Son zamanlarda okuduğum en iyiler arasına rahatlıkla gireceğini düşündüğüm bir kitapla geldim. Miras, bizi bir miras meselesi ile karşılıyor ancak olayların arka yüzü çok farklı. Sonlara doğru gittikçe çarpıcı gerçekler ile yüz yüze kalıyoruz. Öncelikle bir arka kapağına bakalım ve ardından incelememize devam edelim.
Miras, bir aile portresinin arka planını resmediyor ve gerçeklere dayalı bir travma hikâyesi anlatıyor. Yakınlığın ve yakınların açtığı yaraların, bağların ve bağları koparmanın hikâyesi bu, tiyatro eleştirmeni Bergljot’un ailesine rağmen sağ kalma, yaşamına sahip çıkma mücadelesinin hikâyesi. Soğuk ve karanlık bir hikâye, portredeki gülümsemelerin gerisinde gizleniyor ama tüm saklı şeyler gibi eninde sonunda açığa çıkıyor.
Norveç’te büyük ses getiren ve çok satan, çok tartışılan bu roman, babanın ölümüyle başlıyor ve yaranın kökenine iniyor.
İnsan ailesini seçemez ama hikâyesini anlatmayı seçebilir.
Arka kapağında da okuduğumuz gibi biz bir ailenin iç yüzüyle karşı karşıyayız. Miras sadece bu yarayı kaşıyan mesele durumunda kalıyor. Kitabı biz Bergljot adında bu ailenin en büyük kız çocuğundan dinliyoruz. Olaylar da zaten bu kızımız hakkında ve biz aslında onun hikayesine ortak oluyoruz. Travma hikayesi dediğini de maalesef bunu çok da açıklamak istemeden sürprizini kaçırmadan anlatacağım. Bergljot'un babası ile 5 ile 7 yaşları arasında yaşadığı çok ağır bir durum, bu duruma sessiz kalan bir anne ve tabi ki inkar eden bir baba. Daha sonra bu sessizliğe bürünenlere kardeşleri de katılıyor. Zaten aile dinamiğinde Bergljot ve abisi, Brad, diğer iki kız kardeşlerine kıyasla ebeveynlerinden kopmuş ve mesafeli bir duruş sergiliyor. Üstelik diğer iki kız kardeş bu iki kardeşe kıyasla aileden sevgi ve bağlılık konusunda daha fazla nasiplenmiş.
Travma sebebi olayı biz tek taraflı görüyoruz, Bergljot ve çocukları, özellikle de en büyük çocuğu Tale açısından çünkü diğer çocuklar bu konuda daha sessiz gibi görülüyor, bize travma sonucunda olanları ve yaşanılanları resmediyor.
Miras meselesi de şöyle başlıyor aslında, zaten kitap babam öldü diyerek başlıyor. Bana bu konuda Camus'nün "Yabancı"sını anımsattı, o da nasıl garip bir şekilde gökten düşer gibi annem öldü diyerek başlıyorsa Hjorth da babam öldü diyerek başlamış kitabına. Babanın ölümü ile kardeşlerin arasında bir anlaşmazlık yaşanıyor ancak bu anlaşmazlıkta aslında Bergljot pek oralı değil aslında, hatta bana neden miras bıraktı ki diyebilecek kadar umursamaz, onu asıl yaralayan kısım aileden gördüğü yaşadıklarına sessiz kalınması hatta inanmayan bir tavırda kalmaları. Miras konusunun tarafları Brad ve diğer kız kardeşler, babanın eşit dağıtmadığını düşündüğü kulübeler, çünkü geri kalan tüm mal varlığı eşit bölüştürülmesine rağmen bahsi geçen iki kulübenin Astrid ve Asa arasında paylaştırılması ve buna karşılık diğerlerine kulübelerin değerinin çok altında bir ödeme yapılması. Brad bu duruma sessiz kalmayınca ve yanına Bergljot'u da almaya çalışmasıyla ortalık karışır gibi oluyor ancak Bergljot'un bu olayı kendini bir kez daha açıklama şansı bulmasına yormasıyla aile arasında ipler bir tık daha geriliyor. Bizler de mirasla tekrar gün yüzüne çıkan bir travma ve aile fertlerinin tepkilerini okuyoruz.
