Herhangi? Herhangiye saplandım kaldım. Bir ölünün aortunu bulamayışla mı oldu bu olagelen hal ya
da bir kar artığı kire bulanmış sakal izlerinin dip bucak köşesizliğinde miydi
arayışımın anlamsızlığı?
Karartılı hüzünsen
yağmurları böyle sevimsiz yüz çarpışlarla sevdiğimi kimseden duymadım. Hatta herhangi
’den dahi. Ve “dahi” en uzak sarı dişli roman sayfasında dahi tanımadığımdı.
Bir bilgisizlik
hükmüyle kahvecinin tabiriyle ancak ve ancak “öğrenci”. Öğretemediği ve
örtemediği hatta öğrenemediği bir yeşil yaprak damarının çiğ bulaşmış jilet
iziyle. Çünkü bir çakmak kadar kördü karanlığımız ve ölü fahişelere yalnızlığı
anlatamamaya kadar yürüyordu kahkahalarımız.
Oysa zaman zaman göz
içlerimizin ortasına kan oturuyordu ve talasemi ölümler düşlüyorduk çok dumanlı
susuş içlerinde. Yal- ‘dan yan- ‘a geçiş arzularını biriktirmeliydik diye diye
“-gibi” ölümsüzlükleri örnek alamıyorduk. Oysa ne çok güzel geliyor ecnebi
harflerle yontulmuş masalarda adını adını, sanını ve göğünü bilmediğin kahveler
içmek. Çünkü ecnebi harflerle yontulmuş garsonlarla göz göze bir demli çay
istemek pek bir ayıp kaçardı. Belki soğuk kuruyemişçi dükkanında bu istek çokça
âli olabilirdi, hatta devleti kurtarırken dahi ama öyle olur olmaz ortalıkta
bir soba kokusunu özlemek ve demli çay söylemek pek bir ayıp kaçardı
sevgililiğe. Sevgililik ki, bir, ‘birlik’ elde etme çabasından ziyade –işmek
ekinin yerine getirilme serüveninin mecburi istikametidir ve ikametgâh
adresinin her kemirilen ruj izi sonrası değişimidir bir başka siyah taksiyle.
Ki heybetli olmaktan ziyade bir şairsizlik yağmurunun yüzüne dokunmasıdır
taksinin aralanmış camından ve bilhassa gece yarısı sonrası, bu evvel
gidişememe sancısının ve didişme bitkinliğinin.
Herhanginin sonrasını
düşünmek olmuyor. Seyr ü sefer diyor çokları bu Neptün bulanıklığına, büsbütün
kandırmaca geliyor göz ardı boşlukları. Bir ülser gecesine yal- ‘ı “yalnızlık”
ile tamamlayarak yollanmak kâfi gibi geliyor çok zaman. Çünkü kefalet ödemek
bir bana müşkül gelmiyor bir de saçım ve sakalım rulo olmuşken kül
birikintisiyle, kül birikintisine. Yadsımaktan ziyade yatmayı yeğliyorum bir kâbusun
dehşet hazzına koşar ayak sürüklenerek. Çünkü zaten dizaynlarımda iz
suskunlukları haylice fazla ve hatta acıyacak bile demiyorum.
Ama fecri görmeden,
kirpik uçsuzluğumla emzirdiğim karanlık, tükenmeden hemen önce, yal- ‘ı
“yalgısızlık” ile tamamlamak daha bir damar dolusu kan hükmünde (yalgısızlık ki
yalnızlığa sürülmüş yaşlı forsaların kırbaç yazgılarına hapsolmuş
handikaptır)
-Bir dakika! Dur
şimdi burada. Sobayı tutuşturmamız lazım. Bak camlar buğu yapmaya başladı.
-Boş versene
sobayı. Bak ne dedi adamın teki, “gülleri ne kadar yakından sularsan o kadar
dikensiz olurmuş”
-Söylesene nerede
ne zaman bir gül suladın da bu pek eskimiş pek bayağı romantizmi –ki sığ bir
kayalığa vurmuştur bu saçmasalaklık- durup durup gevelersin! Ateşi ver soba
sönmüş!
