Yazılarım E-postana gelsin.

Yaz E-Postanı!

29 Aralık 2020 Salı

Jurnal #16 : Yittiği Yere Kadar

Özlem Ekici
Görsel: Füruğ Ferruhzad

 Sayın okuyucu, dilersen bundan uzaklaşıp gidebilirsin bir sonraki yazıya; çünkü bu biraz Levla'dan Levla'ya mektup olacak, yanlış anlama özel değil meselemiz sadece iç bunaltıcı olmasının yanı sıra karmaşık bir zihin bulanıklığına tanık olacaksın. Kopuk yazmalarım meşhurdur ama burası biraz kaosu andırıyor, yine de sen bilirsin tabi. Okuyacaksan arada durup başa alabilirsin veya baktın sarmıyor kapat geç yahu ben bile okumuyorum çoğunu. 

 Uzak kaldık blogumuzdan, kağıttan, kalemden ama en çok da kendimizden Levla. Eski kadar yazıya sarılmıyoruz sanırım, belki de sadece unutmamak için yazıyoruz bunları? Jurnaller günlüğüme düştüğüm notların dışında kendime yazdığım mektuplar olmaya başlıyor artık. Sayısını yine unuttum ama birkaç kere tekrarladığımdan eminim bu durumu, on altıncı jurnali yazıp yazıp sildim. Eskisi kadar kaçmıyoruz diyordum acılardan, gerçeklerden ama öyle değilmiş, avutuyormuşuz kendimizi Levla. Burası not defterinden ziyade kendimizi resmettiğimiz bir alandı ya hani, o resme bakmak artık bizi yoruyor sanırım. İnsan ezbere bildiği çirkin bir yüzün ayrıntılarına dönüp durup bakmaktan da usanıyor ya neticede, hak vermek lazım. Yaşlandığımızı veya büyüdüğümüzü -ne dersek diyelim işte adına, bana göre de içimin geçmesi mesela ama bunu dile getirmemek lazım- nasıl anlarıza kafa yoruyoruz birkaç gündür, durduk yere o raftan düşüp zihnimizi bulandırmadı bu düşünce biliyorsun, bir süredir dördüncü kere aynı kitabı okuyorsun. Her seferinde o sayfada durup dalıyorsun. Dur şimdi, onu hatırlatmak lazım mı bilemedim zaten ezberinde değil miydi o senin? Unutmuşumdur, bir daha üzerinden geçelim.

"Ne dersek diyelim, ne iddia edersek edelim, dünya gerçekten çekip gitmeden çok öncesinde terk ediyor bizleri.

 Daha önce en çok meraklısı olduğumuz şeylerden, günün birinde artık gitgide daha az söz eder oluveririz, ille de konuşmak gerektiğinde de zorlanırız. Hep kendi sesimizi duymaktan gına gelmiştir... Kısa keseriz... Vazgeçeriz... Otuz yıldır konuşup duruyoruzdur zaten... Haklı çıkmayı bile umursamamaya başlarız. Zevkler arasında kendimize ayırdığımız o küçük yeri bile koruma arzusunu yitiririz... Kendimizden iğreniriz... Azıcık karnını doyurmak, birazcık ısınmak ve hiçbir yere varmayan yolda giderken mümkün olduğu kadar çok uyuyabilmek artık yetiyor da artıyordur bile. Yeniden bir şeylere ilgi duymak için başkalarının önünde takınacak yeni surat ifadeleri bulmak gerek... Ancak artık repertuarımızı değiştirecek gücümüz kalmamıştır. Eveleyip geveleriz. Onların, yani dostların arasında kalabilmek için bin türlü numara ve bahane ararız, ancak ölüm de artık buradadır, leş kokulu, yanı başımızda, artık daima orada kalacaktır, bir el pişpirik kadar bile gizemi kalmamış olacaktır. Gözümüzde bir anlam ifade etmeye devam eden tek şey olarak ufak tefek üzüntülerimiz kalmıştır, sözgelimi o küçük şarkısı bir Şubat akşamı ebediyen susan Bois-Colombes’daki ihtiyar amcamızı henüz sağken ziyaret etmeye bir türlü zaman ayıramamış olmanın üzüntüsü. Yaşamdan geriye sakladığımız bir bu kalmıştır. Yani bu ufacık korkunç pişmanlık, gerisini ise, az çok yolda kusmuşuzdur, epey çabalayarak ve zorlanarak da olsa. Artık kimsenin geçmediği bir sokağın köşesindeki eski püskü bir anı fenerine dönüşmüşüzdür."

(Gecenin Sonuna Yolculuk, Louis Ferdinand Céline, Yapı Kredi Yayınları, 22.Baskı, s.468.) 

 Terk mi ediliyoruz, yoksa kasıtlı olarak biz mi bırakıyoruz kısmı daha ilk cümleden beynimi ağrıtmaya başlamıştı hatırlıyor musun? Genellemeyi geçip kendimize baktığımızda da bir hayli karışmıştı ortalık, duvarın cevap verdiği gündü sanırım. Bir şeyler oldu ama neyse onu geçelim, sonra düşünürüz bunları. Yaşlanmak mı yoksa büyümek mi yoksa olgunlaşmak mı yahu bunu geçtim, içim geçti diyoruz derken birden durdum.

