Yazılarım E-postana gelsin.

Yaz E-Postanı!

9 Kasım 2025 Pazar

Dosya : Disleksi (Fish in a Tree)

Özlem


 Bir süredir soluk bile almadan kitap okuyorum. Bunların arasında hoşuma giden ve Türkçe olanları bloga koymaya çalışıyorum. İngilizce okuduğum kitaplar ile ilgili notlarımı goodreads üzerinden yayınlamaya devam ediyorum ama gelip bir iki kelam etmeyi burada istediğim kitaplar da oluyor. Üzerine sohbet etmek istediğim ve zihnimde farklı kapılar açan kitaplar var. Bu da öyle özümsediğim kitaplardan elde ettiğim birkaç fikir ve bakış açısı üzerine bir yazı olmasını umarak başladığım ama sonrasında ne olur, kelimeler bizi nereye götürür bilemediğim bir yazı olacak. 

 Disleksi üzerine bir kitap okumamla başladı aslında her şey, teknik bir kitap vs gibi düşünmeyelim. Öyle ki aslında ortaokul ve üzeri tavsiye edilen bazı okullarda okutulması şart koşulması gerektiğini bile düşündüğüm bir kitaptı. Neyden bahsediyorum hakkında çok fazla bilgi vermeyi belki bir kitap incelemesinde düşünebilirim ancak şimdi burada ben kitabın bende oluşturduğu düşüncelerden ve izlenimlerden bahsederek biraz da karşılıklı fikirlerimi muharebeye çıkarmayı istiyorum. Bahsi geçen kitap için goodreads linkini bırakıyorum ve devam ediyoruz. (Fish in a Tree - Lynda Mullaly Hunt )

 Bazı çocuklar farklı doğduğu konusunda hemfikirim, bu farklı kısmı birilerinin engelli veya başka bir sağlık sıkıntısı durumunu tanımlamıyor. Farklı olmaktan kastım bazı çocuklarımızın aslında özel bir öğrenme biçimi ve düşünme biçimi olduğu, ve maalesef bu çocuklarımızı özelliklerinden dolayı keşfetmek yerine ayrıştırmayı seçiyor olmamız. Bilinçli olarak ayrıştırıp dışladığımız vs gibi bir düşünceyi de savunmuyorum aslında, ancak kendi bilgisizliğimizden dolayı bunu yapıyor olduğumuz fikrindeyim. Bu durumlardan biri de disleksi aslında ve o kadar okuyor, araştırıyor olmama rağmen bu kitapla aslında bu konuda ne kadar az şey bildiğimi fark ettim. Elbette bir şeyleri düşünüyor, öğrenmeye çabalıyoruz ancak somut bir olayla veya durumla karşılaşmadan bu kadar derin araştırmıyor veya öğrenmiyor olduğumu daha net gördüm. 

 Bir çocuğun disleksi ile mücadelesinde aslında ne kadar yalnız olabileceğini ve yalnız olmadığında neler başarabileceğini net bir gözlem imkanı sunmasının yanında en çok sanırım bunu o çocuğun gözlerinden, zihninden okuyor olmak beni bu kadar etkiledi. "Alone" ve "Lonely" sözcükleri İngilizce'de farklı anlamlara karşılık geliyor ve bunu o yaştaki bir çocuğun muazzam bir betimleyişine tanık oluyor olmak beni üzdü. Disleksi olduğundan ve disleksi diye bir şeyin var olduğundan bile haberi olmayan küçük bir çocuğun onun dünyasında aslında hayatın o yaşta bile zorluklarla nasıl başladığını görmek beni çok incitti. Bazı şeyler göz önündedir, apaçıktır, ayan beyan ortadadır. Bazılarımız bunları fark eder, görür; bazılarımız görmez veya fark etmez; bazılarımız da fark etse bile görmemek için diretir. Bu üçüncü kişiler benim konuşmam dışında o yüzden şimdi orayı es geçiyorum. 

Disleksi, bir nevi öğrenme zorluğu olarak tanımlanabiliyor ve aslında o kişinin öğrenme yöntemleri ve düşünme biçimleri çok farklı işliyor. Fark edilmesi de çoğunlukla zor oluyor, çünkü çocuklar bu durumu biz yetişkinler gibi karşılayacak değiller ve ister istemez bir şeylerin ters gittiği izlenimini alsalar bile bunu saklamaya veya kendilerinde problem olarak görüp utanmayla gizlemeye daha meyilli olabiliyorlar. Sanırım fark edilmesi ne kadar çok geç olursa çocuğun oluşturduğu ön yargılar ve çekinceler ile savaş da bir o kadar çetrefilli oluyor. 

