Kısa bir süre önce okuduğum ve ikinci kez Haruki Murakami ile tanıştığım bir kitaptan bahsetmeye geldim: Sahilde Kafka.
Öncelikle kitabın konusundan bahsetmek istiyorum. 15 yaşına giren Kafka Tamura ismindeki bir gencin kendi ayakları üzerinde durmak için (kesinlikle sözde kaldığını belirtmek isterim) evden kaçmasıyla başlıyor garip olaylar zinciri. Kitap boyunca bu gencin kendini arayışını, gerek cinsel kimliği gerek kendinin kim olduğu ve de ailesinin geri kalan üyelerini aramasıyla devam ediyor.
Murakami'den okuduğum ikinci kitapla birlikte artık Murakami okumayacağımı kesinleştirmiş bulunuyorum. Bunun nedenleri üzerinde durup aslında gerçekten okumayınca bir şey kaybetmediğimizi anlamanıza katkıda bulunmak için bu incelemeyi yazmayı seçtim.
Öncelikle tabi ki kitapta ilk dikkatimi çeken dil-üslup ve teknik kullanımlarına değineceğim. Murakami, kitap boyunca sade dil kullanımından asla ödün vermiyor, o kadar sade bir dil ki sanki günlük yaşamdan birebir aktarım yapılmış. Sade olduğu kadar da akıcı bir dili var. Buna tempoyu üstlerde tutmasının verdiği katkı büyük elbette. İşin teknik kısmına gelirsek kesinlikle Murakami dersine iyi çalışmış diyebilirim. Yani ne demek istiyorum, kitap boyunca bazı yerlerde temponun düşmeye başladığını göreceksiniz. Tempoyu yükseltmek için ise Murakami bize klasik diyebileceğimiz edebiyat öğelerini öne sürüyor. Örnek vermek gerekirse tempo mu düştü hadi zaman üzerine edebiyat yapalım, oh dur şurada tempo düşer gibi oldu hadi hemen savaş edebiyatı yapalım. Yani ciddi anlamda bir emek var, yazarlık konusunda gerçekten iyi çalışılmış bir kitap var karşımızda(!).
Bir diğer hususa gelelim, büyülü gerçekçilik akımı. Bu akıma hitap ettiğini duyduğumuz ve de bildiğimiz bir yazarın bu akımla ne yaptığını daha doğrusu ne yapmaya çalıştığını inceleyelim. Büyülü gerçekçilik akımı, sıradışı olanın sıradanlaştırılması ya da sıradışı olanların sıradanlıklar içerisinde verilmesidir diyebiliriz. Bir nevi soyut olan hayal dünyamızı somut olan gerçek dünya içerisinde gerçekleşmiş gibi gösterilmesidir. Tekniği anladığımıza göre kitapta bunu gerçekten iyi kullandığını söyleyebilirim. Yani size metaforlarla örülü bir dünya verirken gerçek dünyaya da dokunmadan bunları harmanlayıp veriyor. Metafor kısmına girdiğimizde ise işler rayından oldukça çıkmış. Metaforlar ve onların sebebi olan diğer metaforlar derken bazı öğelerin neden geldiğini veya ne işe yaradığını çözemiyoruz. Okur olarak "Yahu bu ne işe yarıyor şimdi?" sorusunu sık sık sordum. Bazı yerlerde buna cevap da verilmiş tabi, yani öyle cevapsız bırakmıyor bizi lakin cevabın kendisi de metafor olarak verilince bu işin içinden çıkmak imkansızlaşmış. Bir nevi metafora metafor doğurtmuş diyebiliriz. Oysa ki büyülü gerçekçilik içerisinde kullanılan metafor hakkındaki bilgi okuyucuya apaçık verilmeden sezdirilir. Bu kısmı Murakami atlamış sanırım. Hatta öyle ki kitap sonunda birçok metafor neden var veya ne işe yaradı bilmeden sona varıyoruz.
