaketlere neden olacak kadar şiddetli yağıyor. Artık
rahatlayabilirsiniz. Cep telefonlarınızla, msninizle vs. konuşmaya, marketleri
adeta soymaya devam edebilirsiniz artık.
Özgür değilsiniz!
Özgür olmak bedel ödemeyi gerektirir çünkü!
Özgür olsanız sudan çıkmış balığa dönersiniz!
Özgür değilsiniz!
Yaşamlarınıza kölesiniz!
Yaşlanmadan ve pişmanlığınız anlamsızlaşmadan modern hayatın
kıçına tekmeyi basın!
Eğer evinizdeki televizyonu paramparça edemiyorsanız en
azından uzak durun ondan, izlemeyin. İnternetinizi, cep telefonlarınızı, hormonlu
meyvelerinizi, kimyasal boyalarla şirinleştirilmiş market ürünlerinizi terk edin.
Özgürlük kurtlu elma yemektir bu yüzyılda…
Özgür değilsiniz!
Dört mevsim kıpkırmızı, sulu yani hormonlu elmalar yediğiniz
sürece de köle kalacaksınız!
Şirketlere köle, devletlere, insan eliyle yapılma kanunlara…
Geçen akşam bir Kemal Sunal filmi vardı. "Deli Deli Küpeli" filmi, hani akıl hastanesinden kaçan 2 kişi bir kasabaya geliyor ve Kemal
Sunal’ın oynadığı karakter bir şekilde belediye başkanı oluyor ve bir sahnede
diyor ki, "Eğer kanunlar vatandaşın acı çekmesine neden oluyorsa o kanunu
kaldırıyorum!"
Özgürlük cebinizde para olunca yaşadığınız şey değildir. Sizi
ve beni böyle kandırdılar.
İlk insanlar avdan elleri boş dönünce avı iyi gitmiş
diğerleri avlarını onlarla paylaşırdı.
Biz modern insanlar kilit üzerine kilit vuruyoruz
evlerimizin kapılarına…
Özgür değilsiniz!
Kurtlu elmaya dönün.
Yaşam kurtlu elmalarda.
Yaşam birazı çürük görünen sebzelerde, yaşam üzerinize yağmur
yağarken göğe bakıp şükretmekte…
Kurtlu elmaya dönün!
Gerçek insanlara dönün!
Gerçek insanlar olun!
Yüzünüzü doğaya dönün!
Kurtlu elmalarla barışın!
Makyaj yapmayan kadınlara aşık olun!
Gerçek erkeklere aşık olun!
Bebek gülüşlerine iman edin!
Vantilatörlerle değil kelebek kanatlarıyla serinleyin!
Tutkunuzla ısının!
Gerçek insan olmayı hatırlayın!
O yani gerçek insan içinizde bir yerde… O ölmedi,onun ruhunu
değil bizzat kendini çağırabilirsiniz!
Size gelecektir!
Özgürlük son model bir arabayla hız yapmak değildir!
Özgürlük çamurlu ayaklardır!
Özgürlük dağınık saçlardır!
Özgürlük ter kokmaktır!
Özgürlük domatesi kendi bahçenizde yetiştirmektir!
Modern hayatın kıçına tekmeyi basın!
Özgürlük kurtlu elmalardadır!
Kurtlu elmalara dönün!
SAHİP OLDUKLARIN SONUNDA SANA SAHİP OLUR!
Ufacık Bir Not: Bizi Facebook üzerinden takip edebilirsiniz...
Bugün sizlerle tiyatroya değinelim istedik. Tiyatro sevsem de gidebildiğim
tiyatro oranı çok azdır. Buna rağmen tiyatro izlemenin yerine dinlemeyi –radyo tiyatrolarından
bahsediyorum- daha çok icra ediyorum. Birkaç gün önce yine bir radyo
tiyatrosuna daldığım bir günde bu güzel oyuna rastladım: Ağzı Çiçekli Adam. Nobel
Edebiyat Ödülü sahibi İtalyan yazar Luigi Pirandello’nun ölümcül bir hastalığa
yakalanan bir adamın, hayatının bu karmaşık döneminden bir kesitini anlatan güzel
bir oyun Ağzı Çiçekli Adam. Oyundan bahsetmeden önce az biraz tiyatrodan
bahsedelim.