 Bazıları ebeveynleri tarafından fark edilip ona göre daha erken keşfedilebilseler de bazıları maalesef okul sıralarına oturup yıllarca dışlanma ve ayrıştırmaya tabi tutulmuş olarak bir öğretmenleri tarafından keşfedilene kadar sürüp gidiyor. Kitapta aslında ben ikinci kısımda olan bir çocuğun yaşamını görüyor olsam da net bir biçimde ilk kısımda olan çocukların aslında ne kadar da şanslı olduklarını anlıyordum. Tabi bu iki ayrıma da ulaşamayan hayat içerisinde yitirdiğimiz kaybettiğimiz çocuklar da oluyor. Onlar için söz söylemek çok fazla anlamsız, yaşadıklarının yanında üzüntüm, üzüntümüz ne ki. 

 Disleksi sahibi olan çocukların eğitimleri ve öğrenmeleri için süreçler yine elbette bilen birinin ışığında yürütülmesi gerekiyor ve bu konuda ne kadar az şey bildiğimizi de düşündüğümde öğretmenlerin ve ebeveynlerin ne kadar önemli olduğunu daha net anlıyorum. Başarılı kişilerin ve isimlerin çoğu disleksiydi ve bunlar bunu yaptı demek istemiyorum ben burada, farkındalık kısmını baz alarak yazmak istiyorum. Yaşam onun için yeni başlamış diyeceğimiz bir çocuğun daha en başından zaten sahip olduğu bir zorlukta ona destek olmanın, onun elinden tutmanın önemini anlayabiliyoruz ve bu durumda aslında sormamız gerekenlerin bizim ne kadar bildiğimiz, ne kadar farkında olduğumuz, neler yapabileceğimiz konusunda birkaç fikir bulundurmamız olduğunu düşünüyorum. 

 Bu konuda ne kadar bilmediğimi ben bu kitabı okuyana kadar farkında değildim. Bir çocuğun gözünden bunu nasıl yaşadığını görene kadar önemini de düşünmemiştim. Bazı düşünceler okudukça zihnimde oluşmaya başladı ve sanırım bir sorun ve problem gibi görme kısmını çocuğun zihninde bitirmenin ne kadar önemli olduğunu fark ettim. Yetişkinler için bunu sorun ve problem olarak görmenin aslında çocukların gözünde daha ağır bir imaj çizdiğini kendini daha da içe kapaması gerektiğini düşündürdüğünün farkına vardım. Her çocuk matematik dehası ya da doğuştan bir sanatçı olmuyor veya muazzam bir edebiyat bilgisiyle doğmuyor. Farklı yetenekleriyle beraber dünyaya adım atan çocukların bir de disleksi gibi bir zorlukla baş edecek olmaları onları daha da yitirmemize ve kaybetmemize doğru sürüklediğini görebiliyoruz. 

 Kitapta Ally, okuma ve yazma zorluğu yaşıyor olmasına rağmen kendini anlatmak için çizgilerle ve resimlerle bağ kurmuş bir çocuk. Çizim yeteneği onun en iyi olduğu şey hatta ve yine kendini sorunlu ve problemli olarak görüyor. Keza abisi de okuldan nefret ediyor ve okulu bırakma düşüncesi içerisinde, ancak mekanik hatta daha da özelleştirirsek araba motorları konusunda muhteşem bir yeteneğe sahip. Kendini rahat hissettiği alan ona daha cazip geldiği için okulu bırakmayı düşünüyor. 

 Okul bünyesinde bakmak elbette başlı başına doğru olmayacaktır ancak aslında çocukların topluma karışmaya başladığı ilk yer diyebileceğimiz bir mekandan bahsediyoruz ve her ikisi de buradan kaçmanın derdine düşmüş durumda. Akran zorbalığı olarak adlandırılan durumu yaşıyor ve gittikçe içlerine kapanıp olmak istemedikleri ortamlardan kaçıyorlar. Tabi kitapta bu çocuklardan sadece ikisine tanık oluyoruz ancak daha farklı yaşam koşullarında ve durumlarda olan diğer çocukları düşünmek bizlere kalıyor. 