-Ne bekliyorsun ki
geviş getiren hayvanların etine ağız suyu dökerken...
-Bi’ b.k beklemiyorum ısınmaya çalışıyorum sadece!
Şurada şu ölü çay dolusu susamaz mısın?
-Tamam. Susuyorum.
Al ateşi. Yalnız bu siyasi mecmuayla tutuştur bari sobayı.
Susmak,
bir ölüye boylu boyunca biçilmiş en incisiz kaftan. Boyundan büyük gelmesine
aldırış eden olmamalı. Ancak ahkam kesilir böyle susuşla bürünenlere. “Ölmek
değildir ömrünün en feci işi/müşkül odur ki/ölmeden evvel ölür kişi”
deyimlemeleri ancak bir baygın kavuna yaraşır. Çünkü susmayı yeğlememiştir
kanlı canlı eni konu tamamlanmış bir şiir. Ki bu noktada “yazgısına boyun
eğmek” en hovarda tabirdir. Ama yine de susuyorum. Öyle içli içli ete
sulanırken gözlerin.
Hayır! Ağır
geliyor! Susamıyorum. Gittikçe sarmalanıyor içimde rutubetli bir kapıya, bu
divan şairsizliklerinin bir rahat ve çok yanı şaraba bulanmış “hilal kaşlı”
sevgililer uğruna oturdukları divanın en yağlı kısmından hazır ettikleri “ışk”
-Bari bir şeker ver
de kanayım, kandırayım, hatta bulut pembesi çokça pamuğa yalıtılmış, bir
şekerimsi olursa en iyisi. En mendebur çocuk bile kandırılabilir bununla. Ki
kanarım be dahi. Bakma sakalımın gözüme battığına. Daha dün bilyelerimi
kaptırdım kum ağızlı bir oyunda pantolon askılı o çocuğa.
-Tutuşmuyor lanet
soba! Piç ettin ısınmaya çalışmamızı. Çay söyle bari!
-Tamam. Söylerim.
Ama sen de şunu söyle bana, bak kendimi sana anlatma çabam çayın demi kadar
sahici ve bir iç bulanıklığı kadar berrak. Şimdi, şurada, şu sefil kahvede, tüm
karıncalanmış kırık şekerler hatırına söylesene -hem belki de en belli olacak
yalan benimkisi ya- söylesene……
-Yaktım sonunda
lanet sobayı! Üşüdüm lan adamakıllı. Şekeri uzatsana.
Bir
emperyal otel kadar ağız burukluğu susuyorum yeniden. Sahiden anlamıyormuş
numarası yapıyor olamaz. İmkân yok buna. Öyleyse ben haddimden fazla mı
susuyorum? Ya da haddimden fazla mı anlatıyorum? Evet, evet! Haddimden çok
fazla anlatıyorum. Ve söyledikçe bu söyleyedurduğum kelimesizlikleri, bütün
değersizliğini beş milyar kat daha arttırıyor. Ki beş rakamını neredeyse sevmem
hiç! Yedi’yi seviyorum galiba. Ama ne önemi var ki? Tabi ki de hiçbir önemi yok.
Burada bunları anlatmamın ve dehşet derecede soğuk olmasının ve yağmurun önemi
yok hatta hiçbir kıymeti yok.
-Bir dakika! Ne
yani? Şimdi burada böyle oturmamın hiçbir kıymeti yok mu? Nasıl ya? Ben sahiden
bu lanet soğukta ve lanet acı çayı içmemin pek bir kıymetli olduğunu
düşünmüştüm. Yoksa düşünmemiş miydim? Tamam düşünmemiştim. Ama şimdi
düşünüyorum. Tamam, doğru söylüyorsun, kandırmayacağım. Hiçbir kıymetim yok
burada bunları söyleyip – bunlar ki pek bir amaçsız oysa benim için dehşet
şekilde acıklı- midemi daha da leş hale getiren çayı içmemin ve ölü teknelerin
ve soğuğun ve yağmurun. Dur ama! İşte tam burada. Bir şey söyleyeceğim. Hatta
bir isim vereceğim. “S..” neyse söylemeyeceğim. Söyleyince o da kıymetsiz
kalabilir. Öyleyse susacağım. Ama. Bu sefer. Bir saniye. Ya da neyse. Hayır!