Tiyatro, bir sahne
sanatıdır. Bir sahnede, seyirciler önünde oyuncuların sergilenmesi amacıyla
hazırlanmış gösterilerdir. Farklı bir şekilde duyguların ve olayların hareket
(jest) ve konuşmalarla anlatılmasıdır. Müjdat Gezen’in deyişiyle tiyatro: insanı,
insana, insanla, insanca anlatma sanatıdır.
Antik Çağ’dan bu
yana gelen bir tarihçesi olan tiyatro ilk olarak dinsel bir tören olarak başlamıştır. O dönemlerde genellikle adına amfitiyatro denilen ve
ülkemizde bunun oldukça iyi örneklerini görebileceğimiz alanlarda icra
edilirdi. Buna göre tiyatro ilk dönemlerinde Yunan Mitolojisi ile iç içeydi
diyebiliriz. Daha sonraları bu dinsel niteliğini yitirerek popüler bir eğlence
kültürü olarak icra edilmeye başlamıştır. Bu döneme damgası vuranların başında
William Shakespeare gelmektedir.
Modern tiyatro diyebileceğimiz döneme damgasını vuran önemli isimlerden biri de sanırım Konstantin Stanislavski'dir. Oyunculuk kuramını geliştiren ve günümüzdeki oyunculardan kendilerini, canlandırdıkları karakterlerin yerlerine koymalarını ve bu şekilde seyirciye söz konusu duyguları vermelerini belirten kuramı tiyatroya yerleştirmiştir.
Tiyatro
eserleri müziksiz: trajedi, komedi, drama ve müzikli: opera, operet, müzikal,
pandomim, bale, revü, skeç, tuluat olmak üzere iki grupta incelenebilir.
Bunların içinde pandomim sözsüz, düşünce ve duyguları müzik veya türlü eşyalar
eşliğinde bazen dansla, bazen de gövde ve yüz hareketleriyle yansıtmayı
hedefleyen oyun türü olmasıyla birlikte evrensel bir tiyatro dili sayılmaktadır.
Boş bir vaktinizde pandomim örneklerini izlemeniz tavsiyeyle rica olunur. ☺
“l uomo dal fiore in bocca” yani Ağzı Çiçekli Adam kaygı
verici derecede olan bir yalnızlık temasını etkileyici cümlelerle işliyor. Bu
oyunun en çok konuşulan ve beğenilen tiradını ve radyo tiyatrosundan
dinleyebileceğiniz tam oyunu buraya bırakıyorum. Bol tiyatrolu, bol gülümsemeli
günler. ☺
Tirad;
(Sessizlik)
Ölüm, garip,
iğrenç, korkunç bir böcek olsa ve yoldan geçen birinin yakasına konsa. Siz de
onu görseniz. Yolda durdurup: “Afedersiniz, müsaade eder misiniz? Yolunuzu
kestim ama üzerinize ölüm konmuş” demez misiniz? Şöyle iki parmağınızı uzatıp
onu fırlatıp atmaz mısınız? Ne mükemmel olurdu doğrusu…
(sessizlik)
Fakat ölüm bir
böcek değil. Bu gelip geçenlerin arasında birçokları onu üzerlerinde
taşıyorlar, ama görünmüyor. Onun için de korkusuz, rahat rahat dolaşıp,
yarınki, yarından sonraki hayatlarını kuruyorlar. Örneğin ben.
(Ayağa kalkar)
Bakın, şurada
bıyığımın altında, dudağımın üstünde pek hoş duran küçük çiçeği görüyor
musunuz? Doktorlar buna ne diyorlar, biliyor musunuz? Oh! Çok hoş bir adı var.
Karamela gibi tatlı bir ad: epitelyoma Söyleyin benimle beraber, siz de tadını
duyacaksınız.
(Söyler)
“epitelyumyoma”.
Çiçeklere takılan adlara da benziyor değil mi?
(Sessizlik)
Nedir bu biliyor
musunuz? Ölüm.
Geçerken bu çiçeği
dudağıma yapıştırıverdi. “Hatıram olsun” dedi. Arkasından da şunu ekledi “Beş
altı aya kadar gelirim.”
(Sessizlik)
Şimdi söyleyin
bana: Bu çiçek ağzımın içindeyken sakin, sessiz köşemde oturabilir miyim?
(Sessizlik)
Söylüyorum bunu
karıma, soruyorum: “Nedir benden istediğin? Öpeyim mi seni yani?” “Evet, öp
beni” diyor.