 Söylemeden bitirmek elbette olmaz, tanı için yine bir uzman gerekiyor ve önemli olan tabi yine çocuğu izlemek ve farkına varmak. Öğrenim ve eğitim kısmında elbette uzmanlar olması gerektiği gibi ebeveyn ve öğretmenlerin rolünü de vurgulamak gerektiğini düşünüyorum. Onlar sorunlu veya problemleri olan çocuklar değiller, sadece farklı şekilde öğrenmeleri gereken ve çok farklı bir zihinlere sahip çocuklar. Farklı ve de çok özel bir zihin. Ally için mesela bu kısımlar çok renkli ve hareketliydi. Dans eden harfler ve uçuşan kelimeler gibi. 

 Yine kitaptan bir alıntı yapabilirim, hem eğlenceli hem de çok yerinde tespit diyebileceğim bir konuşmaya denk gelmiştim. Öğretmeni ile Ally arasında geçen bir diyalogtu sanırım. 

Herkes farklı şekillerde zekidir. Ancak bir balığı ağaç tırmanma yeteneğine göre değerlendirirseniz, o balık tüm hayatını aptal olduğunu düşünerek geçirir.



 Sanırım çocukların dünyasında disleksi veya bir başka farklılık için onların dillerinde bunun anormal ve aptallık diyebilecekleri bir tanıma geçtiğini bundan daha iyi ifade eden bir cümle yoktu. Bu yüzden onlara anormal gelenin aslında bir farklılık olduğunu ve bu farklılıkların aptallık veya başka bir şekilde tanımlamak yerine bizleri farklılıklarımızın özel kıldığını daha net göstermeli ve hissettirmeliyiz. 

 Burada genelde bir kitap ile ilgili yazı yazmaya oturduğumda bu bir kitap incelemesi yazısı oluyordu ancak bu kez bir kitap ile başlayan zihinsel yolculuğumu ve düşüncelerimi yazmak çok iyi hissettirdi. Kitapların aslında böyle yolculuklara çıkarması için olduğunu hatırlattı ve sanırım bu tarz yazılar ilerleyen zamanlarda burada yerini alacak. Kitapla ilgilenenler için goodreads linklerini aşağıya tekrar ekleyeceğim. Benim okuduklarıma ulaşmak ve orada kitaplar ile ilgili yazdıklarıma bakmak isterseniz profilimin linkini de bırakacağım. Blogda yer almayan kitaplar ve daha fazla alıntılar için orası daha aktif diyebilirim. 

Fish in a Tree kitabı goodreads linki (bu arada kitabı okumak isterseniz İngilizce seviyesi çok yukarıda değil, sanırım A2-B1 arasındaydı) 

goodreads profilimin linki

31 Ekim 2025 Cuma

DÜNYANIN EN UZAK ŞEHRİ #1

Özlem

 Bir şeyler oldu, unuttuk, unutulduk. Nefes alan her hücremiz sanki soldu. Güneşin batışını bir yaz sonu bilen bedenimiz bir anda toprağın ıslak kokusunu aldı yerleştirdi içine, sonra durdu, kapadı gözlerini, bir kez daha açmayacağım çiçeğimi der gibi sustu. 

 Yine bir zemheri yüreğinde, hissizleşti, dokunulmadı yaralarına, unutuldu rengi neydi? Bir zemheri ki karanlık, koyu, kapkara. Beden soğuk, dilsiz, amâ. Rüzgarda savrulan her toz tanesi gibi savrulan hisleri bir duvara çarpmış ve yorulmuş. Dünya dönmeyi bırakmış, yelkovan akrebi kovalamaktan sıkılmış, doğan güneş batıda dinlenmeye oturmuş gibi bir geceydi. Şafağı bekleyen serçeler ve kırlangıçlar sessizce dururken bir meltem geldi denizden, durdu düşündü. Bir ay aydınlatıyordu yüzünü, şimal semada görünmez bir kılığa bürünmüştü. Keşke her şey zihnindeki gibi vuku bulsa, basireti birden bire aydınlansa, en uç köşelere kadar ışık vursaydı. 

 Dünyanın en uzak şehri gibiydi yüzü, ıssız. Bir hal vardı halinde ama kimseye diyemeyecek kadar kelimeleri dilsizdi. Mütemadiyen huzursuz, mütemadiyen keyifsiz bakardı semaya, kimseye bakacak ışığı bulamazdı. İçinde bir şey eksikti. Bir şeyler hep eksikti zaten, neden kimse görmezdi gözlerini? Hisler dilsizdir ama neden kelimeleri uygun yerlere yerleştirmekten bu kadar acizdi? Belki bir bahar esintisi çalardı kulağına, söylerdi şarkısını ama sesini bile unutmuştu. 

