Yazılarım E-postana gelsin.

Yaz E-Postanı!

23 Nisan 2021 Cuma

Jurnal #17 : Bir Kaos

Özlem Ekici

  Merhaba, kasvetli bir günden iç karartan bir yazıyla geldim. Ortalığın dağınıklığı için kusura bakma, kırılıp dökülecek daha çok cam(n)ımız var.

 Uzun bir vakit geçti. Yazmaktan kaçtım, kendimden kaçtım.Öyle ki kaçmak yaptığım tek eylem, susmak ise ezbere bildiğim tek edim oldu. İçimdeki kaosu yazıyla dökerdim ki toplanma imkanı bulunsun, şimdi o kaosu oturup seyre duruyorum. Bir duvarı andıran hislerim ile yazıyorum, sözcükler birkaç neşe kırıntısına tutunmak istiyor ama şimdi dağlarımızın ardından bir yel esiyor.

 Birkaç gün önce, belki birkaçtan biraz fazla, bir deftere "Nereye gittiği belli olmayan onlarca yolun başındayım" yazmışım. Onlarca yolun başlarının ürkütücülüğünü belirterek altını çizmiştim. Onlarca yoldan birini seçemiyordum. Bu kararsızlığı ve duygusallığı zirvede yaşayan biri olarak mantıksal bir şeyler serpiştiremeyişlerimden dolayıdır. Mantığımı kullanmayı düşünmüyorum çünkü mantıksal şeyler bazı hayatsal faaliyetlere müdahale ettiğinden beri insanlar gözyaşlarını yok saymaya; duyguyu ve duygunun getirebileceği her şeyi umursamamaya başladı. Bir süredir buna kafamı yoruyordum. Mantıksallığa karşı büyük bir anarşi geliştiren beynim bütün bunları yaşarken mantığını kullanıyordu oysa! İçimdeki beni çoğu zaman anlamayan iktidara öfkeliydim, sen öfkelenmediniz mi Levla?

 Doğru ya, sen onu dinlemeyi bırakalı uzun zaman oldu. Uzun zamanın birinde kaldı susturduklarımız. Öfkem bu kadar olmadı,olmamalıydı Levla. Susturmayı düşünemedim. Aslında çoğu şeyin kararını sonraları düşünürüm. Aldığım kararlar yığılır, yığılan kararları düşünmeyişimden dolayı ben de yığılırım. Mantığımı kullanmadığım zamanlara nefretim ve mantığını kullanabilenlere. Bunu da az önce fark ettim, biri beni uyardı.

 Karanlıkta kalan bir şeyler var. Karanlıklara ışıklandırmak hiçbirimizin aklına gelmiyor. Kendi şehirlerimde boğuluyorum, kendi şehirlerimi onların aydınlatması isteyen ruhumu boğuyorum.

  Çıkarımlar yapamıyorum, çıkarımlar boğuk, çıkarımlar kesilmiyor, şiirlerim susmuyor. Yakıyor, yıkıyor. Aleve tutuyorum bedenimi, alevler ruhumu yıkıyor. Kendimi kendim hariç her yerde aradım, nerede kaybolduğumu bilmiyorum. Kendimde kaybolmuş olmaktan korkuyorum. Onlar hala göremiyor kaybolduğumu, öylece izliyor. Ben de öylece kahkaha atıyorum, içimdeki boşluğa doğru. İçimdeki boşluklar ruhumdan şikayetçi. Her gün ruhumu susturuyorum, her gün şarkıların seslerini biraz daha yükseltiyorum. Şarkılar ruhumu çevrelerken gerçekleri görmezden geliyorum. 

 Yazmadım, kızıyorum kendime ama bilmiyorum böyle içimde fırtınalar kopuyor ve ben yine sessizim. Suskunluk üzerime yapışmış, çıkmıyor. Dinledim defalarca, bilmiyorum kaçıncı kere ama bak yine dinliyorum. Eskimiş, bir kenara koyulmuş hislerimi şaha kaldırıyor bu ezgi. Yazmak, uzun bir zamandan sonra bu kadar kolay olmamıştı. Dolmuşum da yağacak yer arıyormuşum gibi. Bir hasret var içimde, anonim demiştik ya hani, bu kez kime olduğunu bilmediğim, neye olduğunu çözemediğim bir hasret taşıyorum. Ben yine çok konuşuyorum kendimle, hislerim soğuk bir duvarı andırıyor, ağlayamıyorum. 