Geçen gün ne yaptı
biliyor musunuz? Dudaklarını bir toplu iğne ile delik deşik etti, kanattı,
sonra başımı iki elinin arasına alarak beni ağzımdan öptü. Benimle beraber
ölmek istiyormuş.
(Sessizlik)
Salak!
(Birden, hırsla)
Herhalde evde
oturacak değilim. Vitrinleri seyretmeliyim, tezgahtarların el çabukluğuna
hayran olmalıyım.
Çünkü kafam bir an
boş kalırsa çevremdeki bütün hayatı yok etmeyi düşünebilirim. Örneğin sizin
gibi son trenini kaçırmış, hiç tanımadığım birini tabancamı çıkarıp şuracıkta
öldürebilirim.
(güler)
Korkmayın böyle
bir niyetim yok. Şaka yaptım.
(Sessizlik)
Bana bir iyilik
yapın: Yarın sabah erkenden gideceğiniz o küçük köyün istasyonunda trenden
indikten sonra evinize kadar yürüyün. Yolda üzerinde pırıl pırıl kırağı
parlayan bir demet yeşilliği koparın, koparın ve sayın. Kaç tane ot
koparmışsanız o kadar yaşayacak günüm var demektir.
(Sessizlik) Ama ne olur demet
biraz kalın olsun. (Güler)
Oyun - Radyo Tiyatrosundan;
Artık Facebook üzerinden de takip edebilirsiniz: buyrun buradan
Nobel ödüllü dünyaca
ünlü yazar Gabriel Garcia Marquez 2014 yılında hayatını kaybetmişti. Marquez’in
ailesine yakın kaynaklar, Marquez’in, Meksika’nın başkenti Meksiko’daki evinde
87 yaşında hayata veda ettiğini açıklamıştı.
“Büyülü gerçekçilik”
akımının en önemli isimlerinden olan Marquez, 31 Mart’ta hastaneye
kaldırılmıştı. Ünlü yazara aşırı su kaybının yanı sıra akciğer ve idrar yolları
iltihabı teşhisi konulmuş, antibiyotik tedavisinin ardından taburcu edilmişti.
“Yüzyıllık Yalnızlık”, “Kolera Günlerinde Aşk”, “Kırmızı Pazartesi”, “Albaya
Mektup Yazan Kimse Yok”, “Labirentteki General”, “Aşk ve Öbür Cinler” ve “Bir
Kayıp Denizci” gibi unutulmaz eserlere imza atan Marquez, 1982’de Nobel
Edebiyat Ödülü’ne layık görülmüştür.
Yaklaşık 30 yıldır Meksika’da yaşayan Marquez, yaşam
öyküsünü anlattığı “Anlatmak için Yaşamak” adlı son eserini 2002’de
yayımlamıştır. Marquez’in, 1967’de yayımlanan “Yüzyıllık Yalnızlık” adlı kült
romanı 25’ten fazla dile çevrilmiştir. Yaşamını Edebiyata adayan koca çınar
Marquez ölümünden kısa süre önce tüm insanlığa hediye gibi bıraktığı Veda
Mektubunu sizlerle paylaşmak istedim.
Marquez'in Veda Mektubu
“Tanrı bir an için
paçavradan bebek olduğumu unutup can vererek beni ödüllendirse, aklımdan geçen
her şeyi dile getiremeyebilirdim, ama en azından dile getirdiklerimi
ayrıntısıyla aklımdan geçirir ve düşünürdüm. Eşyaların maddi yönlerine değil
anlamlarına değer verirdim. Az uyur, çok rüya görür, gözümü yumduğum her
dakikada, 60 saniye boyunca ışığı yitirdiğimi düşünürdüm. İnsan aşktan
vazgeçerse yaşlanır. Başkaları durduğu zaman yürümeye devam ederdim. Başkaları
uyurken uyanık kalmaya gayret ederdim. Başkaları konuşurken dinler, çikolatalı
dondurmanın tadından zevk almaya bakardım. Eğer Tanrı bana birazcık can verse,
basit giyinir, yüzümü güneşe çevirir, sadece vücudumu değil, ruhumu da tüm
çıplaklığıyla açardım. Tanrım, eğer bir kalbim olsaydı nefretimi buzun üzerine
kazır ve güneşin göstermesini beklerdim. Gökyüzündeki aya, yıldızlar boyunca
Van Gogh resimleri çizer, Benedetti şiirleri okur ve serenatlar söylerdim.