Biraz da üslup ve anlatım yönünden ele alalım. Öncelikle çeviri beni çok memnun etti. Anlatımda biz sürekli bir flashbackler yaşasak da zaten bir o olaya bir bu olaya geçişler var ve kitap da bu anlatıma göre bölünmüş, yani bir sayfayı bile doldurmayan bir andan bahsedip diğerine geçiyoruz, tabi ki bu ara ara bağlanmada problem yaratıyor ancak yazar, akıcılık ve sadelik ile bu kısmı çok iyi toparlamış. Kitapta Jung ve daha birçok düşünüre atıflar yapılıyor ki ben bunları ayrıca sevdim, çünkü bize bu travmayı anlatırken aslında Bergljot kendi kendinin de psikologu olmaya çabalıyor. İşte tam bu noktada biz bir iç hesaplaşmaya, kişinin kendi psikanalizini yapmasına tanıklık ediyoruz.
Genel olarak sarsıcı bir konuyu sade ve akıcı bir dilde anlatmasıyla Hjorth beni etkiledi. Bergljot'u ve hikayesini severek merakla okudum. Yer yer ona acıdım, yer yer de kızdım, çünkü kopmak üzerine bu kadar konuşup dönüp dolaşıp yine aynı yere gelmesi beni kızdırdı ama buna da hak vermeyi başardım, ne de olsa aile.
Kısacası farklı bir yazar ve etkileyici bir kitap okumak istedim, umduğumun da fazlasını buldum. İçinden kendime aldığım dersler ile unutulmazlarım arasına girdi. Bir kız çocuğunun kendi içine kilitli kalmasını ve yalnız başına bununla başa çıkmasını okumayı ben çok sevdim.
Alıntılar ile bitirelim istiyorum. Bir şans verip okuyun, pişman olmayacaksınız.
"Hayatımızın akışında önemli bir rol üstlenecek, yönümüzü değiştirecek seçimleri etkileyecek ya da belirleyecek insanlarla yollarımızın tesadüf eseri kesiştiğini düşünmek ne garip. Belki de tesadüf değildir. Karşımızdaki insanın, bilinçli ya da bilinçsiz, gitmek istediğimiz yöne bizi itekleyeceğini seziyor olabilir miyiz? Belki davete icap etme sebebimiz budur. Karşımızdaki insanın yürümek istediğimiz yoldan bizi döndüreceğini, karşımıza engeller çıkaracağını hissedince onu yeniden görme isteği duymuyor olabilir miyiz? Tek bir kişinin, sırf geçmişte ona danıştık diye kriz anlarında davranışlarımızı yönlendirebileceğini ve bunca önem taşıyabileceğini düşünmek garip." (s.10)
"hiçbir şey olmamış gibi davranmak, dürüst olmamak neden? Dünya bu yüzden batıyor işte, çünkü insanlar fikirlerini söylemiyor, dürüst davranmıyor, kimsenin keyfi kaçmasın diye yapmacık tavırlar takınıyorlar" (s.24)
"İnsan itiraf edilmemiş bir şeyi affedemez ki!" (s.44)
"bir kapı yoktu, kendi içimde kilitli kalmıştım ben." (s.55)
"zira aşk kalp çevresinde çalışan bir cerrahtır." (s.68)
"Her şey bağlantılıdır. Anlamak üzere kulak kesilmiş biri için hiçbir sözcük tamamen masum değildir." (s.77)
"herkes uyurken çocuk gibi olur, ama içlerinde savaşmadıkları doğru değil, bu bir güzelleme, çünkü uyurken savaşırız, neredeyse istisnasız bir kuraldır bu" (s.81)
"İnsan iki ruh hali içinde birden bulunabilir. İnsan son derece mutsuz, huzursuz, derinden sarsılmış olabilir ve yine de bir mutluluk anı yaşayabilir, hatta son derece mutsuz olduğundan bunu çok yoğun yaşayabilir, sadece bir an için değil" (s.95)
"her şey her an aydınlık olsaydı karanlığı içimizde taşımak zorunda kalırdık" (s.102)
"Unutmaya, zihninde bastırmaya çalıştı, uzun bir süre için yaraladığı kişi sanki olayı unutmuş, bastırmış gibi görünmüştü ve bu olanları anlamış kişiler de bunu unutmuş, bastırmış gibi görünmüştü, ancak bastırılan, unutulan şey gün gelir unutulanlar, bastırılanlar arasından sıyrılıp çıkar, o zaman ne olacak?" (s.105)