 Bana aldığı çiçek, kokusunu getiriyor hatrıma, bana o söz verdiği mozaik pastayı hiç yapamamıştı. Bu şehir bana hiç yaramıyor, bize burası sadece yara. Acıları seviyorum, onları büyütüyorum. Deniz'in kokusu mu şu aldığım, sahi kaç yıl eskidi? Böyle yarım yamalak omuyor, hatırlama işte.

 Aylardır elime, okumak için, bir kitap almadığımdan sanırım, aynı lafların gevişini getirip duruyorum. Kendimin bir fotoğrafına dönüştüm. İçli içli kusuyorum. Böyle olması hoşuma gitmiyor. Yürüyemeyecek durumda mısın? Belki de sen öyle sanıyorsundur. Bunu biraz yürümeden ve biraz vazgeçmeden asla anlayamazsın Levla.

 Aylar sonra fotoğraf makinesini aldım elime, cadde cadde geziyorum. İnsanları seyrettikçe kendimden uzaklaşıyorum. Seneleri birkaç alın çizgisinde görüyorum, gözlerin altındaki torbalara doldurulmuş acılar ise ilk dikkat çeken. Doğaya kaçmak da çözüm değilmiş gibi hissediyorum, kaçmak artık bir çözüm değil Levla. 

 Geride bırakmak bana göre değil. Daha çok karla kaplı bir dağın tepesinden yuvarlanan ve gitgide büyümeye devam eden bir kar topu gibi, birikerek büyüyen ve bir yerlere çarpıp da parçalara ayrıldığında olabildiğince uzaklara dağılabilen... İşte bu bana göre. Kendimi, kendimden uzak tutmanın tek yolu bu. Üstelik kendimi tanıyamadığım zamanlar, kendimden emin olduğum zamanlardan çok daha fazla ve bu daha iyi. Böylelikle o zaman öylesine yaşıyormuş gibi dursam da, aslında birden fazla hayatım olmuş gibi düşünebiliyorum. Birden fazla hayatım olmuş ve bunları biriktirmişim. Aklımda tutmaya gerek duymadan biriktirmişim ve hepsini, bilincimin derinliklerinde bir odaya kilitleyerek savrulmaya devam etmişim. Ne güzel! Oysa inkâr etmek istiyordum. Karşı karşıya gelmek, hayret etmek, tiksinerek bakmak, sevgi duymak istiyordum. Tüm anılarımın karşısında üstü başı yırtılmış, saçları dağılmış, yüzü kir tutmuş, bilekleri pasla karışık kan izleriyle doluymuş gibi durmak ve söylenmek tüm anılarıma... Hiçbiri benim gibi durmayan anılarımla dövüşmek, sakladığım kimliğimi sonunda böyle açığa çıkartmak istiyordum. Onu o an sevip kabul edeceğimden değil, korkumu yenmek için. 

 Şimdi yeniden düşündüm de, geride bıraktığım bir şey var Levla. Kendimi ve aklımdakileri alıp başka yerlere sürüklenmeye başladığımda, geriye kalan...

 Bu kez giderken afilli cümleler kuramadım ama bu yazıya bir bitiş lazım. Biliyorsunuz, buralarda yine görüşeceğiz.

Bu yazı da bitti.

 

21 Mart 2021 Pazar

Gül - Cemal Süreya

Özlem Ekici

 

Gülün tam ortasında ağlıyorum
Her akşam sokak ortasında öldükçe
Önümü arkamı bilmiyorum
Azaldığını duyup duyup karanlıkta
Beni ayakta tutan gözlerinin

Ellerini alıyorum sabaha kadar seviyorum
Ellerin beyaz tekrar beyaz tekrar beyaz
Ellerinin bu kadar beyaz olmasından korkuyorum
İstasyonda tiren oluyor biraz
Ben bazan istasyonu bulamayan bir adamım

Gülü alıyorum yüzüme sürüyorum
Her nasılsa sokağa düşmüş
Kolumu kanadımı kırıyorum
Bir kan oluyor bir kıyamet bir çalgı
Ve zurnanın ucunda yepyeni bir çingene

 

Cemal Süreya 

 

12 Şubat 2021 Cuma

Kar Yangını - Edip Cansever

Özlem Ekici

Neden bu kadar kar, bu kadar yıl, bu kadar yağış?
Bu kadar uzaklardan nedir bu kadar gelen?
Bir uzun çan kulesi bembeyaz Samatya'da
Bir oğlan bir martıyla upuzun seviştiğinden
Yaslı bir kadın gibi gözleri kendine bakan,
Kendine baktıkça da çocukları olan hüzünden. 

*

Belki bir söz yığını, yıllar var konuşulmamış,
Çıkarlar kar yangını her biri duyduğu yerden,
Yüzleri, saçlarıyla, bir de gözbebekleri,
Asılırlar boşluğa çocuksu seslerinden,
Birtakım dünyalarla önce ve güzel
Kış güneşi, sarmaşık, kim ne anlıyor sanki ölümden? 

