Hayat taviz vermediği hızı ve kavgasıyla akıp gidiyor!
Baharın rahiyasından akıp coşan çiçeklerle hatırlıyorum lise yıllarımızı!
Kimimize kış, kimimize bahar olup canıyla değen babalarımızı!
Bu memlekette insanlar belki de en çok baba sancısıyla inliyor,
en çok baba deyince aklımıza gelir çocukluğumuz.
Mazinin araladığı perdeden sızıyor eski günler..
Onlarla kavgalı onlarla sevdalı olduğumuz.
En çok baba yokluğunun hüsranıyla kızıyormuş zaman ayrılığın yarasını.
İnsan baba olunca anlıyormuş babasını!
Şilan Avcı
Not: Bu şiir Yedi Güzel Adam dizisinde seslendirilmiş ve bazılarımızın Erdem Bayazıt'a ait olduğunu düşündüğü bir şiirdir, lakin iyice araştırıp baktığımızda bu şiirin Şilan Avcı'ya ait olduğunu ve dizi içerisinde seslendirenin Erdem Bayazıt olmasından dolayı ona ait olduğu konusunda yanıldığımızı görebiliriz.
William Wallace soruyor, "Özgürlüğünüz olmazsa ne
yaparsınız?"
Siz ne yapıyorsunuz?
Özgürce kölelik… Kölelik hakkımızı kullanıyoruz… Bu yazıyı
okuyorsunuz ve bu yazı bilgisayarınızın içinde. Ayaklarınız yıllardır toprağa
değmedi. Yağmurdan kaçıyorsunuz çünkü hasta olmaktan korkuyorsunuz. Hasta
olursanız işe gidemez, borçlarınızı ödeyemezsiniz. Okula gidemezsiniz,eğitiminiz
yarım kalır, ki bu kötü bir gelecek demektir değil mi?
"Ben özgürüm!" diyebiliyor musunuz?
Özgür değilsiniz. Sadece zincirleriniz uzun.
Bu sizin hatanız. Atalarınızın yolundan gitmeyi reddettiniz
ve, "Bizler modern insanlarız!" dediniz. Ama bu köleliğiniz daha az yağmur
yağmasına, buzulların erimesine, gezegenimizin ikliminin bozulmasına, araçlarınız
için petrol savaşları çıkmasına ve daha binlerce olumsuz şeye neden
oldu, olacak.
Özgür değilsiniz!
Borçlarınızla kölelleştirildiniz. Yağmur yağmıyor artık. Yağsa
bile felaketlere neden olacak kadar şiddetli yağıyor. Artık
rahatlayabilirsiniz. Cep telefonlarınızla, msninizle vs. konuşmaya, marketleri
adeta soymaya devam edebilirsiniz artık.
Özgür değilsiniz!
Özgür olmak bedel ödemeyi gerektirir çünkü!
Özgür olsanız sudan çıkmış balığa dönersiniz!
Özgür değilsiniz!
Yaşamlarınıza kölesiniz!
Yaşlanmadan ve pişmanlığınız anlamsızlaşmadan modern hayatın
kıçına tekmeyi basın!
Eğer evinizdeki televizyonu paramparça edemiyorsanız en
azından uzak durun ondan, izlemeyin. İnternetinizi, cep telefonlarınızı, hormonlu
meyvelerinizi, kimyasal boyalarla şirinleştirilmiş market ürünlerinizi terk edin.
Özgürlük kurtlu elma yemektir bu yüzyılda…
Özgür değilsiniz!
Dört mevsim kıpkırmızı, sulu yani hormonlu elmalar yediğiniz
sürece de köle kalacaksınız!
Şirketlere köle, devletlere, insan eliyle yapılma kanunlara…
Geçen akşam bir Kemal Sunal filmi vardı. "Deli Deli Küpeli" filmi, hani akıl hastanesinden kaçan 2 kişi bir kasabaya geliyor ve Kemal
Sunal’ın oynadığı karakter bir şekilde belediye başkanı oluyor ve bir sahnede
diyor ki, "Eğer kanunlar vatandaşın acı çekmesine neden oluyorsa o kanunu
kaldırıyorum!"
Özgürlük cebinizde para olunca yaşadığınız şey değildir. Sizi
ve beni böyle kandırdılar.
İlk insanlar avdan elleri boş dönünce avı iyi gitmiş
diğerleri avlarını onlarla paylaşırdı.