 Suskunluk... Yaşadığı dünyanın salt özeti miydi sahiden? Duymayan kulaklar, görmeyen gözler, sesini kaybetmiş bir ağız, tutmayı bilmeyen eller ile yaşıyordu. Unutulduğu bir doğumdu onunkisi ve nerede yaşayacağını bilmezdi. Bir kısa şiir tutturmuştu zihni, duvarlarında yankı bulan, renklerinin solgunluğuna ışık harelerini bulaştıran, tüm gözlerden eksik yanını saklayan mısralar fısıldardı.  

 Parmak uçlarının ateşi yanaklarının çevresini ısıtırken içine çektiği nefesi sorgulardı. Tek yaptığı düşünmek olan kafasında neydi bu kadar ağırlaştıran? Bir yel saçlarını geniş alnına düşürdü. Bazen saç telleri yerine mızrakların çıkıp uzadığını düşünürdü. Yüzüne düştükçe alnını ve yanaklarını kanlar içinde bırakır sıcacık kanın akışını hissederdi. Ay ışığının altında o kanın kızıldan çok siyah göründüğü anı izlemek en sevdiği seyir olurdu. Böyleydi geceleri, gözleri kendini izlerken uykuya kapılıverirdi. 

 Günlerce yürüyerek ulaşılamazdı, herhangi bir vasıtayla yolunu bulamazdı. Dünyanın en uzak şehri yine kendisiydi. İçinde taşırdı koca bir şehri, kaldırımlarının taşlarının renklerini boyardı elleriyle, arabaların gürültüsünü işitirdi. Bir evin penceresinde bekleyen hasretini görürdü. Kaybolduğu sokaklarda arardı izleri ama bilmediği bir caddenin çıkmaz sokağına dönerdi ayakları ve öylece yürürdü. İçinde bir haritaya bile sığdıramadığı dünyasını taşırdı. Yollarını çizdiği, evlerin tuğlarını kendi elleriyle dizdiği, bahçelerine hep solan çiçeklerini ektiği, lambalarını hep kendinin yakıp söndürdüğü, hasretini bir sokaktaki eve hapsettiği ve adresini hiçbir zaman hatırlayamadığı bir dünyası vardı. Eksik neydi, yanlışı neredeydi, nereye gizlemişti sırrını bilmezdi. Ay ışığının altında şimali bulmaya çalışan bir kaptan misali gözleri semayı izler, karış karış araştırırdı. Nerede kaybetmişti yolunu? 

 Salının sallanışı ona anasının beşiğini anımsatırdı. Gözlerine hücum eden yaşları bütün ciddiyetiyle inkar eder, en derinlerine gömerdi. Bilmediği uçsuz bucaksız bir denizde yol alırdı. Bir deniz fenerinin ışığını ufukta görür gibi olur, arkasına alırdı, tezatına çekerdi küreklerini. 

 Yediği içtiği yoktu, kemikleri gömleğinin altından sayılır olana kadar açlığını sürdürürdü. Halsizlik onun ayrılmaz bir parçasıydı. Yorgun düştüğünü anladığında bir tomruğa çöker sessizce beklerdi. Denizin ekşi ve nahoş kokusunu üzerinde alır, derin bir nefes daha çekerdi. Parmaklarını dizlerine bastırır yavaşça doğrulurdu. Bilmediği dünyasından çıkar, bilmek istemediği dünyaya doğru yola düşerdi. 




<...devam edecek...>

Drina Köprüsü - Ivo Andrić

Özlem


 Drina Köprüsü, Ivo Andrić'in Sokollu Mehmed Paşa'nın Vişegrad'da yaptırdığı köprü ve çevresindeki yaşamlar üzerine yazdığı romanıdır. Kitap Temmuz 1942 - Aralık 1943 tarihleri arasında Belgrad'da yazılmış ve ilk defa 1945'te yayımlanmıştır.

 Bir köprü üzerinden Vişegrad kasabasını, bu coğrafyadaki farklı toplulukların çok kültürlü yaşamını, orada yaşayışlarını anlatan bir eser okuyoruz. Kitabın öznesi olan Drina Köprüsü, salgın hastalık, intihar, savaş, direniş, aşk gibi pek çok olaya tanık oluyoruz. Kitapta yer alan tarihsel olayların bir kısmı gerçek ve kronolojik olarak da tarihle örtüşüyor. Bu anlamda kitap “belgesel roman” niteliğinde diyebiliriz.