*

O yanık ikindiler, sonrasız loş gecelerden,
Üstlerinde bir sürü çocuk gözleri.
Tutuşurlar ne zaman karların ateşinden
Bir ölüm kadar şaştığımız onlar ve kendileri
Yani bu dünyanın en yılgın havarileri
Orada çan kulesi bembeyaz öldüğünden... 


Edip Cansever


29 Aralık 2020 Salı

Jurnal #16 : Yittiği Yere Kadar

Özlem Ekici
Görsel: Füruğ Ferruhzad

 Sayın okuyucu, dilersen bundan uzaklaşıp gidebilirsin bir sonraki yazıya; çünkü bu biraz Levla'dan Levla'ya mektup olacak, yanlış anlama özel değil meselemiz sadece iç bunaltıcı olmasının yanı sıra karmaşık bir zihin bulanıklığına tanık olacaksın. Kopuk yazmalarım meşhurdur ama burası biraz kaosu andırıyor, yine de sen bilirsin tabi. Okuyacaksan arada durup başa alabilirsin veya baktın sarmıyor kapat geç yahu ben bile okumuyorum çoğunu. 

 Uzak kaldık blogumuzdan, kağıttan, kalemden ama en çok da kendimizden Levla. Eski kadar yazıya sarılmıyoruz sanırım, belki de sadece unutmamak için yazıyoruz bunları? Jurnaller günlüğüme düştüğüm notların dışında kendime yazdığım mektuplar olmaya başlıyor artık. Sayısını yine unuttum ama birkaç kere tekrarladığımdan eminim bu durumu, on altıncı jurnali yazıp yazıp sildim. Eskisi kadar kaçmıyoruz diyordum acılardan, gerçeklerden ama öyle değilmiş, avutuyormuşuz kendimizi Levla. Burası not defterinden ziyade kendimizi resmettiğimiz bir alandı ya hani, o resme bakmak artık bizi yoruyor sanırım. İnsan ezbere bildiği çirkin bir yüzün ayrıntılarına dönüp durup bakmaktan da usanıyor ya neticede, hak vermek lazım. Yaşlandığımızı veya büyüdüğümüzü -ne dersek diyelim işte adına, bana göre de içimin geçmesi mesela ama bunu dile getirmemek lazım- nasıl anlarıza kafa yoruyoruz birkaç gündür, durduk yere o raftan düşüp zihnimizi bulandırmadı bu düşünce biliyorsun, bir süredir dördüncü kere aynı kitabı okuyorsun. Her seferinde o sayfada durup dalıyorsun. Dur şimdi, onu hatırlatmak lazım mı bilemedim zaten ezberinde değil miydi o senin? Unutmuşumdur, bir daha üzerinden geçelim.

"Ne dersek diyelim, ne iddia edersek edelim, dünya gerçekten çekip gitmeden çok öncesinde terk ediyor bizleri.

 Daha önce en çok meraklısı olduğumuz şeylerden, günün birinde artık gitgide daha az söz eder oluveririz, ille de konuşmak gerektiğinde de zorlanırız. Hep kendi sesimizi duymaktan gına gelmiştir... Kısa keseriz... Vazgeçeriz... Otuz yıldır konuşup duruyoruzdur zaten... Haklı çıkmayı bile umursamamaya başlarız. Zevkler arasında kendimize ayırdığımız o küçük yeri bile koruma arzusunu yitiririz... Kendimizden iğreniriz... Azıcık karnını doyurmak, birazcık ısınmak ve hiçbir yere varmayan yolda giderken mümkün olduğu kadar çok uyuyabilmek artık yetiyor da artıyordur bile. Yeniden bir şeylere ilgi duymak için başkalarının önünde takınacak yeni surat ifadeleri bulmak gerek... Ancak artık repertuarımızı değiştirecek gücümüz kalmamıştır. Eveleyip geveleriz. Onların, yani dostların arasında kalabilmek için bin türlü numara ve bahane ararız, ancak ölüm de artık buradadır, leş kokulu, yanı başımızda, artık daima orada kalacaktır, bir el pişpirik kadar bile gizemi kalmamış olacaktır. Gözümüzde bir anlam ifade etmeye devam eden tek şey olarak ufak tefek üzüntülerimiz kalmıştır, sözgelimi o küçük şarkısı bir Şubat akşamı ebediyen susan Bois-Colombes’daki ihtiyar amcamızı henüz sağken ziyaret etmeye bir türlü zaman ayıramamış olmanın üzüntüsü. Yaşamdan geriye sakladığımız bir bu kalmıştır. Yani bu ufacık korkunç pişmanlık, gerisini ise, az çok yolda kusmuşuzdur, epey çabalayarak ve zorlanarak da olsa. Artık kimsenin geçmediği bir sokağın köşesindeki eski püskü bir anı fenerine dönüşmüşüzdür."

