Yazılarım E-postana gelsin.

Yaz E-Postanı!

23 Aralık 2017 Cumartesi

YALGISIZLIK ATALETİ

Özlem Ekici


   Herhangi? Herhangiye saplandım kaldım. Bir ölünün aortunu bulamayışla mı oldu bu olagelen hal ya da bir kar artığı kire bulanmış sakal izlerinin dip bucak köşesizliğinde miydi arayışımın anlamsızlığı?

   Karartılı hüzünsen yağmurları böyle sevimsiz yüz çarpışlarla sevdiğimi kimseden duymadım. Hatta herhangi ’den dahi. Ve “dahi” en uzak sarı dişli roman sayfasında dahi tanımadığımdı.

   Bir bilgisizlik hükmüyle kahvecinin tabiriyle ancak ve ancak “öğrenci”. Öğretemediği ve örtemediği hatta öğrenemediği bir yeşil yaprak damarının çiğ bulaşmış jilet iziyle. Çünkü bir çakmak kadar kördü karanlığımız ve ölü fahişelere yalnızlığı anlatamamaya kadar yürüyordu kahkahalarımız.

    Oysa zaman zaman göz içlerimizin ortasına kan oturuyordu ve talasemi ölümler düşlüyorduk çok dumanlı susuş içlerinde. Yal- ‘dan yan- ‘a geçiş arzularını biriktirmeliydik diye diye “-gibi” ölümsüzlükleri örnek alamıyorduk. Oysa ne çok güzel geliyor ecnebi harflerle yontulmuş masalarda adını adını, sanını ve göğünü bilmediğin kahveler içmek. Çünkü ecnebi harflerle yontulmuş garsonlarla göz göze bir demli çay istemek pek bir ayıp kaçardı. Belki soğuk kuruyemişçi dükkanında bu istek çokça âli olabilirdi, hatta devleti kurtarırken dahi ama öyle olur olmaz ortalıkta bir soba kokusunu özlemek ve demli çay söylemek pek bir ayıp kaçardı sevgililiğe. Sevgililik ki, bir, ‘birlik’ elde etme çabasından ziyade –işmek ekinin yerine getirilme serüveninin mecburi istikametidir ve ikametgâh adresinin her kemirilen ruj izi sonrası değişimidir bir başka siyah taksiyle. Ki heybetli olmaktan ziyade bir şairsizlik yağmurunun yüzüne dokunmasıdır taksinin aralanmış camından ve bilhassa gece yarısı sonrası, bu evvel gidişememe sancısının ve didişme bitkinliğinin.

   Herhanginin sonrasını düşünmek olmuyor. Seyr ü sefer diyor çokları bu Neptün bulanıklığına, büsbütün kandırmaca geliyor göz ardı boşlukları. Bir ülser gecesine yal- ‘ı “yalnızlık” ile tamamlayarak yollanmak kâfi gibi geliyor çok zaman. Çünkü kefalet ödemek bir bana müşkül gelmiyor bir de saçım ve sakalım rulo olmuşken kül birikintisiyle, kül birikintisine. Yadsımaktan ziyade yatmayı yeğliyorum bir kâbusun dehşet hazzına koşar ayak sürüklenerek. Çünkü zaten dizaynlarımda iz suskunlukları haylice fazla ve hatta acıyacak bile demiyorum.

   Ama fecri görmeden, kirpik uçsuzluğumla emzirdiğim karanlık, tükenmeden hemen önce, yal- ‘ı “yalgısızlık” ile tamamlamak daha bir damar dolusu kan hükmünde (yalgısızlık ki yalnızlığa sürülmüş yaşlı forsaların kırbaç yazgılarına hapsolmuş handikaptır) 

-Bir dakika! Dur şimdi burada. Sobayı tutuşturmamız lazım. Bak camlar buğu yapmaya başladı.

-Boş versene sobayı. Bak ne dedi adamın teki, “gülleri ne kadar yakından sularsan o kadar dikensiz olurmuş”

-Söylesene nerede ne zaman bir gül suladın da bu pek eskimiş pek bayağı romantizmi –ki sığ bir kayalığa vurmuştur bu saçmasalaklık- durup durup gevelersin! Ateşi ver soba sönmüş!

-Ne bekliyorsun ki geviş getiren hayvanların etine ağız suyu dökerken...