Yer yer kullandığı bilinç akışı tekniğinde ise Murakami bana göre olayı yanlış anlamış. Bilinç akışında karakterin düşünmesi öylece aktarılır, yani sıralı olmadan rastgele bir şekilde. Zihnimizden düşüncelerimizin vakumlanarak ortaya çıktığını, süzgeçlerden geçmemiş halini düşünün. İşte bu şekilde yazıya aktarılır. Murakami'de ise bu kısımlar oldukça acemice yapılıyor, hatta bazı yerlerde buna ne gerek vardı diyebiliyoruz. Beni en çok rahatsız eden kısmı da cümle ve kelime tekrarları ile bunu yapmaya çalışmasıydı.
Teknik olarak sayılır mı bilmem ama Murakami'nin kendiyle çeliştiği bir kitap yazması beni şaşırttı ki dersine bu kadar iyi çalışmışken. Kitapta Çehov'dan ünlü bir alıntı olan "Eğer öyküde bir tabanca geçiyorsa, sonunda mutlaka patlaması gerekir" sözü kullanılıyor. Şimdi kitaba şöyle bir baktığımızda ise "Eh, o zaman arkadaşım silah patlamadı ama kitap bitti" diyoruz. Ne aklımızdaki soruların yanıtını bulduk sonunda ne de Kafka yapacağım dediği şeyi yaptı. "Ben bir şey anlamadım bu işten" diyerek kapattım arka kapağını.
İşin tekniğini bir kenara bırakıp kurguya dönersek ilk gözüme çarpan yine çarpık ilişkilerdi. Bundan önce okuduğum kitabında da kadın ve erkek ilişkisi konusunda okuduklarımdan rahatsız olup uzun bir süre okumamaya karar vermiştim. Bu kitaptan sonra bunun beni neden rahatsız ettiğini daha iyi anladım. Okuduğum bu iki kitap boyunca tabiri caizse kadınlar (nasıl bir cinsel açlık çekiyorlarsa artık) erkeklerin üzerine atlıyorlar. Yani bunu yapıp gözümüze sokmaktaki amacını tam çözemesem de bir kadın olarak bu düşünce beni Murakami'den soğutmaya yetti. Bir diğer mesele de ensest-tecavüz benzeri ilişkilerin olağan şeylermiş gibi bize okutulması.
--Spoiler--
Kafka'nın ailesinden olması muhtemel olan veya kitap boyunca öyle hissettirilen annesi olarak gördüğü, yaşça kendinden büyük olan Saeki Hanım ile olan birlikteliği ve daha sonra yine ablası gibi gördüğü Sakura'ya tecavüzü.
--Spoiler Son--
Şimdi kısaca bir bakalım.
-Kitap akıcı mı?
-Evet, kendini bir şekilde okutuyor.
-Ahlaki boyutu insanı bezdirecek derecede mi?
-Kesinlikle evet. Bende mide bulantısı etkisi yarattı.
-Tekniği geçtim, kurgu nasıldı?
-Ya ben bu işten hiçbir halt anlamadım.
-Giriş taşı neydi arkadaşım?
-Hala bilmiyorum.
Elimden geldiğince size anlatmaya ve kendimce eleştirmeye çalıştım. Tüm bunların doğrultusunda kitap okumaya değer mi derseniz, yanıtım okunabilir tabi. Okumazsanız bir şey kaybeder misiniz derseniz de kesinlikle hayır. Buraya kadar okuduğunuz için teşekkür ederim. Yorumlarda buluşmak dileğiyle,
İyi okumalar.
Bu incelemeyi 1000kitap.com üzerinden okumak isterseniz
Çektiğim fotoğraflara da göz atmak isterseniz buradan
Murakami hiç okumadığım bir yazar. Okumak için hep farklı önceliklerim oluyor ve popüler yazarlara biraz mesafeli duruyorum. Bir taraftan da oku diye ısrar edenlerin geçerli argümanı olmaması beni düşündürüyor tabi:) Sizin yorumunuzu okurken , işte aradığım yorum dedim. Bana pek de uygun değilmiş ve okumazsam ölmezmişim. Çok teşekkür ederim. Boşuna parlatmaya çalışmadığınız için ayrıca teşekkürler.
YanıtlaSil