(Gecenin Sonuna Yolculuk, Louis Ferdinand Céline, Yapı Kredi Yayınları, 22.Baskı, s.468.) 

 Terk mi ediliyoruz, yoksa kasıtlı olarak biz mi bırakıyoruz kısmı daha ilk cümleden beynimi ağrıtmaya başlamıştı hatırlıyor musun? Genellemeyi geçip kendimize baktığımızda da bir hayli karışmıştı ortalık, duvarın cevap verdiği gündü sanırım. Bir şeyler oldu ama neyse onu geçelim, sonra düşünürüz bunları. Yaşlanmak mı yoksa büyümek mi yoksa olgunlaşmak mı yahu bunu geçtim, içim geçti diyoruz derken birden durdum.

 Hayatı bazen çok kolay bir şekilde biz bırakıp gidiyoruz Levla, çok canımız yanıyormuş diyerek acımıza kol kanat gerip içimize gömüldükçe geçen dakikaların boşluğuna mı yoksa yaşanacak ama yaşanılamayan anların sayısına mı borçlu kaldık? Oysa ölüm diye bir uçurumun kıyısında oyalanıyorduk, unuttun mu? Hatırlamak değerli, unutmak yorucu, bir o taraftayız bir bu tarafta; oyalanmalıyız, bir noktada durup izleyerek dengede duramayız o kıyıda, sahi denge diye bir şey yoktu sende, bu kısım imkansız o zaman. Bir kısım uğraşlara başlayıp devam ettirememek de değil hani kast ettiğimiz; devamlı olabilmek önemli, asıl bunu başarmalıyız. Sekteye uğrayabilir ama durup tekrar başına geçmeyi bilmeliyiz. Artık repertuarımızı değiştirmeliyiz dediğimiz anda o gücü bulmak lazım ya hani, biliyorsun işte ne dediğimi -kaçmak çözüm değil demiştik- yap gitsin. Daha da yaşlanmadan geçip bir şeyler yapmalıyız demek lazım sanırım, yoksa kimse inanmıyor olan bitene, duvarlar bile üstün körü bir inkara girişiyor. Sonra o eski püskü fenerin birkaç yüzü aydınlatması ümidine bağlı kalamayız, biliyorsun. 

 Bir mektup yazdık, oradan başladı her şey aslında; bloga resmetmekten korktuğumuz o yüzü tekrar görmeye böyle geldik. Susmak yerine konuşmayı seçtiğim ilk zamandı bu, iyi bir başlangıç sayılmazdı lakin yine bir başlangıç fena olmadı yahu kaç senedir susuyoruz. Bazı şeyler konuşulmalı dedikçe sustuğumuz o kutuyu kapamanın ne anlamı vardı, onlar senin birer parçan diyene korku dolu gözlerle bakacak kadar neyin vardı ah Levla?

 Kutu fazla aralanmadı ama en azından içinde artık ne olduğundan eminiz; bir denizim vardı, sonra bir arzum, bir de bir miniğim. Ruh denen o sisin içinde kayboldukça ovaladığım penceremden etrafı göremiyorum. O parka bakamıyorum, o çocuk gülüşleri doldurmuyor kulaklarımı, gidenlere ağıtlar yakıyor arkada birileri -bu sesi durdurmalarını söyledim defalarca ama olmuyor. Bir sızının parçaları batıyor ayak uçlarında gezinen o kıza, bak yine çipil çipil gözleri ama işte bu kadar görünüyor o bulanıklıkta, kollarını sallaman sisi dağıtmaya yetmiyor, bazen kanatlarının olmasını çok istiyorsun.

 Bak yine takıldık boya kutusuna, yine boyanmadı değil mi o duvarlar, yaşamdan geriye ne sakladın dediklerinde göstereceğiz bunları diye mi boş olmasına rağmen ısrarla orada tutman? Geride ahuzar olanlar bıraksak da bir şekilde unutmaya meyil ettik hep, yittiği yere kadar eski bir hikaye tutturduk. Ben ölmeyi beceremem Levla ama her hayalimi parmaklarımın arasına gömmeyi bildim. Boynundaki o kesiklerin sebebi belki de bunlardır, her zaman dikkatsiz biri oldun. İzdüşümü birkaç adım attık önce, bazen kıyının da kıyısında olmak yaşıyorum hissi verir ümidiyle, o rüzgarın saçlarına değmesini izledim. Savrulanlar saç telleri yerine birkaç zincirmiş, gün ağarınca parıltısı cezbetse de artık hoşumuza gitmiyor. 