Biz modern insanlar kilit üzerine kilit vuruyoruz
evlerimizin kapılarına…
Özgür değilsiniz!
Kurtlu elmaya dönün.
Yaşam kurtlu elmalarda.
Yaşam birazı çürük görünen sebzelerde, yaşam üzerinize yağmur
yağarken göğe bakıp şükretmekte…
Kurtlu elmaya dönün!
Gerçek insanlara dönün!
Gerçek insanlar olun!
Yüzünüzü doğaya dönün!
Kurtlu elmalarla barışın!
Makyaj yapmayan kadınlara aşık olun!
Gerçek erkeklere aşık olun!
Bebek gülüşlerine iman edin!
Vantilatörlerle değil kelebek kanatlarıyla serinleyin!
Tutkunuzla ısının!
Gerçek insan olmayı hatırlayın!
O yani gerçek insan içinizde bir yerde… O ölmedi,onun ruhunu
değil bizzat kendini çağırabilirsiniz!
Size gelecektir!
Özgürlük son model bir arabayla hız yapmak değildir!
Özgürlük çamurlu ayaklardır!
Özgürlük dağınık saçlardır!
Özgürlük ter kokmaktır!
Özgürlük domatesi kendi bahçenizde yetiştirmektir!
Modern hayatın kıçına tekmeyi basın!
Özgürlük kurtlu elmalardadır!
Kurtlu elmalara dönün!
SAHİP OLDUKLARIN SONUNDA SANA SAHİP OLUR!
Ufacık Bir Not: Bizi Facebook üzerinden takip edebilirsiniz...
Bugün sizlerle tiyatroya değinelim istedik. Tiyatro sevsem de gidebildiğim
tiyatro oranı çok azdır. Buna rağmen tiyatro izlemenin yerine dinlemeyi –radyo tiyatrolarından
bahsediyorum- daha çok icra ediyorum. Birkaç gün önce yine bir radyo
tiyatrosuna daldığım bir günde bu güzel oyuna rastladım: Ağzı Çiçekli Adam. Nobel
Edebiyat Ödülü sahibi İtalyan yazar Luigi Pirandello’nun ölümcül bir hastalığa
yakalanan bir adamın, hayatının bu karmaşık döneminden bir kesitini anlatan güzel
bir oyun Ağzı Çiçekli Adam. Oyundan bahsetmeden önce az biraz tiyatrodan
bahsedelim.
Tiyatro, bir sahne
sanatıdır. Bir sahnede, seyirciler önünde oyuncuların sergilenmesi amacıyla
hazırlanmış gösterilerdir. Farklı bir şekilde duyguların ve olayların hareket
(jest) ve konuşmalarla anlatılmasıdır. Müjdat Gezen’in deyişiyle tiyatro: insanı,
insana, insanla, insanca anlatma sanatıdır.
Antik Çağ’dan bu
yana gelen bir tarihçesi olan tiyatro ilk olarak dinsel bir tören olarak başlamıştır. O dönemlerde genellikle adına amfitiyatro denilen ve
ülkemizde bunun oldukça iyi örneklerini görebileceğimiz alanlarda icra
edilirdi. Buna göre tiyatro ilk dönemlerinde Yunan Mitolojisi ile iç içeydi
diyebiliriz. Daha sonraları bu dinsel niteliğini yitirerek popüler bir eğlence
kültürü olarak icra edilmeye başlamıştır. Bu döneme damgası vuranların başında
William Shakespeare gelmektedir.
Modern tiyatro diyebileceğimiz döneme damgasını vuran önemli isimlerden biri de sanırım Konstantin Stanislavski'dir. Oyunculuk kuramını geliştiren ve günümüzdeki oyunculardan kendilerini, canlandırdıkları karakterlerin yerlerine koymalarını ve bu şekilde seyirciye söz konusu duyguları vermelerini belirten kuramı tiyatroya yerleştirmiştir.
Tiyatro
eserleri müziksiz: trajedi, komedi, drama ve müzikli: opera, operet, müzikal,
pandomim, bale, revü, skeç, tuluat olmak üzere iki grupta incelenebilir.
Bunların içinde pandomim sözsüz, düşünce ve duyguları müzik veya türlü eşyalar
eşliğinde bazen dansla, bazen de gövde ve yüz hareketleriyle yansıtmayı
hedefleyen oyun türü olmasıyla birlikte evrensel bir tiyatro dili sayılmaktadır.