 Hayatı bazen çok kolay bir şekilde biz bırakıp gidiyoruz Levla, çok canımız yanıyormuş diyerek acımıza kol kanat gerip içimize gömüldükçe geçen dakikaların boşluğuna mı yoksa yaşanacak ama yaşanılamayan anların sayısına mı borçlu kaldık? Oysa ölüm diye bir uçurumun kıyısında oyalanıyorduk, unuttun mu? Hatırlamak değerli, unutmak yorucu, bir o taraftayız bir bu tarafta; oyalanmalıyız, bir noktada durup izleyerek dengede duramayız o kıyıda, sahi denge diye bir şey yoktu sende, bu kısım imkansız o zaman. Bir kısım uğraşlara başlayıp devam ettirememek de değil hani kast ettiğimiz; devamlı olabilmek önemli, asıl bunu başarmalıyız. Sekteye uğrayabilir ama durup tekrar başına geçmeyi bilmeliyiz. Artık repertuarımızı değiştirmeliyiz dediğimiz anda o gücü bulmak lazım ya hani, biliyorsun işte ne dediğimi -kaçmak çözüm değil demiştik- yap gitsin. Daha da yaşlanmadan geçip bir şeyler yapmalıyız demek lazım sanırım, yoksa kimse inanmıyor olan bitene, duvarlar bile üstün körü bir inkara girişiyor. Sonra o eski püskü fenerin birkaç yüzü aydınlatması ümidine bağlı kalamayız, biliyorsun. 

 Bir mektup yazdık, oradan başladı her şey aslında; bloga resmetmekten korktuğumuz o yüzü tekrar görmeye böyle geldik. Susmak yerine konuşmayı seçtiğim ilk zamandı bu, iyi bir başlangıç sayılmazdı lakin yine bir başlangıç fena olmadı yahu kaç senedir susuyoruz. Bazı şeyler konuşulmalı dedikçe sustuğumuz o kutuyu kapamanın ne anlamı vardı, onlar senin birer parçan diyene korku dolu gözlerle bakacak kadar neyin vardı ah Levla?

 Kutu fazla aralanmadı ama en azından içinde artık ne olduğundan eminiz; bir denizim vardı, sonra bir arzum, bir de bir miniğim. Ruh denen o sisin içinde kayboldukça ovaladığım penceremden etrafı göremiyorum. O parka bakamıyorum, o çocuk gülüşleri doldurmuyor kulaklarımı, gidenlere ağıtlar yakıyor arkada birileri -bu sesi durdurmalarını söyledim defalarca ama olmuyor. Bir sızının parçaları batıyor ayak uçlarında gezinen o kıza, bak yine çipil çipil gözleri ama işte bu kadar görünüyor o bulanıklıkta, kollarını sallaman sisi dağıtmaya yetmiyor, bazen kanatlarının olmasını çok istiyorsun.

 Bak yine takıldık boya kutusuna, yine boyanmadı değil mi o duvarlar, yaşamdan geriye ne sakladın dediklerinde göstereceğiz bunları diye mi boş olmasına rağmen ısrarla orada tutman? Geride ahuzar olanlar bıraksak da bir şekilde unutmaya meyil ettik hep, yittiği yere kadar eski bir hikaye tutturduk. Ben ölmeyi beceremem Levla ama her hayalimi parmaklarımın arasına gömmeyi bildim. Boynundaki o kesiklerin sebebi belki de bunlardır, her zaman dikkatsiz biri oldun. İzdüşümü birkaç adım attık önce, bazen kıyının da kıyısında olmak yaşıyorum hissi verir ümidiyle, o rüzgarın saçlarına değmesini izledim. Savrulanlar saç telleri yerine birkaç zincirmiş, gün ağarınca parıltısı cezbetse de artık hoşumuza gitmiyor. 

 İstediğimiz o kentin sokaklarında birkaç ses duyma arzusu belki de bizimkisi, yine yaşıyor değil de sıkışmış kalmış hissi duyuyoruz ya hani işte o sivri köşelerden uzak durmak lazım Levla.

   Her şeyin bir zamanı var. Gecikmişliklerimizden asılı kalacağız hayata. Şimdi bir süreliğine yine gideceğim, ama biliyorsunuz buralarda hep görüşüyoruz.

Yazı bitti, bu kadar.  



22 Ekim 2020 Perşembe

Jurnal #15 : Havada Bir Eksiklik Var

Özlem Ekici

   Kendime dönmek zorunda olduğum birtakım yollardan geri yürüdüm. Daha sağlam durabilmek, dayanabilmek için bir sonraki adımımdan önce kırk kez düşünmeye başladım. Nereye olduğu önemsiz, çıkıp gitmek istedim şu kapıdan. Benim biraz kendime gelmem lazım Levla. İyi de zamanla kendine gelirdin zaten, bak öyle diyorlar, zamanla toplarsın, zamanla geçer, alışırsın. Ah be Levla, o kadar basit mi ki bu kendine gelmek dediğimiz olay? Ben kendimi bile bilmiyorken nasıl geleyim, sahi ben kimim, biz kimiz, Levla sen kimsin, kimsin sen? Bunu geçenlerde de sormuştum, değil mi, neden dönüp dolaşıp buraya geliyoruz biz senle? 