-Bi’  b.k beklemiyorum ısınmaya çalışıyorum sadece! Şurada şu ölü çay dolusu susamaz mısın?

-Tamam. Susuyorum. Al ateşi. Yalnız bu siyasi mecmuayla tutuştur bari sobayı.

   Susmak, bir ölüye boylu boyunca biçilmiş en incisiz kaftan. Boyundan büyük gelmesine aldırış eden olmamalı. Ancak ahkam kesilir böyle susuşla bürünenlere. “Ölmek değildir ömrünün en feci işi/müşkül odur ki/ölmeden evvel ölür kişi” deyimlemeleri ancak bir baygın kavuna yaraşır. Çünkü susmayı yeğlememiştir kanlı canlı eni konu tamamlanmış bir şiir. Ki bu noktada “yazgısına boyun eğmek” en hovarda tabirdir. Ama yine de susuyorum. Öyle içli içli ete sulanırken gözlerin.

   Hayır! Ağır geliyor! Susamıyorum. Gittikçe sarmalanıyor içimde rutubetli bir kapıya, bu divan şairsizliklerinin bir rahat ve çok yanı şaraba bulanmış “hilal kaşlı” sevgililer uğruna oturdukları divanın en yağlı kısmından hazır ettikleri “ışk”

-Bari bir şeker ver de kanayım, kandırayım, hatta bulut pembesi çokça pamuğa yalıtılmış, bir şekerimsi olursa en iyisi. En mendebur çocuk bile kandırılabilir bununla. Ki kanarım be dahi. Bakma sakalımın gözüme battığına. Daha dün bilyelerimi kaptırdım kum ağızlı bir oyunda pantolon askılı o çocuğa.

-Tutuşmuyor lanet soba! Piç ettin ısınmaya çalışmamızı. Çay söyle bari!

-Tamam. Söylerim. Ama sen de şunu söyle bana, bak kendimi sana anlatma çabam çayın demi kadar sahici ve bir iç bulanıklığı kadar berrak. Şimdi, şurada, şu sefil kahvede, tüm karıncalanmış kırık şekerler hatırına söylesene -hem belki de en belli olacak yalan benimkisi ya- söylesene……

-Yaktım sonunda lanet sobayı! Üşüdüm lan adamakıllı. Şekeri uzatsana.

   Bir emperyal otel kadar ağız burukluğu susuyorum yeniden. Sahiden anlamıyormuş numarası yapıyor olamaz. İmkân yok buna. Öyleyse ben haddimden fazla mı susuyorum? Ya da haddimden fazla mı anlatıyorum? Evet, evet! Haddimden çok fazla anlatıyorum. Ve söyledikçe bu söyleyedurduğum kelimesizlikleri, bütün değersizliğini beş milyar kat daha arttırıyor. Ki beş rakamını neredeyse sevmem hiç! Yedi’yi seviyorum galiba. Ama ne önemi var ki? Tabi ki de hiçbir önemi yok. Burada bunları anlatmamın ve dehşet derecede soğuk olmasının ve yağmurun önemi yok hatta hiçbir kıymeti yok.
-Bir dakika! Ne yani? Şimdi burada böyle oturmamın hiçbir kıymeti yok mu? Nasıl ya? Ben sahiden bu lanet soğukta ve lanet acı çayı içmemin pek bir kıymetli olduğunu düşünmüştüm. Yoksa düşünmemiş miydim? Tamam düşünmemiştim. Ama şimdi düşünüyorum. Tamam, doğru söylüyorsun, kandırmayacağım. Hiçbir kıymetim yok burada bunları söyleyip – bunlar ki pek bir amaçsız oysa benim için dehşet şekilde acıklı- midemi daha da leş hale getiren çayı içmemin ve ölü teknelerin ve soğuğun ve yağmurun. Dur ama! İşte tam burada. Bir şey söyleyeceğim. Hatta bir isim vereceğim. “S..” neyse söylemeyeceğim. Söyleyince o da kıymetsiz kalabilir. Öyleyse susacağım. Ama. Bu sefer. Bir saniye. Ya da neyse. Hayır! Susamayacağım. Farkındayım.

-Neyin? Kendinin mi?

- Hayır, değilim.

-Lanet mi?

-Değil.

-Neyin farkındasın o zaman lanet çocuk! Hiçliğin mi?