Boş bir vaktinizde pandomim örneklerini izlemeniz tavsiyeyle rica olunur. ☺
“l uomo dal fiore in bocca” yani Ağzı Çiçekli Adam kaygı
verici derecede olan bir yalnızlık temasını etkileyici cümlelerle işliyor. Bu
oyunun en çok konuşulan ve beğenilen tiradını ve radyo tiyatrosundan
dinleyebileceğiniz tam oyunu buraya bırakıyorum. Bol tiyatrolu, bol gülümsemeli
günler. ☺
Tirad;
(Sessizlik)
Ölüm, garip,
iğrenç, korkunç bir böcek olsa ve yoldan geçen birinin yakasına konsa. Siz de
onu görseniz. Yolda durdurup: “Afedersiniz, müsaade eder misiniz? Yolunuzu
kestim ama üzerinize ölüm konmuş” demez misiniz? Şöyle iki parmağınızı uzatıp
onu fırlatıp atmaz mısınız? Ne mükemmel olurdu doğrusu…
(sessizlik)
Fakat ölüm bir
böcek değil. Bu gelip geçenlerin arasında birçokları onu üzerlerinde
taşıyorlar, ama görünmüyor. Onun için de korkusuz, rahat rahat dolaşıp,
yarınki, yarından sonraki hayatlarını kuruyorlar. Örneğin ben.
(Ayağa kalkar)
Bakın, şurada
bıyığımın altında, dudağımın üstünde pek hoş duran küçük çiçeği görüyor
musunuz? Doktorlar buna ne diyorlar, biliyor musunuz? Oh! Çok hoş bir adı var.
Karamela gibi tatlı bir ad: epitelyoma Söyleyin benimle beraber, siz de tadını
duyacaksınız.
(Söyler)
“epitelyumyoma”.
Çiçeklere takılan adlara da benziyor değil mi?
(Sessizlik)
Nedir bu biliyor
musunuz? Ölüm.
Geçerken bu çiçeği
dudağıma yapıştırıverdi. “Hatıram olsun” dedi. Arkasından da şunu ekledi “Beş
altı aya kadar gelirim.”
(Sessizlik)
Şimdi söyleyin
bana: Bu çiçek ağzımın içindeyken sakin, sessiz köşemde oturabilir miyim?
(Sessizlik)
Söylüyorum bunu
karıma, soruyorum: “Nedir benden istediğin? Öpeyim mi seni yani?” “Evet, öp
beni” diyor.
Geçen gün ne yaptı
biliyor musunuz? Dudaklarını bir toplu iğne ile delik deşik etti, kanattı,
sonra başımı iki elinin arasına alarak beni ağzımdan öptü. Benimle beraber
ölmek istiyormuş.
(Sessizlik)
Salak!
(Birden, hırsla)
Herhalde evde
oturacak değilim. Vitrinleri seyretmeliyim, tezgahtarların el çabukluğuna
hayran olmalıyım.
Çünkü kafam bir an
boş kalırsa çevremdeki bütün hayatı yok etmeyi düşünebilirim. Örneğin sizin
gibi son trenini kaçırmış, hiç tanımadığım birini tabancamı çıkarıp şuracıkta
öldürebilirim.
(güler)
Korkmayın böyle
bir niyetim yok. Şaka yaptım.
(Sessizlik)
Bana bir iyilik
yapın: Yarın sabah erkenden gideceğiniz o küçük köyün istasyonunda trenden
indikten sonra evinize kadar yürüyün. Yolda üzerinde pırıl pırıl kırağı
parlayan bir demet yeşilliği koparın, koparın ve sayın. Kaç tane ot
koparmışsanız o kadar yaşayacak günüm var demektir.
(Sessizlik) Ama ne olur demet
biraz kalın olsun. (Güler)
Oyun - Radyo Tiyatrosundan;
Artık Facebook üzerinden de takip edebilirsiniz: buyrun buradan
Nobel ödüllü dünyaca
ünlü yazar Gabriel Garcia Marquez 2014 yılında hayatını kaybetmişti. Marquez’in
ailesine yakın kaynaklar, Marquez’in, Meksika’nın başkenti Meksiko’daki evinde
87 yaşında hayata veda ettiğini açıklamıştı.