   Ben herkesin hayatının belli bir kısmında olan o insanım. Sesi çıkmıyor diye anlaşılmayan kırgınlıklarımdan, üzerime diktiğim roller ve maskelerle bir tutup beni yargılayanların hayatlarında uğradıkları bir duraktım; öylesine bir güzergahtım, kimsenin inmediği. O camların ardından baktılar bana, beni anladıklarını düşündüler, sorun var demedim diye her şey yolunda sandılar, anlatmadığım sürece anlaşılmadım, anlattığımda da anlamadılar, anlaşılamadık Levla. Sonra inceldiği yerden koparmayı öğrendik, sustuk bekledik, onlar anlattı, sustuk, onlar bağırdı, sustuk, dertleştiler seninle, sustuk, her şeye eyvallah diyerek kafa salladık. Görmezden geldiler, sustuk, kırıklarla yaşanır dediler Levla, bizim kesiklerimiz var diyemedik, bunlarla yaşanmıyor diyemedik. Şakaya vurduk hep acıları, güldük en güzel gülüşlerimizle, sonra öyle bir ağladık ki herkesi kaçırdık kendimizden. Keşke her şey durulsa Levla, bir süre de onlar sussa, bir sessizlik olsa şimdi buralarda. Çok isterdim bunu. 

   Kendimi tanıyamıyorum Levla, seni tanıyamıyorum, bizi tanıyamıyorum. Çok kısa zamanda ne kadar çok değiştim. Ne kadar çok fark ettim, ne kadar çok kabul ettim, ne kadar çabuk kabullendim. Ne kadar çok sildim, ne kadar çok vazgeçtim, ne kadar çok sevdim. Bazı yerlerde iki kere daha çok oluyormuş, Levla. Bunu çok iyi anladık, değil mi? İyi değiliz, kötü de değiliz. Sadece doluyuz, ama hani yağamıyoruz gibi. Böyle havada bir hinlik var da bizler onu görmemişiz, kendimizden bilmişiz gibi. Bir eksik var da biz o eksiği tamamlamak yerine bir de biz eksiltmişiz kendimizi. Anlayamıyoruz bunu ama biliyorsun. O arada kalmışlık hissi omuzlarımıza yük olmuş yine. Hiçlik var, nedensizlik ve nereye gittiğimizi yine bilmiyoruz Levla. Bir karmaşa var, çevremizde, tam ortasındasın, yeter, susma, bir karmaşa bu, bitsin Levla, böyle ne seviniyoruz ne üzülüyoruz ne de seviliyoruz. İyi değiliz Levla ama kötü de değiliz, tam ortasındayız. 

   İçimdeki her şey ölüyor Levla, hatta düş kurabileceğine inanan o ben bile nefes almayı bıraktı. Ne yaparsam yapayım, gönlümün kaydığı bütün o dinginlikler ben onlara yaklaştığım kadar benden kaçıyorlar. Canım çok şey anlatmak istiyor ama yorgunum. Heveslerim yorgun, zamanla geçeceğine olan inancım da yorgun. Mecalimiz kalmadı, çok yorgunum. Şu köşede azıcık dinlensek, bize kim nasıl geliyorsa biz de öyle gitsek ya artık. Olmasında bir hayır vardır diye diye olmadı hiçbir şey, olduramadık. Her gün yıkılıp yeniden toparlanıyorum Levla. Bizden başka kimsenin haberi olmuyor. Her seferinde kendimi bu noktada bulmaktan çok sıkıldım. Çıkıp şu kapıdan saatlerce dolaşmak istiyorum ama ben benimle gelmesin. Susmak bilmiyor bunlar, sessiz bir gürültüyle dolaşıyorum sürekli. Biraz şu bankta dinlenelim mi seninle, bak çocuklar ne mutlu. 

   Bazı vedalarımız oldu, bazı yaşanmışlıklardan geçtin Levla, ruhunun ağırlığını gönlün taşıyamadı. Gönlünün karasından ruhuna da çalındı ama göğün yine aynı kaldı. Bazen o derin kıyılardan baktın uzun uzun; kendine, kendin gördüklerine. Geceleri uyanıp yeter diye bağırdın onlara, sonra dönüp tekrar kollarına koştun. Hayattan kaçıp uykuya sığındın, kabuslarından kaçıp gecenin karasından çaldın yüreğine. Gecenin boya kovasını çalmışsın bak yine diye azarladın o miniği, gönlünü alayım diye ilk sen fırçanı batırıp boyadın göğünü. Göğsüm sızlıyor Levla, tam şuramda bir sızı var, biliyorsun. O sızı seni uyandırıyor, o sızı beni ağlatıyor, o sızı bizim kollarımızı kırıyor, tutamıyoruz sonra hayatın yakasını. Silkelesek şöyle bir, belki düzelecek hepsi, biraz da biz sevineceğiz. Mavi boya da isterdik belki, kırık kollarla yaşamak zor Levla. 

   Kendimi yaşıyor gibi değil de sıkışmış gibi hissediyorum. Bu eve, bu yolda, bu hayatta... Ruhum ağır geliyor gönlüme, omuzlarımdan tutup silkelesene beni. Levla bir çare bulacak mı zaman bize? Ruhumun, yüreğimi parçalayan sivri köşeleri var. Kesiklerimizden kan yerine akan irin mi? Sus!