Gözyaşılarımla gülleri sular, vücuduma batan dikenlerinin
acısını hissederek dudak kırmızısı taç yapraklarından öpmek isterdim. Tanrım
bir yudumluk yaşamım olsaydı… Gün geçmesin ki, karşılaştığım tüm insanlara
onları sevdiğimi söylemeyeyim. Tüm kadın ve erkekleri, en sevdiğim insanlar
oldukları konusunda birer birer ikna ederdim. Ve aşk içinde yaşardım.
Erkeklere, yaşlandıkları zaman aşkı bırakmalarının ne kadar yanlış olduğunu
anlatırdım. Çünkü insan aşkı bırakınca yaşlanır. Çocuklara kanat verirdim. Ama
uçmayı kendi başlarına öğrenmelerine olanak sağlardım. Yaşlılara ise ölümün
yaşlanma ile değil unutma ile geldiğini öğretirdim. Ey insanlar! Sizlerden ne
kadar da çok şey öğrenmişim. Tüm insanların, mutluluğun gerçekleri görmekte
saklı olduğunu bilmeden, dağların zirvesinde yaşamak istediğini öğrendim. Yeni
doğan küçük bir bebeğin, babasının parmağını sıkarken aslında onu kendisine
sonsuza dek kelepçeyle mahkum ettiğini öğrendim. Sizlerden çok şey öğrendim.
Ama bu öğrendiklerim pek işe yaramayacak. Çünkü hepsini bir çantaya kilitledim.
Mutsuz bir şekilde… Artık ölebilir miyim?”
Artık Facebook üzerinden de takip edebilirsiniz: buyrun buradan
Büyüdük. Her şey bozulmaya başladı. Bunu biz istemedik ama nedense bir yere çekildik, sürüklendik. Büyüdük. O duvarlarda top oynayamamaya başladık. Koştururduk, en çok da terlerdik. Ama terli terli su içmeyi iyi bilirdik. Sitede büyüdüysek, apartmanlar arasında koşturduk. Sokaklarda büyüdüysek, caddelerde koşturmayı bildik. Her neresi olursa olsun, iyi koşturduk. O zamanlar küçüktük. Minik aşklarımız oldu. Onlara kendimizi ispatlamaya çalıştık. Gol attık, döndük baktık, gülüyor mu diye. Yakar top oynadık, ona havadan top attık, canı hiç bir zaman bitmesin diye. Canına can katmaya çalıştık. Bazen fark ettiler, bazen etmediler. Biz elimizden geleni yaptık. Abilerimiz vardı hep, onlarla oynamaya çalıştık, maç yapabilmek için top aldık, sırf bizi de oynatsınlar diye. Çünkü onlar bizleri korudu. O kadar çok koşturuyorduk ki, yorulduğumuz zaman, gidip birinci kattaki teyzelerden su isteyebiliyorduk. Çünkü biz öyle büyüdük. Büyüdük. Korkarak büyüdük, top oynarken, caddelerde oynuyorduk. Topa sert vurduğumuz zaman etrafa iki-üç kere bakardık, topun nereye gittiğine değil, kaç tane araba gelebilir diye baktık. Ezilmekten her gün korktuk. Ama çok güzeldi, bize dikkatli olmayı öğretti. Eğer elindekine sert vurursan ve kontrol dışına çıkmasına izin verirsen, yakalayabilmen için çok uğraşman, yol gitmeyi ve ezilmekten korkmayı öğretti. Küçüktük. Bilemedik birçok şeyi, bilemediğimiz zaman büyüklerimize sorduk, mahalledeki ablamıza abimize sorduk, onlarda bilmiyorsa anne babalarımıza sorduk. Onlarda bilmiyorsa, asıl olay bize düşmüştü, açın kitapları, açın bacaklarınızı koşma zamanı çocuklar… Artık öyle şeyler yok. Ne birinci kattaki teyzelerden su isteyebiliyoruz, ne de sokaklarda top oynayabiliyoruz. Büyük siteler de yaptılar, etrafını çitlerle ördüler, kimse çıkmasın, kimse girmesin, girmesin diye bekçiler yerleştirdiler sitelerin başlarına. Onlardan sorulur oldu her şey. Ben sevmedim bu işi. Kimse sevmedi. Anne babalar sevdi belki ama inanın ki ilerde sevmeyecekler. Çocuklar kısıtlandı, evde eğitim gördüler. Ellerine verdiler telefonları, tabletleri, bir iki tuşa basarak öğrendiler. Ne kokladılar o tozlu kitap sayfalarını ne de raflara tırmandılar, boyunun yetemediği yerlerdeki kitapları okumak için. Kütüphane sessizliğinde oturamadılar, o sessizliğin içinde gerginleşemediler. Ama eminim çok arayacaklar, hem de çok. İlk aşklar kalmadı, her şey teknolojiyle ölçülüyor, paranın değerine bakıyor. Eskiden öyle değildi, sende bir varsa yarısını yanındakine verirdin. İlk aşkın varsa hele, hepsini ona verirdin, şimdiyse herkes birbirinden kaçırıyor. Kalmadı ilk aşklar. Şimdi insanlar zıplayan toplar gibiler, nereye çarparsa o tarafa gidiyor. Eğer küçükken, güzel arkadaşlıklar biriktirebildiyseniz, hala küçük kalmışsınız demektir ve bu en güzelidir. O duvarlarda artık top oynanmıyor, çünkü o duvarları yıktılar. Çünkü; büyüdük.