Susamayacağım. Farkındayım.
-Neyin? Kendinin mi?
- Hayır, değilim.
-Lanet mi?
-Değil.
-Neyin farkındasın
o zaman lanet çocuk! Hiçliğin mi?
-Değil.
-Of! Ne o zaman
söyle artık! Neyin farkındasın!
-Dur bir dakika.
-Çay söyle o zaman.
- Bak burası, işte
tam şu serçe parmağımın altı, çok acımıştı bir keresinde. Uzun uzun acısını
çekmiştim yaz gecesi boylarınca. Ama kimseye inandırmamıştım biliyor musun denizde,
tam bu serçe parmağımın altına, zıplayan bir balık çarptığını ve balığın
kırmızı kanatları olduğunu. Sonra acıdığını da. İnanmadılar zaten. Ama
gerçekten acıdı. Hep orası acıdı. Hatta yaşlandığımda bile. Bak yine aynı yer,
işte tam burası, kırıldı. Ben suçu balıkta buluyorum. Çünkü o balık zıplayan
kırmızı kanatlı balık, bu serçe parmağımı bu kadar kırılgan yapmasaydı,
yaşlanınca öyle kolay kırılmazdı belki de. Suçu kime atacağımı bilemiyorum bu
sefer. Bak yine tam burası acıyor. Balık yüzünden. O balık çarptığı zaman
çizgili şortum vardı üzerimde ve kırmızı çizgileri aynı balığın kanatları
gibiydi. Ama bunu da söylemedim kimseye biliyor musun
-Bilmiyorum!
- İçimde sayıklayan,
çok garip bir yerde, bir şarkı var, karanlıkta sakladığım, suskun hüzünleri
deşeleyen hem de hiç dehşete düşmeden. Bak işte tam şu anda, kışın orta yerinde
içime hazin bir akşam sokulduğunu söylemeliyim sonra yine ne kadar üzgün
olduğumu sonra yine ne kadar üzgün olduğumu sonra yine ne kadar üzgün olduğumu….
-Lanet konuşman
daha ne kadar böyle devam edecek?
-Tamam. Sobanın
yanına ısınmaya gidiyorum.
Ellerim,
hayli şahit hayli tanıklıksız, hayli çirkin ve hayli beyaz bir el tutuşmasız
ellerim hayli giz kapaklı, hayli üşümeli, hayli korkak. Önce pervasızsa
bir sıcak yüze koşan sonra birdenbire bir kitaba-herhangi- ulu orta dalan ellerim,
hayli kırılgan hayli yakışıksız hayli yalgısız hayli kelime bazlı hüzünbaz
hayli tren camı, hayli kar kiri birikintili, hayli yağmursuz, hayli kedi yüzsüz
ellerim ısınıyor sobanın boğuk karanlığıyla. Kül tablası olmayan bir masaya
olabildiğince sahiplenmeden ve bir o kadar bağır çağır ağlamak sustuğumu belli etmeden.
Uzun süre yazmamanın hıncını bizden mi çıkarıyorsunuz Levla Hanım :) Kaç cümleyi, kaçar kez okumak zorunda kaldığımı ne sen sor ne ben söyleyeyim. Çok yoğun bir anlatım olmuş. Birikmiş demek ki bazı şeyler. Bu kadar ara vermeyeniz efendim yazmaya, okurken zorlanıyoruz.
YanıtlaSilİşin şakası, kalemine sağlık. Küçük serçe parmağınızın acıdığına da ben inanmış bulunuyorum, inanmayanları boş veriniz gayri. :)
Birikenleri bir anda anlatmaya çalışınca oluşan anlam yoğunluğunu şu an ben de farkettim :) Kusuruma bakmayın Zafer bey, dediğiniz gibi birikince oldu bunlar.
SilSerçe parmağımın acımasına inandığınız için de ayrıca çok teşekkür ederim :))