   Her şeyin bir zamanı var, hatırlayacağız. Gecikmişliklerimizden asılı kalacağız hayata. Şimdi bir süreliğine sessizlik. Yazı bitti.  



14 Ekim 2020 Çarşamba

Jurnal #14 : Vakit Sandığından da Geç

Özlem Ekici

   "Bakalım bu sabah hangi felakete uyandık!" diyerek kalktığım günlerdeyim. Her günün bir başka güne aman vermeden istikrarlı bir şekilde daha kötü geçmesine ise artık şaşırmıyorum. Bizi gittikçe daha kötüsüne alıştırıyorlar Albayım, bu böyle daha ne kadar gidecek, ben dayanamıyorum! Bu aralar fazla maruz kaldım Tehlikeli Oyunlar'a ve Tutunamayanlar'a. Son kez tekrar okuyayım diyerek sürekli sayfalarının arasında kayboluyorum. "Son kez" şu sıralar en fazla kullandığım söz bu sanırım. Gitmek ne zaman olur bilemiyorum Levla, bugün daha bir hışımla uyandık ya uykudan, belki de vaktin değerini anlıyoruzdur. 

   Bazen zamanın ne kadar hızlı geçip gittiğine şaşkın şaşkın bakan bir ben hatırlıyorum, saate baktığında "Vay be ne çok çabuk akşam olmuş!" dediğim sayısız akşam. Okuyacak çok kitabım, çalışacak çok dersim, araştırmak istediğim birçok konu, yaşamak istediğim birçok gün veya birkaç gün... Bazen sadece düşünerek geçirmek istediğim günlerim, birileriyle oturup sohbet etmek istediğim akşam üzerilerim, gece uykusuzluğuma katık olacak çeşitli müziklerim var. Peki ya zamanım?

   "Uzun zamanlar oldu" dedim daha birkaç gün önce, bir dostuma. Görmeyeli, konuşmayalı çok uzun zaman oldu Levla. Bazı şeyler kaldı içimizde, bazı şeylerin üzerini biz örttük, bazılarını da yanlış muhataplarının üzerine yürüttük. Vakit geçti, biz de durmadık geçtik yanlarından. Sayfaların arasında papatyalar kuruttuk, o papatyalardan şiirler kurduk, o şiirleri içlerimize doldurduk ama geçti hepsi. Biz yine sustuk, içimize konuştuk, içimizde konuştuk. Levla, duydun mu ki beni? 

   Şarkılara resimler çiziyorum, bir dağ, bir kız belki bazen bir çift göz. Her çizdiğim çizgide kağıda bir kesik atıyordum ya hani, o beyazlığı karanlığa gömüyordum. Aslında çizmeyi neden sevdiğimi hatırladım böyle böyle, beyaz kağıtları içimin simsiyah göğüne buladığım her çizgimle maviliğimin kıyısından tutuyormuşum ben. Vakit sandığımdan geç ama birazcık o maviliği görsem içime huzur doluyor, bilirsin huzur önemli. Her günümü bir sonrakine tan vaktinden bağladığım gibi her günlüğü bir sonraki günlüğe tam ortasından iliştiriyorum. Yine aynı camdan bakıp geçip giden saatime ağız dolusu küfürler ediyorum. 

   Söyleyemediklerim, sustuklarım, yanından geçip gittiklerim hep içimde ince bir sızı. Zamanında yapacaktım, vaktinde bağıracaktım diye diye geçirdiğim dakikalarımın üzerinden tekrar tekrar geçiyorum şimdi, sona yaklaştıkça artan bir acele ve pişmanlıkla. Hüzün hep var bak, tam ortasında hem de. Bu kaçıncı Levla bilmiyorum ama zaman çok çabuk geçiyor! Zamanla geçer dediğim şeyler hep bir hışımla alıp götürüyor bizden ömrümüzü. Sonra bir düşünüyorum Levla; bir okyanus var herkesin içinde, kimisi oturup izliyor onu, kimisi içine dalıp çıkıyor da yüzmeye başlıyor, kimi de arkasına bile bakmadan kaçıp gidiyor ondan uzağa. Biz hangisiydik, hangisi sendin, hangisi ben? Biz kimdik? Hakikaten Levla sen kimsin? 

   Yazmak eskisi kadar kolay değil demiştim ya hani, sanki konuşması çok kolaymış gibi. Kolay değil diyen ben, kalkıp günlüğümün sayfalarını tükettim Levla. Sayfalar dolusu yazmışım. Her sayfada tekrarlanan cümleler var mesela, başta da zaman geçer, zaman geçer, alışırım, alışırım, alıştık, alıştık, zaman geçti, geçti, geçti. Artık affedemiyorum kendimi demişim bak tam o gün, yine tekrarsız bir ağır cümle savurmuşum kendime. Sayfaya bile ağır gelmiş olacak ki köşesinden su almış, hafif de sararmış. Aylar, yıllar önce söylediğim ama hala aklıma geldikçe kalbimi sızlatan, gözlerimi dolduran, duygularımı alt üst eden cümleler karalamışım. Sessizliğim çok konuşmuş Levla, ama duyuramamış kendini. Suskunluğum, ne de çok bağırmış o gün. Bir kahve koyalım, dur bekle, iyi gelir bize. 