 İstediğimiz o kentin sokaklarında birkaç ses duyma arzusu belki de bizimkisi, yine yaşıyor değil de sıkışmış kalmış hissi duyuyoruz ya hani işte o sivri köşelerden uzak durmak lazım Levla.

   Her şeyin bir zamanı var. Gecikmişliklerimizden asılı kalacağız hayata. Şimdi bir süreliğine yine gideceğim, ama biliyorsunuz buralarda hep görüşüyoruz.

Yazı bitti, bu kadar.  



22 Ekim 2020 Perşembe

Jurnal #15 : Havada Bir Eksiklik Var

Özlem Ekici

   Kendime dönmek zorunda olduğum birtakım yollardan geri yürüdüm. Daha sağlam durabilmek, dayanabilmek için bir sonraki adımımdan önce kırk kez düşünmeye başladım. Nereye olduğu önemsiz, çıkıp gitmek istedim şu kapıdan. Benim biraz kendime gelmem lazım Levla. İyi de zamanla kendine gelirdin zaten, bak öyle diyorlar, zamanla toplarsın, zamanla geçer, alışırsın. Ah be Levla, o kadar basit mi ki bu kendine gelmek dediğimiz olay? Ben kendimi bile bilmiyorken nasıl geleyim, sahi ben kimim, biz kimiz, Levla sen kimsin, kimsin sen? Bunu geçenlerde de sormuştum, değil mi, neden dönüp dolaşıp buraya geliyoruz biz senle? 

   Ben herkesin hayatının belli bir kısmında olan o insanım. Sesi çıkmıyor diye anlaşılmayan kırgınlıklarımdan, üzerime diktiğim roller ve maskelerle bir tutup beni yargılayanların hayatlarında uğradıkları bir duraktım; öylesine bir güzergahtım, kimsenin inmediği. O camların ardından baktılar bana, beni anladıklarını düşündüler, sorun var demedim diye her şey yolunda sandılar, anlatmadığım sürece anlaşılmadım, anlattığımda da anlamadılar, anlaşılamadık Levla. Sonra inceldiği yerden koparmayı öğrendik, sustuk bekledik, onlar anlattı, sustuk, onlar bağırdı, sustuk, dertleştiler seninle, sustuk, her şeye eyvallah diyerek kafa salladık. Görmezden geldiler, sustuk, kırıklarla yaşanır dediler Levla, bizim kesiklerimiz var diyemedik, bunlarla yaşanmıyor diyemedik. Şakaya vurduk hep acıları, güldük en güzel gülüşlerimizle, sonra öyle bir ağladık ki herkesi kaçırdık kendimizden. Keşke her şey durulsa Levla, bir süre de onlar sussa, bir sessizlik olsa şimdi buralarda. Çok isterdim bunu. 

   Kendimi tanıyamıyorum Levla, seni tanıyamıyorum, bizi tanıyamıyorum. Çok kısa zamanda ne kadar çok değiştim. Ne kadar çok fark ettim, ne kadar çok kabul ettim, ne kadar çabuk kabullendim. Ne kadar çok sildim, ne kadar çok vazgeçtim, ne kadar çok sevdim. Bazı yerlerde iki kere daha çok oluyormuş, Levla. Bunu çok iyi anladık, değil mi? İyi değiliz, kötü de değiliz. Sadece doluyuz, ama hani yağamıyoruz gibi. Böyle havada bir hinlik var da bizler onu görmemişiz, kendimizden bilmişiz gibi. Bir eksik var da biz o eksiği tamamlamak yerine bir de biz eksiltmişiz kendimizi. Anlayamıyoruz bunu ama biliyorsun. O arada kalmışlık hissi omuzlarımıza yük olmuş yine. Hiçlik var, nedensizlik ve nereye gittiğimizi yine bilmiyoruz Levla. Bir karmaşa var, çevremizde, tam ortasındasın, yeter, susma, bir karmaşa bu, bitsin Levla, böyle ne seviniyoruz ne üzülüyoruz ne de seviliyoruz. İyi değiliz Levla ama kötü de değiliz, tam ortasındayız. 