Artık Facebook üzerinden de takip edebilirsiniz: buyrun buradan
Yıl 1933. Aylardan Ekim. Türkiye’nin her yerinde
Cumhuriyetin 10. yılı kutlanıyor. Sivas’ta da büyük bir tören var. Her taraf
bayraklarla donatılmış. Marşlar söyleniyor, şiirler okunuyor..
Sivas’ın Sivrialan Köyünün Akçakışla nahiyesinden de aşıklar
gelmiş. Bağlamalarını çalıyorlar, yanık türküler yakıyorlar. Aralarında biri
var ki, o farklı. Sazı farklı, sözü farklı. Üstelik gözleri görmüyor.
Cumhuriyet’in 10.Yılı için yazdığı destanı okuyor..
“Gazi Paşa Hazireti bir kişi
Ne kadar cesaret tuttu bu işi
Sarmıştı vatanı düşman ateşi
Esirgedi bizi ziyanımızdan ”
Veysel Şatıroğlu’ydu bu destanı okuyan. Tanınan ismiyle Aşık
Veysel’di. Sazı, sözü çok beğenilmişti. Sivas Belediye Başkanı ve ilin önde
gelenleri o an karar verdi. Veysel Ankara’ya gitmeli, bu destanı mutlaka
Mustafa Kemal’e okumalıydı. Aylar süren bir çalışma yapıldı. Heyet kuruldu. Yol
için para toplandı.Ama Ankara uzun, ince bir yoldu.
Motorlu taşıt yoktu. Veysel, arkadaşı İbrahim Tutiş ile yola
koyuldu.
Ankara’nın yolları taştandı. Tabana kuvvet dediler.
Cumhuriyet ve Mustafa Kemal aşkına. Günlerce yürüdüler. Patikaları, dereleri
geçtiler. Dağları, tepeleri aştılar. Aylar sonra Ankara’ya varabildiler. Tarih
1 Nisan 1934 idi. Üstlerinde köylü kıyafetleri vardı. Altlarında potur.
Ayaklarında çarık. Toz toprak içindeydiler. Sorup soruşturdular. "Gazi Mustafa Kemal’in huzuruna nasıl
çıkabiliriz?"
Tam Kızılay’da vardılar ki, iki polis çıktı karşılarına.
"Nereye hemşerim?"
"Biz Sivas’tan geliyoruz, halk ozanıyız. Gazi’nin
huzuruna çıkacağız."
"Olmaz."
"Neden olmaz? Atatürk’e bir destan yaptık. Ona okumak
istiyoruz."
"Yasak hemşerim. Bu kıyafetle değil Gazi’nin huzuruna
çıkmak, Kızılay da bile dolaşamazsınız. Yasak."
"Üç aydır yollardayız. İzin verin de geçelim."
"Kesin emir var. Yasak dedim size. Köyünüze geri
dönün."
Polisin dediği dedik, astığı kestikti. Gerçekten de o
günlerde Ankara Kızılay’da böyle kıyafetlerle dolaşmak yasaktı. Yasağı Ankara
Valisi Nevzat Tandoğan koymuştu. Kızılay yabancı devlet adamlarının ve
turistlerin gezdiği bir bölgeydi. Üzerinde Türkiye Cumhuriyeti’ne yakışır
kıyafet olmayanlar giremezdi. Vali efendi "Hırpani kıyafetlileri sokmayın" demişti. Cumhuriyetin “Köylü Milletin Efendisidir” sloganı Ankara’da geçerli değildi.