“Büyülü gerçekçilik”
akımının en önemli isimlerinden olan Marquez, 31 Mart’ta hastaneye
kaldırılmıştı. Ünlü yazara aşırı su kaybının yanı sıra akciğer ve idrar yolları
iltihabı teşhisi konulmuş, antibiyotik tedavisinin ardından taburcu edilmişti.
“Yüzyıllık Yalnızlık”, “Kolera Günlerinde Aşk”, “Kırmızı Pazartesi”, “Albaya
Mektup Yazan Kimse Yok”, “Labirentteki General”, “Aşk ve Öbür Cinler” ve “Bir
Kayıp Denizci” gibi unutulmaz eserlere imza atan Marquez, 1982’de Nobel
Edebiyat Ödülü’ne layık görülmüştür.
Yaklaşık 30 yıldır Meksika’da yaşayan Marquez, yaşam
öyküsünü anlattığı “Anlatmak için Yaşamak” adlı son eserini 2002’de
yayımlamıştır. Marquez’in, 1967’de yayımlanan “Yüzyıllık Yalnızlık” adlı kült
romanı 25’ten fazla dile çevrilmiştir. Yaşamını Edebiyata adayan koca çınar
Marquez ölümünden kısa süre önce tüm insanlığa hediye gibi bıraktığı Veda
Mektubunu sizlerle paylaşmak istedim.
Marquez'in Veda Mektubu
“Tanrı bir an için
paçavradan bebek olduğumu unutup can vererek beni ödüllendirse, aklımdan geçen
her şeyi dile getiremeyebilirdim, ama en azından dile getirdiklerimi
ayrıntısıyla aklımdan geçirir ve düşünürdüm. Eşyaların maddi yönlerine değil
anlamlarına değer verirdim. Az uyur, çok rüya görür, gözümü yumduğum her
dakikada, 60 saniye boyunca ışığı yitirdiğimi düşünürdüm. İnsan aşktan
vazgeçerse yaşlanır. Başkaları durduğu zaman yürümeye devam ederdim. Başkaları
uyurken uyanık kalmaya gayret ederdim. Başkaları konuşurken dinler, çikolatalı
dondurmanın tadından zevk almaya bakardım. Eğer Tanrı bana birazcık can verse,
basit giyinir, yüzümü güneşe çevirir, sadece vücudumu değil, ruhumu da tüm
çıplaklığıyla açardım. Tanrım, eğer bir kalbim olsaydı nefretimi buzun üzerine
kazır ve güneşin göstermesini beklerdim. Gökyüzündeki aya, yıldızlar boyunca
Van Gogh resimleri çizer, Benedetti şiirleri okur ve serenatlar söylerdim.
Gözyaşılarımla gülleri sular, vücuduma batan dikenlerinin
acısını hissederek dudak kırmızısı taç yapraklarından öpmek isterdim. Tanrım
bir yudumluk yaşamım olsaydı… Gün geçmesin ki, karşılaştığım tüm insanlara
onları sevdiğimi söylemeyeyim. Tüm kadın ve erkekleri, en sevdiğim insanlar
oldukları konusunda birer birer ikna ederdim. Ve aşk içinde yaşardım.
Erkeklere, yaşlandıkları zaman aşkı bırakmalarının ne kadar yanlış olduğunu
anlatırdım. Çünkü insan aşkı bırakınca yaşlanır. Çocuklara kanat verirdim. Ama
uçmayı kendi başlarına öğrenmelerine olanak sağlardım. Yaşlılara ise ölümün
yaşlanma ile değil unutma ile geldiğini öğretirdim. Ey insanlar! Sizlerden ne
kadar da çok şey öğrenmişim. Tüm insanların, mutluluğun gerçekleri görmekte
saklı olduğunu bilmeden, dağların zirvesinde yaşamak istediğini öğrendim. Yeni
doğan küçük bir bebeğin, babasının parmağını sıkarken aslında onu kendisine
sonsuza dek kelepçeyle mahkum ettiğini öğrendim. Sizlerden çok şey öğrendim.
Ama bu öğrendiklerim pek işe yaramayacak. Çünkü hepsini bir çantaya kilitledim.
Mutsuz bir şekilde… Artık ölebilir miyim?”
Artık Facebook üzerinden de takip edebilirsiniz: buyrun buradan