   İçimdeki her şey ölüyor Levla, hatta düş kurabileceğine inanan o ben bile nefes almayı bıraktı. Ne yaparsam yapayım, gönlümün kaydığı bütün o dinginlikler ben onlara yaklaştığım kadar benden kaçıyorlar. Canım çok şey anlatmak istiyor ama yorgunum. Heveslerim yorgun, zamanla geçeceğine olan inancım da yorgun. Mecalimiz kalmadı, çok yorgunum. Şu köşede azıcık dinlensek, bize kim nasıl geliyorsa biz de öyle gitsek ya artık. Olmasında bir hayır vardır diye diye olmadı hiçbir şey, olduramadık. Her gün yıkılıp yeniden toparlanıyorum Levla. Bizden başka kimsenin haberi olmuyor. Her seferinde kendimi bu noktada bulmaktan çok sıkıldım. Çıkıp şu kapıdan saatlerce dolaşmak istiyorum ama ben benimle gelmesin. Susmak bilmiyor bunlar, sessiz bir gürültüyle dolaşıyorum sürekli. Biraz şu bankta dinlenelim mi seninle, bak çocuklar ne mutlu. 

   Bazı vedalarımız oldu, bazı yaşanmışlıklardan geçtin Levla, ruhunun ağırlığını gönlün taşıyamadı. Gönlünün karasından ruhuna da çalındı ama göğün yine aynı kaldı. Bazen o derin kıyılardan baktın uzun uzun; kendine, kendin gördüklerine. Geceleri uyanıp yeter diye bağırdın onlara, sonra dönüp tekrar kollarına koştun. Hayattan kaçıp uykuya sığındın, kabuslarından kaçıp gecenin karasından çaldın yüreğine. Gecenin boya kovasını çalmışsın bak yine diye azarladın o miniği, gönlünü alayım diye ilk sen fırçanı batırıp boyadın göğünü. Göğsüm sızlıyor Levla, tam şuramda bir sızı var, biliyorsun. O sızı seni uyandırıyor, o sızı beni ağlatıyor, o sızı bizim kollarımızı kırıyor, tutamıyoruz sonra hayatın yakasını. Silkelesek şöyle bir, belki düzelecek hepsi, biraz da biz sevineceğiz. Mavi boya da isterdik belki, kırık kollarla yaşamak zor Levla. 

   Kendimi yaşıyor gibi değil de sıkışmış gibi hissediyorum. Bu eve, bu yolda, bu hayatta... Ruhum ağır geliyor gönlüme, omuzlarımdan tutup silkelesene beni. Levla bir çare bulacak mı zaman bize? Ruhumun, yüreğimi parçalayan sivri köşeleri var. Kesiklerimizden kan yerine akan irin mi? Sus!

   Her şeyin bir zamanı var, hatırlayacağız. Gecikmişliklerimizden asılı kalacağız hayata. Şimdi bir süreliğine sessizlik. Yazı bitti.  



14 Ekim 2020 Çarşamba

Jurnal #14 : Vakit Sandığından da Geç

Özlem Ekici

   "Bakalım bu sabah hangi felakete uyandık!" diyerek kalktığım günlerdeyim. Her günün bir başka güne aman vermeden istikrarlı bir şekilde daha kötü geçmesine ise artık şaşırmıyorum. Bizi gittikçe daha kötüsüne alıştırıyorlar Albayım, bu böyle daha ne kadar gidecek, ben dayanamıyorum! Bu aralar fazla maruz kaldım Tehlikeli Oyunlar'a ve Tutunamayanlar'a. Son kez tekrar okuyayım diyerek sürekli sayfalarının arasında kayboluyorum. "Son kez" şu sıralar en fazla kullandığım söz bu sanırım. Gitmek ne zaman olur bilemiyorum Levla, bugün daha bir hışımla uyandık ya uykudan, belki de vaktin değerini anlıyoruzdur. 

   Bazen zamanın ne kadar hızlı geçip gittiğine şaşkın şaşkın bakan bir ben hatırlıyorum, saate baktığında "Vay be ne çok çabuk akşam olmuş!" dediğim sayısız akşam. Okuyacak çok kitabım, çalışacak çok dersim, araştırmak istediğim birçok konu, yaşamak istediğim birçok gün veya birkaç gün... Bazen sadece düşünerek geçirmek istediğim günlerim, birileriyle oturup sohbet etmek istediğim akşam üzerilerim, gece uykusuzluğuma katık olacak çeşitli müziklerim var. Peki ya zamanım?

   "Uzun zamanlar oldu" dedim daha birkaç gün önce, bir dostuma. Görmeyeli, konuşmayalı çok uzun zaman oldu Levla. Bazı şeyler kaldı içimizde, bazı şeylerin üzerini biz örttük, bazılarını da yanlış muhataplarının üzerine yürüttük. Vakit geçti, biz de durmadık geçtik yanlarından. Sayfaların arasında papatyalar kuruttuk, o papatyalardan şiirler kurduk, o şiirleri içlerimize doldurduk ama geçti hepsi. Biz yine sustuk, içimize konuştuk, içimizde konuştuk. Levla, duydun mu ki beni? 

