Büyüdük. Her şey bozulmaya başladı. Bunu biz istemedik ama nedense bir yere çekildik, sürüklendik. Büyüdük. O duvarlarda top oynayamamaya başladık. Koştururduk, en çok da terlerdik. Ama terli terli su içmeyi iyi bilirdik. Sitede büyüdüysek, apartmanlar arasında koşturduk. Sokaklarda büyüdüysek, caddelerde koşturmayı bildik. Her neresi olursa olsun, iyi koşturduk. O zamanlar küçüktük. Minik aşklarımız oldu. Onlara kendimizi ispatlamaya çalıştık. Gol attık, döndük baktık, gülüyor mu diye. Yakar top oynadık, ona havadan top attık, canı hiç bir zaman bitmesin diye. Canına can katmaya çalıştık. Bazen fark ettiler, bazen etmediler. Biz elimizden geleni yaptık. Abilerimiz vardı hep, onlarla oynamaya çalıştık, maç yapabilmek için top aldık, sırf bizi de oynatsınlar diye. Çünkü onlar bizleri korudu. O kadar çok koşturuyorduk ki, yorulduğumuz zaman, gidip birinci kattaki teyzelerden su isteyebiliyorduk. Çünkü biz öyle büyüdük. Büyüdük. Korkarak büyüdük, top oynarken, caddelerde oynuyorduk. Topa sert vurduğumuz zaman etrafa iki-üç kere bakardık, topun nereye gittiğine değil, kaç tane araba gelebilir diye baktık. Ezilmekten her gün korktuk. Ama çok güzeldi, bize dikkatli olmayı öğretti. Eğer elindekine sert vurursan ve kontrol dışına çıkmasına izin verirsen, yakalayabilmen için çok uğraşman, yol gitmeyi ve ezilmekten korkmayı öğretti. Küçüktük. Bilemedik birçok şeyi, bilemediğimiz zaman büyüklerimize sorduk, mahalledeki ablamıza abimize sorduk, onlarda bilmiyorsa anne babalarımıza sorduk. Onlarda bilmiyorsa, asıl olay bize düşmüştü, açın kitapları, açın bacaklarınızı koşma zamanı çocuklar… Artık öyle şeyler yok. Ne birinci kattaki teyzelerden su isteyebiliyoruz, ne de sokaklarda top oynayabiliyoruz. Büyük siteler de yaptılar, etrafını çitlerle ördüler, kimse çıkmasın, kimse girmesin, girmesin diye bekçiler yerleştirdiler sitelerin başlarına. Onlardan sorulur oldu her şey. Ben sevmedim bu işi. Kimse sevmedi. Anne babalar sevdi belki ama inanın ki ilerde sevmeyecekler. Çocuklar kısıtlandı, evde eğitim gördüler. Ellerine verdiler telefonları, tabletleri, bir iki tuşa basarak öğrendiler. Ne kokladılar o tozlu kitap sayfalarını ne de raflara tırmandılar, boyunun yetemediği yerlerdeki kitapları okumak için. Kütüphane sessizliğinde oturamadılar, o sessizliğin içinde gerginleşemediler. Ama eminim çok arayacaklar, hem de çok. İlk aşklar kalmadı, her şey teknolojiyle ölçülüyor, paranın değerine bakıyor. Eskiden öyle değildi, sende bir varsa yarısını yanındakine verirdin. İlk aşkın varsa hele, hepsini ona verirdin, şimdiyse herkes birbirinden kaçırıyor. Kalmadı ilk aşklar. Şimdi insanlar zıplayan toplar gibiler, nereye çarparsa o tarafa gidiyor. Eğer küçükken, güzel arkadaşlıklar biriktirebildiyseniz, hala küçük kalmışsınız demektir ve bu en güzelidir. O duvarlarda artık top oynanmıyor, çünkü o duvarları yıktılar. Çünkü; büyüdük.
Artık Facebook üzerinden de takip edebilirsiniz: buyrun buradan
Yıl 1933. Aylardan Ekim. Türkiye’nin her yerinde
Cumhuriyetin 10. yılı kutlanıyor. Sivas’ta da büyük bir tören var. Her taraf
bayraklarla donatılmış. Marşlar söyleniyor, şiirler okunuyor..
Sivas’ın Sivrialan Köyünün Akçakışla nahiyesinden de aşıklar
gelmiş. Bağlamalarını çalıyorlar, yanık türküler yakıyorlar. Aralarında biri
var ki, o farklı. Sazı farklı, sözü farklı. Üstelik gözleri görmüyor.
Cumhuriyet’in 10.Yılı için yazdığı destanı okuyor..