-Değil.

-Of! Ne o zaman söyle artık! Neyin farkındasın!

-Dur bir dakika.

-Çay söyle o zaman.

- Bak burası, işte tam şu serçe parmağımın altı, çok acımıştı bir keresinde. Uzun uzun acısını çekmiştim yaz gecesi boylarınca. Ama kimseye inandırmamıştım biliyor musun denizde, tam bu serçe parmağımın altına, zıplayan bir balık çarptığını ve balığın kırmızı kanatları olduğunu. Sonra acıdığını da. İnanmadılar zaten. Ama gerçekten acıdı. Hep orası acıdı. Hatta yaşlandığımda bile. Bak yine aynı yer, işte tam burası, kırıldı. Ben suçu balıkta buluyorum. Çünkü o balık zıplayan kırmızı kanatlı balık, bu serçe parmağımı bu kadar kırılgan yapmasaydı, yaşlanınca öyle kolay kırılmazdı belki de. Suçu kime atacağımı bilemiyorum bu sefer. Bak yine tam burası acıyor. Balık yüzünden. O balık çarptığı zaman çizgili şortum vardı üzerimde ve kırmızı çizgileri aynı balığın kanatları gibiydi. Ama bunu da söylemedim kimseye biliyor musun

-Bilmiyorum!

- İçimde sayıklayan, çok garip bir yerde, bir şarkı var, karanlıkta sakladığım, suskun hüzünleri deşeleyen hem de hiç dehşete düşmeden. Bak işte tam şu anda, kışın orta yerinde içime hazin bir akşam sokulduğunu söylemeliyim sonra yine ne kadar üzgün olduğumu sonra yine ne kadar üzgün olduğumu sonra yine ne kadar üzgün olduğumu….

-Lanet konuşman daha ne kadar böyle devam edecek?

-Tamam. Sobanın yanına ısınmaya gidiyorum.

    Ellerim, hayli şahit hayli tanıklıksız, hayli çirkin ve hayli beyaz bir el tutuşmasız ellerim hayli giz kapaklı, hayli üşümeli, hayli korkak. Önce pervasızsa bir sıcak yüze koşan sonra birdenbire bir kitaba-herhangi- ulu orta dalan ellerim, hayli kırılgan hayli yakışıksız hayli yalgısız hayli kelime bazlı hüzünbaz hayli tren camı, hayli kar kiri birikintili, hayli yağmursuz, hayli kedi yüzsüz ellerim ısınıyor sobanın boğuk karanlığıyla. Kül tablası olmayan bir masaya olabildiğince sahiplenmeden ve bir o kadar bağır çağır ağlamak sustuğumu belli etmeden.


Özlem Ekici / LEVLA LAVİN

Levla da benim, Özlem de ama buralarda çoğunlukla Levla'nın izini sürüyoruz.

2 comments:

  1. Uzun süre yazmamanın hıncını bizden mi çıkarıyorsunuz Levla Hanım :) Kaç cümleyi, kaçar kez okumak zorunda kaldığımı ne sen sor ne ben söyleyeyim. Çok yoğun bir anlatım olmuş. Birikmiş demek ki bazı şeyler. Bu kadar ara vermeyeniz efendim yazmaya, okurken zorlanıyoruz.

    İşin şakası, kalemine sağlık. Küçük serçe parmağınızın acıdığına da ben inanmış bulunuyorum, inanmayanları boş veriniz gayri. :)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Birikenleri bir anda anlatmaya çalışınca oluşan anlam yoğunluğunu şu an ben de farkettim :) Kusuruma bakmayın Zafer bey, dediğiniz gibi birikince oldu bunlar.
      Serçe parmağımın acımasına inandığınız için de ayrıca çok teşekkür ederim :))

      Sil

**Yorumlar sayesinde görüşüyoruz, yorum yazmadan geçmeyin.
**Lütfen yorum kısmında link vermeyin, link içeren yorumlar yayınlanmıyor.
**Yazının konusu dışında sormak veya iletmek istediğiniz bir şey varsa İletişim formunu kullanın.
Sevgiler.

Özlem Ekici, Personal Blogger Templates | Blog aa

Levla'nın Not Defteri - Kişisel Blog | Bütün Hakları Saklıdır | Copyright © | 2016 - 2024