   Şarkılara resimler çiziyorum, bir dağ, bir kız belki bazen bir çift göz. Her çizdiğim çizgide kağıda bir kesik atıyordum ya hani, o beyazlığı karanlığa gömüyordum. Aslında çizmeyi neden sevdiğimi hatırladım böyle böyle, beyaz kağıtları içimin simsiyah göğüne buladığım her çizgimle maviliğimin kıyısından tutuyormuşum ben. Vakit sandığımdan geç ama birazcık o maviliği görsem içime huzur doluyor, bilirsin huzur önemli. Her günümü bir sonrakine tan vaktinden bağladığım gibi her günlüğü bir sonraki günlüğe tam ortasından iliştiriyorum. Yine aynı camdan bakıp geçip giden saatime ağız dolusu küfürler ediyorum. 

   Söyleyemediklerim, sustuklarım, yanından geçip gittiklerim hep içimde ince bir sızı. Zamanında yapacaktım, vaktinde bağıracaktım diye diye geçirdiğim dakikalarımın üzerinden tekrar tekrar geçiyorum şimdi, sona yaklaştıkça artan bir acele ve pişmanlıkla. Hüzün hep var bak, tam ortasında hem de. Bu kaçıncı Levla bilmiyorum ama zaman çok çabuk geçiyor! Zamanla geçer dediğim şeyler hep bir hışımla alıp götürüyor bizden ömrümüzü. Sonra bir düşünüyorum Levla; bir okyanus var herkesin içinde, kimisi oturup izliyor onu, kimisi içine dalıp çıkıyor da yüzmeye başlıyor, kimi de arkasına bile bakmadan kaçıp gidiyor ondan uzağa. Biz hangisiydik, hangisi sendin, hangisi ben? Biz kimdik? Hakikaten Levla sen kimsin? 

   Yazmak eskisi kadar kolay değil demiştim ya hani, sanki konuşması çok kolaymış gibi. Kolay değil diyen ben, kalkıp günlüğümün sayfalarını tükettim Levla. Sayfalar dolusu yazmışım. Her sayfada tekrarlanan cümleler var mesela, başta da zaman geçer, zaman geçer, alışırım, alışırım, alıştık, alıştık, zaman geçti, geçti, geçti. Artık affedemiyorum kendimi demişim bak tam o gün, yine tekrarsız bir ağır cümle savurmuşum kendime. Sayfaya bile ağır gelmiş olacak ki köşesinden su almış, hafif de sararmış. Aylar, yıllar önce söylediğim ama hala aklıma geldikçe kalbimi sızlatan, gözlerimi dolduran, duygularımı alt üst eden cümleler karalamışım. Sessizliğim çok konuşmuş Levla, ama duyuramamış kendini. Suskunluğum, ne de çok bağırmış o gün. Bir kahve koyalım, dur bekle, iyi gelir bize. 

   Yaşamak çok nadir rastladığımız bir şey olmuş, düşünsene, bazı günler sadece orada o anda var olduğun, nefes aldığın için geçip gitmiş. Öylesine geçip gitmesine izin vermişsin o dakikaların. İşte şuramda bir sızı var, tam yerini bulamıyorum ama var işte. Ağır laflar etmek yerine gülüp geçsene be Levla, yeterince sızımız vardı zaten. Saçların geliyor eline, dokunmaya korkar oldun, stres mi hep bunlar, hüzün demiyor kimse, şişt fazla sesin çıkmasın, susmak bizim en büyük çılgınlığımız unutma. Bitirelim bunu, çoğunda gözümüz yok zamanın. 

Görüştük buralarda, yine görüşeceğiz. 

Yazı bugünlük bitsin. 



8 Ekim 2020 Perşembe

Jurnal #13 : Güzel Yerinden Kırılmak

Özlem Ekici

   Bazı şeylere eskisi kadar sesim çıkmıyor yani eskiden sesimin gür bir şekilde çıktığı şeylere susup kalıyorum, ya da sessiz kalmayıp bağıra çağıra gittiğim meselelerde de artık ağzımı açmıyorum. En çok sesim kendime çıkıyor hatta, bugün yine ayna karşısında bağırdım, kızdım kendime, sonra durup iki üç ağzı bozuk laf ettim. Biraz rahatlar gibi olunca oturup bakıştım aynadakiyle, gittikçe hüzün çöküyordu gözlerine ama yapma demedim. Yağmur yağıyor yine, oysa severdik biz yağmuru, ıslanmayı, ıslak koşmayı, yürümeyi, ne oldu demedim ama bak yine, olması gerekenler olmadı da olmaması gereken ne varsa oldu işte yine. Bir türkü var kulağımda, anonim, ama aklıma türlü meseleleri, cürümlerimi getiriveren cinsten. 