“Gazi Paşa Hazireti bir kişi
Ne kadar cesaret tuttu bu işi
Sarmıştı vatanı düşman ateşi
Esirgedi bizi ziyanımızdan ”
Veysel Şatıroğlu’ydu bu destanı okuyan. Tanınan ismiyle Aşık
Veysel’di. Sazı, sözü çok beğenilmişti. Sivas Belediye Başkanı ve ilin önde
gelenleri o an karar verdi. Veysel Ankara’ya gitmeli, bu destanı mutlaka
Mustafa Kemal’e okumalıydı. Aylar süren bir çalışma yapıldı. Heyet kuruldu. Yol
için para toplandı.Ama Ankara uzun, ince bir yoldu.
Motorlu taşıt yoktu. Veysel, arkadaşı İbrahim Tutiş ile yola
koyuldu.
Ankara’nın yolları taştandı. Tabana kuvvet dediler.
Cumhuriyet ve Mustafa Kemal aşkına. Günlerce yürüdüler. Patikaları, dereleri
geçtiler. Dağları, tepeleri aştılar. Aylar sonra Ankara’ya varabildiler. Tarih
1 Nisan 1934 idi. Üstlerinde köylü kıyafetleri vardı. Altlarında potur.
Ayaklarında çarık. Toz toprak içindeydiler. Sorup soruşturdular. "Gazi Mustafa Kemal’in huzuruna nasıl
çıkabiliriz?"
Tam Kızılay’da vardılar ki, iki polis çıktı karşılarına.
"Nereye hemşerim?"
"Biz Sivas’tan geliyoruz, halk ozanıyız. Gazi’nin
huzuruna çıkacağız."
"Olmaz."
"Neden olmaz? Atatürk’e bir destan yaptık. Ona okumak
istiyoruz."
"Yasak hemşerim. Bu kıyafetle değil Gazi’nin huzuruna
çıkmak, Kızılay da bile dolaşamazsınız. Yasak."
"Üç aydır yollardayız. İzin verin de geçelim."
"Kesin emir var. Yasak dedim size. Köyünüze geri
dönün."
Polisin dediği dedik, astığı kestikti. Gerçekten de o
günlerde Ankara Kızılay’da böyle kıyafetlerle dolaşmak yasaktı. Yasağı Ankara
Valisi Nevzat Tandoğan koymuştu. Kızılay yabancı devlet adamlarının ve
turistlerin gezdiği bir bölgeydi. Üzerinde Türkiye Cumhuriyeti’ne yakışır
kıyafet olmayanlar giremezdi. Vali efendi "Hırpani kıyafetlileri sokmayın" demişti. Cumhuriyetin “Köylü Milletin Efendisidir” sloganı Ankara’da geçerli değildi.
Aşık Veysel ve arkadaşı üzerilerindeki köylü kıyafetleri nedeniyle Kızılay’a
sokulmamıştı.
Üzgün ve kırgındılar. Arkadaşı İbrahim Veysel’e “Bari bir
gazeteye gidelim, derdimizi anlatalım..Belki Gazi gazeteyi okur, bizi çağırtır”
dedi. Soluğu Hakimiyet-i Milliye gazetesinin matbaasında aldılar. Dertlerini
anlattılar. Veysel sazını çıkardı 10. Yıl Destanını okudu. Fotoğrafları
çekildi. Ertesi gün 2 Nisan 1934 tarihli Hakimiyet-i Milliye Gazetesi’nde çıkan
haber şöyleydi:
“Dün gazetemize Anadolu’nun saz şairlerinden biri geldi.
Sivrialan köyünden olan bu yanık yüzlü adamın iki gözü de görmüyordu. Bu saz
şairinin yeni yazdığı koşmalar, inkilabın halkın en görgüsüz tabakalarına kadar
nasıl işlemiş, anlaşılmış ve sevilmiş olduğuna en büyük delildir.”
Görgüsüz tabakadan Aşık Veysel Ankara’da uzun süre haber
bekledi. Günlerce ne arayan, ne soran oldu. Çünkü Hakimiyet-i Milliye
gazetesinde Veysel’in Atatürk ile görüşme isteğinden satır yoktu. Gazi’nin
haberi bile olmadı. Sonunda paraları bitti. Boynu bükük Sivas’a döndüler. Ama
ne cumhuriyete, ne de Mustafa Kemal’e inançlarını hiç yitirmediler.
Aradan yıllar geçti. 1938 yılının başlarıydı. Atatürk
Dolmabahçe’de İstanbul Radyosunu dinliyordu. Programda Aşık Veysel vardı. Çok
etkilendi. “Bu ozanı bana getirin” dedi. Emir subayları hemen radyoya gittiler.
İstanbul Radyosu Müdürü Mesut Cemil Bey’e Aşık Veysel’i sordular. Maalesef
Veysel binadan çıkmıştı ve gittiği yer bilinmiyordu. Ertesi gün Veysel tekrar
radyoya gitti. Radyo Müdürü Cemil Bey “Gazi seni görüp, dinlemek istedi ama
bulamadık..Al bu mektubu yarın Dolmabahçe’ye git, seni Mustafa Kemal ile
görüştürsünler” dedi. Veysel sabah erkenden arkadaşı İbrahim Tutiş ve mektupla
birlikte soluğu Dolmabahçe Sarayı’nda aldı. Bu kez üstlerinde pantalon, ceket
ve fötr şapka vardı.