   Yaşamak çok nadir rastladığımız bir şey olmuş, düşünsene, bazı günler sadece orada o anda var olduğun, nefes aldığın için geçip gitmiş. Öylesine geçip gitmesine izin vermişsin o dakikaların. İşte şuramda bir sızı var, tam yerini bulamıyorum ama var işte. Ağır laflar etmek yerine gülüp geçsene be Levla, yeterince sızımız vardı zaten. Saçların geliyor eline, dokunmaya korkar oldun, stres mi hep bunlar, hüzün demiyor kimse, şişt fazla sesin çıkmasın, susmak bizim en büyük çılgınlığımız unutma. Bitirelim bunu, çoğunda gözümüz yok zamanın. 

Görüştük buralarda, yine görüşeceğiz. 

Yazı bugünlük bitsin. 



8 Ekim 2020 Perşembe

Jurnal #13 : Güzel Yerinden Kırılmak

Özlem Ekici

   Bazı şeylere eskisi kadar sesim çıkmıyor yani eskiden sesimin gür bir şekilde çıktığı şeylere susup kalıyorum, ya da sessiz kalmayıp bağıra çağıra gittiğim meselelerde de artık ağzımı açmıyorum. En çok sesim kendime çıkıyor hatta, bugün yine ayna karşısında bağırdım, kızdım kendime, sonra durup iki üç ağzı bozuk laf ettim. Biraz rahatlar gibi olunca oturup bakıştım aynadakiyle, gittikçe hüzün çöküyordu gözlerine ama yapma demedim. Yağmur yağıyor yine, oysa severdik biz yağmuru, ıslanmayı, ıslak koşmayı, yürümeyi, ne oldu demedim ama bak yine, olması gerekenler olmadı da olmaması gereken ne varsa oldu işte yine. Bir türkü var kulağımda, anonim, ama aklıma türlü meseleleri, cürümlerimi getiriveren cinsten. 

   Geçenlerde bir resim çizmiştim, o yarın başında sanki ben vardım da uzaktan kendime bakıyordum. Ne yapıyorsun, nereye bakıyorsun böyle demek geldi geldi gitti dilimin ucundan. Bazen dönmüyor cümleler geri, öylece çıkıp karışıyor havaya, ama işte onlar da gidiyor zamanla birlikte. Geçiyor her şey, geçmese de alışılıyor değil mi? Denizi özledim ben, diye çığlıklarım oluyor bazı geceler. Sonra susuyoruz öylece, birkaç uyku sersemi nidası nasıl olsa değil mi? Tutunmak çok zor, tutunamıyoruz albayım diye bağıralım mı, ben artık susmaktan sıkıldım, sesim çıksa ya birazcık, çok değil, biraz sadece. Güzel yerinden kırılanların sesi çok çıkmazmış aslında, değil mi Levla?

   Göynüm de göğüm de hep aynı renk artık, hatta ikisi de artık bana çok ağır geliyor, başımı kaldırıp bakamıyorum. Göründüğü kadar büyük değil benim cüssem, bilirsin içim hep biraz daha kırılgan. Bak yine öylece dönmeden gidiyor kelimeler, tıpkı ben gibi. Sanırım o yarın başında bakmıyorum da haykırıyorum ben, sustuklarım yankılanıp dalgaların arasında kaybolsun diye. Diğer türlü çok ağır bunlar, bak taşıyamıyorum, bıraksam ya şunları bu köşeye, sonra hızlı hızlı yürürüm, yetişirim belki hayata. Bir ben vardı işte derim, şu köşede, bıraktı göynündekileri. Göğüne bakmak ağır geliyormuş artık, hızlı hızlı gitti geçti buradan. Olmaz mı? 

   Siyah değil, kara o, kapkara, simsiyah. Eskisi gibi değil mavim, artık mavi denir mi onu da bilmiyorum ya neyse. Şiirler okuyorum, ama o şairi değil artık, o duraktan gideli çok oldu sanırım. Belki de o durak da gitti oradan, kalmadı yerinde hiçbir şey, o da gitmiştir belki. Kendimin ağacı olmayı öğrenmeliyim diye dolanıyorum ortalıkta, nereden başlanacağını bilmeden, öylece ortasından tutunuyorum, ben bazen böyle fikirlere tuttuğum yerden kapılırım bilirsin. Her şey geçer, değil mi?

   Güneş doğsun diye bir gün daha, kalkıyorum yataktan, yastığımdan ayrılmak eskisinden zor geliyor artık. Uyku aradığım ve özlediğim bir şey oldu, uyusam saatlerce. Günlerce, aylarca, yıllarca... Uyanacağım ihtimali korkusundan uyuyamıyorum bazı günler. Güzel şeylerin hep bir sonu vardır diye bir ses yankılanıyor sonra, duvarım da sonunda benimle konuşuyor galiba. Üzerine resimler astığım halde bir türlü sevemediğim, resimleri de sürekli söküp atıyorum ya canını acıtmak istercesine, herhalde kızgın bana, canımı yakacak laflar dışında pek konuşkan olmuyor. Ben de hep daha bir hışımla söküyorum resimleri üzerinden, boyalarını kazıyorum rüyalarımda. 