"Bazen çok geç olur. Bazen düzeltmek mümkün değildir, onarılamaz." (s.105)
"Çemberin dışında olmak insanı becerikli kılar. Kayıplar insana beceri kazandırır. Parasızlık beceri kazandırır, vergi memurlarıyla başını derde sokmak beceri kazandırır, ezilmek beceri kazandırır. Şansınız yaver gidip işler bir şekilde yoluna girerse tepeden tırnağa sefalet içindeyken hangi türden beceriler edindiğinizi unutmamalısınız." (s.129)
"Tüm canlıların ilk vazifesi dayanmaktır." (s.134)
"Düşünür Arne Johan Vetlesen, araştırma komisyonlarının, savaştan sonraki uzlaştırma süreçlerinin zayıf noktası kurbanlardan beklenenin, saldırganlardan beklenenle aynı olmasıdır ve burada bir haksızlık söz konusudur der." (s.207)
"çünkü armağanlar bir parça lütufsa bir parça da lanettir" (s.216)
"Ya hayatını tatmin etmeye, onay görmeye adadığın biri öldüğünde aniden boşluğa düşersen?" (s.216)
"Ya seni kabul etmelerini istediğin kişiler öldüklerinde onlardan kabul görmek için yaptığın irili ufaklı, bilinçli ya da bilinçsiz seçimlerin başkalarını senden uzaklaştırdığını keşfedersen?" (s.216)
"Sybille Bedford bir yerlerde şöyle yazmıştı: İnsan gençken kendini bir bütüne, insanlığın temel ilkelerine bağlı hissetmez, insan gençken bir sürü şey dener çünkü hayat bir genel prova gibi algılanır, perde gerçekten açıldığında değiştirilebilecek bir prova gibi. Ama gün gelir perdenin her daim açık olduğu kafasına dank eder. Sahnelenen, oyunun kendisidir." (s.217)
"Acı çekerek iyi biri olunmaz. Acı çekerek genellikle kötü biri olunur. Kimin en çok acı çektiğini tartışmak çocukçadır. Baskı gören çocuk genellikle sakatlanır, duygusal yaşamı zarar görür, baskı gören genellikle baskı yapanın düşünce yapısıyla yöntemlerini benimser, baskı görmenin en vahim sonucu budur; bu, baskı göreni mahveder ve onun kendini kurtarma olanaklarını azaltır. Acıyı işe yarar kılmak büyük uğraş gerektirir, özellikle de acı çeken kişi için." (s.219)
"Gerçeğin bir kısmı, can yakan duyguları bertaraf etmek için yok edilir ve bu tür bir savunma mekanizmasını sürdürebilmek zordur." (s.236)
"İnsanların hayatı roman gibidir, diye düşündüm, bir romanda ne kadar ilerlerseniz, roman sıkıcı bile olsa neler olacağını merak edersiniz, bir insanı uzun süre takip ettiyseniz, o kişi hayli sıkıcı biri olsa bile nasıl gideceğini, ilerde neler olacağını merak edersiniz." (s.239)
"Kopmak ölüm gibi, diye düşündüm; başlarda insanın canını yakıyor, sonra yokluğa alışıyorsunuz, diğeri, ölen kişi, yavaş yavaş yok olup sizden uzaklaşıyor." (s.240)
"Çünkü ölmüş birinin lafı yaşayanlarınkinden daha kıymetlidir. Ve ölmüş birine acımak, yaşayan birine acımaktan kolaydır" (s.253)
Tanıtım güzel ve kapsamlı, tebrikler.
YanıtlaSiltanıtımdan ziyade kitap hakkında bir şeyler yazmak istedim, inceleme tadında daha çok :)
Silzira aşk kalp çevresinde çalışan bir cerrahtır." ne kadar anlamlı.. Elinize sağlık.
YanıtlaSilkesinlikle, kitap da çok hoştu :) teşekkür ederim
Silokuycam, saoool :) kuzey edebiyatı çok iyi zaten :) tarjei vesaas, per petterson filan :)
YanıtlaSilben biraz geç tanıştım ama çok sevdim canım :)
Sil