Nöbetçi askere “Akşam Atatürk bizi aratmış, şimdi duyduk,
geldik” dedi. İçeri aldılar. Kendilerini Yaver Şükrü Bey karşıladı. Şükrü bey
mektubu açtı, okudu. “Gazi şu an çalışıyor, haber veremem..Siz adresinizi
bırakın, müsait olduğunda sizi aldırırız” dedi. Saraydan üzgün ama umutlu
döndüler. Yine günlerce haber beklediler. Ama yine ne arayan oldu, ne soran.
Çünkü Mustafa Kemal rahatsızlanmıştı. Bir süre sonra da hayata gözlerini yumdu.
Aşık Veysel yıllarca bu buluşmayı beklemişti. Nasip olmadı.
Anılarında bu olayı şöyle özetledi:
“Kulaklarımla Mustafa Kemal’in sesini işitmeyi candan arzu
ettim ama kısmet olmadı”
Atatürk'ün ölümü üzerine söylediği ağıtı şöyle bırakıyorum
buraya:
Âşık, ölüme giderken diyordu ki:
“Elden gelen bir şey yok; bu yola hepimiz uğrayacağız.
Mümkün olsaydı, Atatürk’ü kurtarırlardı.”
Atatürk ile tanışamamak hayatı boyunca en büyük yarası
olmuştu, Âşık Veysel'in.
Son olarak Âşık Veysel'in de dediği gibi;
AĞLAYALIM ATATÜRK'E
!!!
Artık Facebook üzerinden de takip edebilirsiniz: buyrun buradan
Hayatta bazen gerçekten yaşadığımızı bazen de yalnız hayatta olduğumuzu hissederiz. Acaba yaşamak nedir? Hayatta ne kadar yaşıyoruz ? Günlerimizin bazı saatleri canlı, bazıları ise cansız geçer. O halde canlı geçen saatleri canlı, cansız geçenleri ise cansız yapan nedir? Böyle bir soruya cevap vermekle gerçek hayatın ne demek olduğunu anlayabilir misiniz?
Bir iş, bir vazife başardığım zaman, mesela bir makale yazdığım, resim yaptığım veya dairede çalıştığım sırada yaşadığımı hissediyorum. Sanat bana hayat veriyor. İlgi çekici bir roman, duygu dolu şiirler, resimler, opera parçaları, güzel binalar ve bilhassa köprüler sanatkarlık duygularımı harekete geçiriyor. Dağları, denizi, yıldızları gördüğüm zaman, bir bitki gibi sadece hayatta olmadığımı anlıyor yaşadığımı hissediyorum. Aşık olmak, arkadaş sevmek, yaşamaktır. Biriyle bir münakaşa yaparken, hoşsohbet kimselerle konuşurken yaşadığımı hissediyorum. Tehlikede olduğum, mesela yüksek bir dağa tırmandığım zaman yaşama duyum sadece hayatta olmak duygusunu yeniyor. Acı duyduğum zaman gerçekten yaşıyorum. Açık havada gezdiğim, denizde yüzdüğüm, güzel yerlerde yürüdüğüm zaman yaşadığımı hissediyorum. Açken lezzetli bir yemek yemek, sıcak bir günde susayınca kaynaktan buz gibi bir su içmek, açık havada geçen yorucu bir günden sonra uyumak, rüya görmek ve içten gelen kahkahalar savurmak yaşamaktır. Buna karşı, sıkıcı işlerle uğraşırken, mesela hesap yaparken, ticari mektuplara cevap verirken, tıraş olurken, giyinirken, alışveriş yaparken sadece hayatta olduğumu hissediyorum. Sıkıcı kimselerle konuşmak, her gün aynı yolları, binaları, odaları, eşyaları görmek yaşamak değildir. Bir şeye kızdığım veya biriyle kavga ettiğim zaman yaşamaktan uzaklaştığımı hissediyorum. Yapmayı sevdiğim veya sevmediğim şeyler, yaşamakla sadece hayatta olmanın farkını açıkça gösteriyor. Bununla beraber insan, canlılığını ve neşesini koruyarak, sıkıcı bir çevrede de yaşadığını hissedebilir. Bunun gibi, insan tıraş olurken şarkı söyleyebilir, giyinmekten ve bulaşık yıkmaktan zevk alabilir. Bir haftanın kaç saatini gerçekten yaşadığınızı hesaplarsanız bunun sadece tüm haftanın sadece dörtte biri olduğunu görürsünüz. Bu zamanı zevk verici bir işle uğraşmak, pazar gezintilerine çıkmak, lezzetli bir yemek yemek, güzel bir kitap okumak, tiyatro ve sinemaya gitmek ve arkadaşlarla konuşmakla geçirin. Yaşama hislerimiz, çevremizdekilerin yaşam hisleri ile kuvvetlenir.