   Biraz canım sıkkın bugün, yağmur yağıyor. O rüzgarla gelen koku da kesmiyor beni şimdi, üşüteceğimi bile bile dikiliyorum o camda. Çocuk parkına bakıyorum yine, salıncaklar usulca salınıyor, boşlar, çocuk seslerinden bihaberler, damlaların ağırlığı belki bir nebze kesiyor onları. Toprak yağmura karışıyor ya şimdi, özlemişler midir ki birbirlerini? O hasreti onlar da mı duyumsuyorlar, bak ne güzel bir ezgi tutturmuşlar, o hafif şıpırtılar, koşmalıyım altında, belki bir gün. 

Görüştük hep buralarda, yine görüşeceğiz.

Bu kadar, yazı bitti.


28 Eylül 2020 Pazartesi

Jurnal #12 : Kitaplar, Okumak ve Diğer Şeyler Üzerine

Özlem Ekici

  Merhabalaaaar, merhabalaaaar, merhaba sana da sayın okuyucu. Tanıdığınız kadarıyla, takip ettiğiniz kadarıyla haberiniz var ki kitapları çok seviyorum, ama hani böyle pek de lafta değil, okumaya çocuk yaşlarda başlamak ise yaptığım en iyi şeydi. Teyzelerimden biri eskiden "Gümüşlük" olarak adlandırılan dolabı kitaplığa çevirmiş hatta içindeki cam bardakları, tabakları, süs eşyalarını falan birkaç göze tıkmış geri kalanına kitaplarını tek tek dizmişti. Dört beş yaşlarımdaki merakla orayı düzenlediği zamanlarda özellikle onu izlerdim, kitapların ne olduğuna dair pek fikrim olmasa da güzel bir şey olmasa neden anneannem kitapları oraya koymasına izin versin ki derdim. Gazetelerin resimlerine bıyıklar, gözlükler çizmeye başladığımız zamanlarda da o minik tırtıllar misali koyu renklerde sayfalarca uzanıp giden şeylerin ne olduğundan bir haber güler eğlenirdik. Annemin bana teyzemin kitaplarını koklattığı zamanı hatırlıyorum, o kokunun hala hastasıyım mesela :) Sonra bana verdiği ufacık sözler, okumayı öğren sana da alalım bunlardan, sen de teyzen gibi oku onları, diz buraya. Okuma bilmeyen çocuğa kitap nasıl aşılanır bilmiyorum ama bunu bizimkiler yaptı :) Okumayı öyle hırslı bir şekilde aceleyle nasıl söktüm bilmiyorum. Ben de o fiş dediğimiz kağıtlardan, kara tahtanın üzerine geçirilmiş iplere tutturulan hani, "Ali ata bak" ile başlamıştım işe. Öyle hazırlıklıydım ki ilk kitabımı bile belirlemiştim, teyzemin dolabında beyaz kapaklı üzerinde garip bir adamın olduğu kitabı okuyacaktım. Onu çok seveceğimi söylemişti teyzem, hem neden olmasın ki, okurum ben onu, okuyordum ya artık, yapardım ben, okuyacaktım. Yıllar içinde okumaya daha da ısındım, gazetelere artık bıyık çizmek yerine okumak için uzanır olmuştum, okul kütüphanesinde öğle aralarımı geçiriyordum, teyzemin kütüphanesini tüketmeye başlamıştım. Oradan okuduğum ilk kitap "Notre Dame'ın Kamburu"ydu, o garip adamın Quasimodo olduğunu ve garipten çok sadece kambur olduğunu ve o güzeller güzeli çingene kızına aşıktı, bir çocuğun ilk okuduğu roman bu olur mu arkadaşım? Teyzecim insan bir der bu çocuk daha, bunu okumasın azıcık daha dursun bu, büyüsün biraz işte o zaman verelim eline. Demediler, kötü mü oldu hayır tabi ki, beni öyle büyüledi ki bu kitap ben ilk kez romanları okumaya ilgi duydum. Sonrası da geldi zaten :) Siz yine ilkokul okuyan bir çocuğun eline Dünya Klasiklerinden vermeden önce bir düşünün. 

  Bu yaşıma ki biliyorsunuz yirmileri ortalamaya biraz daha var hala ki bu çok iyi, 25 olmadan ne kadar okuyacağım kitap varsa bitirmek istiyorum, yeni yazarları tabi düşünürüz sonra, ne diyordum, bu yaşıma kadar okuduklarımı liste falan yapıyorum elbette, ve henüz düşündüğüm sayıya ulaşabilmiş değilim, biraz daha çabalamam lazım ama olacak, en azından şunu söyleyebilirim ki sekiz yüzü bu sene gördüm çok şükür :) Okulların uzaktan olması, pandemide evde kalmalar yaradı, yıllık okuma sayımı baya arttırdım, hatta üç kez falan hedefimi düzenledim, oldukça da verimli gidiyor, bir süreliğine okuyamama durumu olmasına rağmen oldukça iyi gidiyoruz, biliyorsunuz kitaplar çok iyi birer dost ama ben onları işim olarak görmeyi daha çok seviyorum. Gelelim bu konuya, günlük okuma veya okuma alışkanlığının günlük olarak sayfa hedefi falan filanına, ben genelde bunu çok önemsemiyorum, çünkü dediğim gibi bir iş olarak baktığımdan bu olaya o kitap her dakika elimde oluyor. Yemek yaparken, yemek yerken, temizlik yaparken veya bir başka iş sırasında, ya elimde kitapla geçiyorum onların başına ya da sesli kitap haliyle, zaten kitap sizi sarmışsa ondan ayrılamıyorsunuz ki, yani en azından ben öyleyim, kaç kez sınav öncesi kitap bitireceğim diye sınava hiç çalışmadan girdiğimi biliyorum :) Bunu yapacak kadar kitap diye delirmenin bir faydası yok arkadaşım, ben de farkındayım da yahu o kitap da ne enfesti, var yaa :) 