   Geçenlerde bir resim çizmiştim, o yarın başında sanki ben vardım da uzaktan kendime bakıyordum. Ne yapıyorsun, nereye bakıyorsun böyle demek geldi geldi gitti dilimin ucundan. Bazen dönmüyor cümleler geri, öylece çıkıp karışıyor havaya, ama işte onlar da gidiyor zamanla birlikte. Geçiyor her şey, geçmese de alışılıyor değil mi? Denizi özledim ben, diye çığlıklarım oluyor bazı geceler. Sonra susuyoruz öylece, birkaç uyku sersemi nidası nasıl olsa değil mi? Tutunmak çok zor, tutunamıyoruz albayım diye bağıralım mı, ben artık susmaktan sıkıldım, sesim çıksa ya birazcık, çok değil, biraz sadece. Güzel yerinden kırılanların sesi çok çıkmazmış aslında, değil mi Levla?

   Göynüm de göğüm de hep aynı renk artık, hatta ikisi de artık bana çok ağır geliyor, başımı kaldırıp bakamıyorum. Göründüğü kadar büyük değil benim cüssem, bilirsin içim hep biraz daha kırılgan. Bak yine öylece dönmeden gidiyor kelimeler, tıpkı ben gibi. Sanırım o yarın başında bakmıyorum da haykırıyorum ben, sustuklarım yankılanıp dalgaların arasında kaybolsun diye. Diğer türlü çok ağır bunlar, bak taşıyamıyorum, bıraksam ya şunları bu köşeye, sonra hızlı hızlı yürürüm, yetişirim belki hayata. Bir ben vardı işte derim, şu köşede, bıraktı göynündekileri. Göğüne bakmak ağır geliyormuş artık, hızlı hızlı gitti geçti buradan. Olmaz mı? 

   Siyah değil, kara o, kapkara, simsiyah. Eskisi gibi değil mavim, artık mavi denir mi onu da bilmiyorum ya neyse. Şiirler okuyorum, ama o şairi değil artık, o duraktan gideli çok oldu sanırım. Belki de o durak da gitti oradan, kalmadı yerinde hiçbir şey, o da gitmiştir belki. Kendimin ağacı olmayı öğrenmeliyim diye dolanıyorum ortalıkta, nereden başlanacağını bilmeden, öylece ortasından tutunuyorum, ben bazen böyle fikirlere tuttuğum yerden kapılırım bilirsin. Her şey geçer, değil mi?

   Güneş doğsun diye bir gün daha, kalkıyorum yataktan, yastığımdan ayrılmak eskisinden zor geliyor artık. Uyku aradığım ve özlediğim bir şey oldu, uyusam saatlerce. Günlerce, aylarca, yıllarca... Uyanacağım ihtimali korkusundan uyuyamıyorum bazı günler. Güzel şeylerin hep bir sonu vardır diye bir ses yankılanıyor sonra, duvarım da sonunda benimle konuşuyor galiba. Üzerine resimler astığım halde bir türlü sevemediğim, resimleri de sürekli söküp atıyorum ya canını acıtmak istercesine, herhalde kızgın bana, canımı yakacak laflar dışında pek konuşkan olmuyor. Ben de hep daha bir hışımla söküyorum resimleri üzerinden, boyalarını kazıyorum rüyalarımda. 

   Biraz canım sıkkın bugün, yağmur yağıyor. O rüzgarla gelen koku da kesmiyor beni şimdi, üşüteceğimi bile bile dikiliyorum o camda. Çocuk parkına bakıyorum yine, salıncaklar usulca salınıyor, boşlar, çocuk seslerinden bihaberler, damlaların ağırlığı belki bir nebze kesiyor onları. Toprak yağmura karışıyor ya şimdi, özlemişler midir ki birbirlerini? O hasreti onlar da mı duyumsuyorlar, bak ne güzel bir ezgi tutturmuşlar, o hafif şıpırtılar, koşmalıyım altında, belki bir gün. 

Görüştük hep buralarda, yine görüşeceğiz.

Bu kadar, yazı bitti.


Özlem Ekici, Personal Blogger Templates | Blog aa

Levla'nın Not Defteri - Kişisel Blog | Bütün Hakları Saklıdır | Copyright © | 2016 - 2023