Aşık Veysel ve arkadaşı üzerilerindeki köylü kıyafetleri nedeniyle Kızılay’a
sokulmamıştı.
Üzgün ve kırgındılar. Arkadaşı İbrahim Veysel’e “Bari bir
gazeteye gidelim, derdimizi anlatalım..Belki Gazi gazeteyi okur, bizi çağırtır”
dedi. Soluğu Hakimiyet-i Milliye gazetesinin matbaasında aldılar. Dertlerini
anlattılar. Veysel sazını çıkardı 10. Yıl Destanını okudu. Fotoğrafları
çekildi. Ertesi gün 2 Nisan 1934 tarihli Hakimiyet-i Milliye Gazetesi’nde çıkan
haber şöyleydi:
“Dün gazetemize Anadolu’nun saz şairlerinden biri geldi.
Sivrialan köyünden olan bu yanık yüzlü adamın iki gözü de görmüyordu. Bu saz
şairinin yeni yazdığı koşmalar, inkilabın halkın en görgüsüz tabakalarına kadar
nasıl işlemiş, anlaşılmış ve sevilmiş olduğuna en büyük delildir.”
Görgüsüz tabakadan Aşık Veysel Ankara’da uzun süre haber
bekledi. Günlerce ne arayan, ne soran oldu. Çünkü Hakimiyet-i Milliye
gazetesinde Veysel’in Atatürk ile görüşme isteğinden satır yoktu. Gazi’nin
haberi bile olmadı. Sonunda paraları bitti. Boynu bükük Sivas’a döndüler. Ama
ne cumhuriyete, ne de Mustafa Kemal’e inançlarını hiç yitirmediler.
Aradan yıllar geçti. 1938 yılının başlarıydı. Atatürk
Dolmabahçe’de İstanbul Radyosunu dinliyordu. Programda Aşık Veysel vardı. Çok
etkilendi. “Bu ozanı bana getirin” dedi. Emir subayları hemen radyoya gittiler.
İstanbul Radyosu Müdürü Mesut Cemil Bey’e Aşık Veysel’i sordular. Maalesef
Veysel binadan çıkmıştı ve gittiği yer bilinmiyordu. Ertesi gün Veysel tekrar
radyoya gitti. Radyo Müdürü Cemil Bey “Gazi seni görüp, dinlemek istedi ama
bulamadık..Al bu mektubu yarın Dolmabahçe’ye git, seni Mustafa Kemal ile
görüştürsünler” dedi. Veysel sabah erkenden arkadaşı İbrahim Tutiş ve mektupla
birlikte soluğu Dolmabahçe Sarayı’nda aldı. Bu kez üstlerinde pantalon, ceket
ve fötr şapka vardı.
Nöbetçi askere “Akşam Atatürk bizi aratmış, şimdi duyduk,
geldik” dedi. İçeri aldılar. Kendilerini Yaver Şükrü Bey karşıladı. Şükrü bey
mektubu açtı, okudu. “Gazi şu an çalışıyor, haber veremem..Siz adresinizi
bırakın, müsait olduğunda sizi aldırırız” dedi. Saraydan üzgün ama umutlu
döndüler. Yine günlerce haber beklediler. Ama yine ne arayan oldu, ne soran.
Çünkü Mustafa Kemal rahatsızlanmıştı. Bir süre sonra da hayata gözlerini yumdu.
Aşık Veysel yıllarca bu buluşmayı beklemişti. Nasip olmadı.
Anılarında bu olayı şöyle özetledi:
“Kulaklarımla Mustafa Kemal’in sesini işitmeyi candan arzu
ettim ama kısmet olmadı”
Atatürk'ün ölümü üzerine söylediği ağıtı şöyle bırakıyorum
buraya:
Âşık, ölüme giderken diyordu ki:
“Elden gelen bir şey yok; bu yola hepimiz uğrayacağız.
Mümkün olsaydı, Atatürk’ü kurtarırlardı.”
Atatürk ile tanışamamak hayatı boyunca en büyük yarası
olmuştu, Âşık Veysel'in.
Son olarak Âşık Veysel'in de dediği gibi;
AĞLAYALIM ATATÜRK'E
!!!
Artık Facebook üzerinden de takip edebilirsiniz: buyrun buradan