 Günlük sayfa olarak genelde arkadaş çevreme iş yoğunluklarına göre ayarlamalarını söylüyorum ve bu 100-250 arasında değişiyor, zorunluluk yüklemek size sorun yapmıyorsa bu çok iyi bir iş, lakin ben gibi her zorunlu durumdan kaçmanın türlü yollarını arayan biriyseniz bırakın hedefi falan, kitap size yön versin. Kitap dışında okumalar yapmayı da çok önemli buluyorum ben, her gün en az bir şiir veya birkaç sevdiğiniz bloglardan yazılar olabilir mesela, ben genelde şiir ve haberlerle vakit geçiriyorum, blog okumalarını aksattığım oluyor haliyle. Dil ile ilgileniyorsanız bunu çeşitlendirebilirsiniz de üstelik, örneğin ben mutlaka her güne farklı bir dilde şiir ekliyorum, hem ruhumu dinginleştiriyor hem de dil bilgimi geliştirmiş oluyorum. Fazla öneriler kuşağı oldu bu Levla, az biraz sus da günlüğüne dön, peki tamam tamam, çenem düştü mü duramıyorum.

    Okumak demişken, bu kadar okudun hala okuyorsun, eh bütün bu okudukların aklında kalıyor mu, tabi ki bir kısmı kalıyor bir kısmı da o dakikada buhar olup havaya karışıyor, tam da bu noktada altını çizdiğim yerler ve sayfa kenarlarına aldığım notlar vb ile bu açığı kapatmaya çalışıyorum. Tabi ki her okumadan sonra ufak da olsa çıkarımlarımı, notlarımı ve sevdiğim alıntıları elektronik notlarıma aktarıyorum ki ileride lazım olduğunda dönebileyim. Bunu sadece kitaplar için yapmıyorum ayrıca, okuduğum bir haber yazısı, inceleme yazısı veya araştırma yazısı için de uyguluyorum, fazlasıyla unutkan olabiliyorum çünkü. Elimin altında hep bir kalem ve not kağıdıyla gezmem bu yüzden, bu iş için telefon kullanmaya yeni yeni alışıyorum, belki tamamen ona geçerim bilemiyorum :) 

  Eh bu kadar kitaplardan bahsettin de dergilerden hiç mi bahsetmez bir insan, yahu nasıl oldu unuttum bak ben bunu da, neyse dur önce kitapları bir bitir de, ama bitmedi miydi onlar, hepsini çorba yaptın be, ne çorbası yapmışım, ben yaptıysam güzel olmuştur o, vay yürüyen ego hoş geldin biz de seni bekliyorduk, siz kim kim, kim kimmiş yahu, siz kim kim, siz kim be Levla? 

  Alan kitapları, edebiyat kitapları, dünya klasikleri, felsefe kitapları derken uzayıp gider listelerden ben de sıkılmıyor değilim bazen, hele ki o okuyacağım dediğim kitap listesi bir türlü azalmıyor arkadaşım, bir kitap okuyorsam iki kitap okuyacağım diye ekliyorum sanki hep, bir de etrafımda öyle güzel kitaplar okuyan insanlar var ki, keşke ben de okusam onu ya diyorum ama hani böyle okuyacağım ama tam da o anda, sonra değil, sonra olmaz, sabır yok hiç hem de, sonraya kalmasın hemen okuyayım istiyorum, böyle böyle o liste azalır mı, tabi ki azalmaz. Fizik kitaplarım yerlerde yığılı, romanları koyacak yer kalmamış kitaplıkta, hayır dergileri de mi rafa koyacaksın, ya ama ben kıyamam onları koliye koymaya derken bugün de bitti. 

  Gelelim mi dergilere, koca bir yığın hani şu rafta, renk renk, gerçekten de öyleler, ben özellikle bilim dergilerine ve felsefe dergilerine ilgili olsam da edebiyat dergilerine de sık sık elim gittiğinden nereye koyacağımı bilemediğim bir yığın dergim var, hepsi de bana göre birbirinden iyi, ama birkaçı onlardan daha iyi ;) Özellikle aklıma gelen birkaçını da belirteyim, edebiyat kulvarında çok fazla dergimiz var lakin ben en çok Notos okumuşumdur, gerek içerik gerek dizayn olarak çok iyi olduğunu söyleyebilirim, bilim olarak farklı şeyler denesem de kopamadığım Popular Science Türkiye dergisidir, sosyal medya üzerinden de çok severek takip ediyorum, beni sık sık şaşırtmaya devam ediyorlar, felsefe dergisi olarak da Düşünbil, siteleri de dolu doludur. Dergi konusunda daha dolu bir liste yapmayı planlıyorum ama umarım üşenip de vazgeçmem, biliyorsunuz yazma konusunda çok tembelleştim. 