 Edebi olarak da anlatımı ve tasvirleri detaylı ve sizi sıkmadan yöreyi, yöre halkını, olayları betimliyor ve anlatıyor. Sade anlatımı ve yer yer verdiği nazımlar ile de edebi zevkinizi tatmin ediyor. Peki bu köprü neden bu kadar önemli? Bu köprü batı ile doğuyu birleştiriyor. Köprünün bir tarafında Müslümanlar, bir tarafında Hristiyanlar dostça yaşıyorlar. Osmanlı döneminde birçok kıtada olduğu gibi burada da insanlar dini-ırkı farketmeksizin bir arada yaşadığını görüyoruz. Vişegrad kasabasını, bu coğrafyadaki farklı toplulukların çok kültürlü yaşamını, orada yaşayışlarını dinliyoruz. Bir köprünün etrafında dönen tarihin tanığı oluyoruz. 

 Roman 24 ayrı bölümden oluşuyor. İlk bölümlerde köprünün yapım aşamasını görüyoruz. Bu tarihlerde bölgedeki siyasi durum hakkında bilgi okuyoruz. Vişegrad o dönem Osmanlı yönetimi altında, köprü Sokollu Mehmet Paşa tarafından yaptırılıyor. Vişegrad'a yakın bir yerden alıp getirilen ve en ünlü devşirmelerden olan Sokollu Mehmet Paşa üzerinden devşirme sistemini öğreniyor ve kısmen de Ivo Andrić'in eleştirisini okuyoruz. 

 Kitabın orta kısımlarında, Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkanlar’daki gücünü ve etkisini kaybedişinin bölge halkı üzerindeki etkilerini okuyoruz. Köprüde kurulan geçici karakolları ve onların işleyişini izliyoruz. Tahtaların eskiyip yıkılıp dökülmelerini köy halkı ile birlikte tanığı oluyoruz. 

 Kitabın son bölümlerinde Avusturya - Macaristan dönemini, bu dönemin kasaba sakinlerinin hayatlarına etkisini ve köprünün başına gelenleri, halkın yaşadığı zorlukları okuyoruz.

 Kitaba adını veren Drina Köprüsü, salgın hastalık, intihar, savaş, direniş, aşk gibi pek çok olaya tanık oluyor. Köprünün inşa süreci, bu süreçte yaşanan sıkıntılar, sabotajlar, köprü ile birlikte yaptırılan kervansaray, yaşanan sel felaketleri, kolera salgını, Sırp İsyanı, Avusturya’nın Bosna’yı işgali, bölgeye demir yolunun gelişi, ekonomide yaşanan dalgalanmalar, Sırbistan’da yaşanan taht değişikliği (1903) ve yine aynı dönemlere rastlayan Türkiye’deki rejim değişikliği (1908) ve son olarak Trablusgarp Savaşı (1911-1912), Balkan Savaşları (1912-1913) ve I. Dünya Savaşı (1914) ile yaşananlar romanın temel konularını oluşturuyor. Bu olaylar yaklaşık 350 yıllık bir süreçte gerçekleşirken köprünün bu olaylara tanık oluşunu okuyoruz.

 1961 Nobel Edebiyat Ödülü Komitesi “Ivo Andrić izini sürdüğü temaları ve ülkesinin tarihinden seçtiği insan yazgılarını, güçlü ve destansı bir dille anlatmıştır.” açıklamasıyla Ivo Andrić’i Drina Köprüsü kitabından dolayı Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görmüş. 

 Tarihsel öğelerle dolu bir kitabı okurken sıkılabilirim diyerek başladığım bu yolculuk beni her sayfasında daha fazla merak ile karşıladı. Sayfaları ardı ardına okuduğum, yer yer sinir olduğum, yer yer hüzünlendiğim, yer yer güldüğüm bir eser oldu. Tarihi bu şekilde okuyup tanık olduğum eserleri daha çok sevdiğimi söylemeliyim. Nobel Komitesinin çok yerinde bir karar ile bu kitabı daha fazla kitleye duyurma imkanı sunması beni çok sevindirdi. 

"Dünyanın bir tarafında bir yerde, bir piyango çekiliyor, savaş yapılıyor ve hepimizin alın yazısı da böylece uzaklarda belirleniyordu." 

Özlem Ekici, Personal Blogger Templates | Blog aa

Levla'nın Not Defteri - Kişisel Blog | Bütün Hakları Saklıdır | Copyright © | 2016 - 2025