 Başka neler yapıyorum; resim çizmeye tekrar başladım, sonunda gitar konusunda kendimi geliştirme şansı elde ettiğimden dolayı artık şiirden çok şarkı yazıyorum gibi, öykü okumalarına başladım ki ben öyle çok öykü okuyan biri hiç değildim olamadım, oluyor gibiyim, umarım böyle devam eder, yazma konusunda gördüğünüz gibi biraz daha sık yazmaya çabalıyorum, devam etmesi temennisiyle :) Uzaktan da olsa okulların açılıyor olması sebebiyle alan derslerine başladım, Ankara'yla bu aralar uzağız ama oraya yolculuk planlarım var, bakalım.

  Umarım daha sık görüşürüz, biliyorsunuz biz hep bir şekilde buralarda görüştük zaten sizinle. :)



22 Eylül 2020 Salı

Jurnal #11 : Şimdi Biraz Uyu

Özlem Ekici

  Uzun süredir yazmak içimden gelmiyor, eh sebepleri takip edenlerin az çok bildiği gibi, çalkantılı ruh halim o kadar dengesiz ki yazacak olduğum sırada ne önce ne sonra dökülmeli cümleye belli olmuyor, zaten öyle çok düzenli cümleler de kuran biri değildim ya hadi bunu boşverelim. Yine de blogu güncel tutmaya çalışsam da olmuyor dostum, ne yazacağım ne diyeceğim, ulan bunu yazsam o okursa falan da filan da derken ortalık karışıyor. Görüldüğü üzere Levla ortalığa ulanları, lenleri, lanları yaymaya başladığı bir dönemde. Zaten hiç de düzgün olmamıştı ağzım ama artık yüksünmüyorum sanırım bu durumdan, ben ağzımı bozmayayım da kim bozsun ama yine de güzel konuşmaya dikkat edeceğim.

  Şiirlerimi kaldırdım ya blogtan artık burası daha bir boş geliyor nedense bana, biliyor musunuz bilmem ama o şiirleri ben paylaşmak için kendimden çok ödün vermiştim, bana açılan gizli kapılar gibiydi hepsi birer birer ve orada burada onlardan görmek, üstelik Levla isminin yazması gereken yerde bir başka isimler görmek, arkadaşım kabul edelim ben buna sinirlenmeyeyim de napayım? Bundan da hoşuna gideni al sayılmayan kişilik, al al bak bu da çok değerlenir oralarda. Sakiniz Levla, sakin. 

  Uzun süredir günlük de yazmıyorum, unutmak zaten artık bana çok da ağır gelmiyor gibi, ne gerek var lafımı artık buna da kullanıyorum. Kabul etmeliyim ki yazmalıydım aslında, insan içine atınca çok acılı gülüyor arkadaşlar. Nasıl güzel gülerim bilirsin, artık gülerken çok zorlanıyorum, boğazımda yumru var derler ya o artık yumru değil, daha çok jilet yutmuşum da oraya takılı kalmış, güldükçe acıtıyor ama bir o kadar da güzel gülüyorum. Eskisi gibi hissedemiyorum, bak giden gitti, kalana da yazık be, elimde ufacık bir hatıra da kalmıyor baksana, unutmak o kadar sıradanlaştı ki bu yazının başını bile unutup defalarca okudum şimdiden. Size burada aşk üstüne, acı üstüne yığınla cümle dökebilirdim de ne gerek var? 

  Blog üzerinde çalışıyorum şu sıralar, aslında burayı edebiyattan soyutlayıp günlük iç dökmelerimin olduğu bir yere çevirmeye başlayacağım ki bu da ilk adımı olacak sanırım. Bu demek oluyor ki daha çok jurnal ve daha çok kitap, arada da işte böyle saçmalamalarımla sıkacağım canınızı. 

  Bir şarkı ismini vermek istedim bu günlüğe ve neden bu kısmını aslında dinlediğinizde ve birkaç cümle yukarıda kısaca dokundurduğum anılarımdan dolayı olduğu sonucuna varmanızı bekleyeceğim, çünkü uzun uzun yazmak eskisi gibi iyi gelmiyor bana. Sözler de güzel, söyleyenin sesi de güzel, içime dokunuyor sanki her notada, her cümlede. İlginçtir ki kalan olduğumdan beri elimden gidenlerin sayısı her geçen gün artıyor ama gidene dur demek bana pek de doğru gelmiyor ya ondan kapıyı arkalarından usulca çekip cam kenarıma kuruluyorum yine. 

  Geçen gün çocuk parkına gittim, bilirsin sen orayı yahu hani şu evimizin oradaki, bir kadın geldi, henüz daha çok genç, yirmilerinin başında sanki, tam da kestiremiyorum, ben pek anlamam yaştan falan bilirsin. Bankın bir kıyısında ben, diğerinde o kadın, sustuk, çocuk seslerinin aramızı doldurmasına izin verdik, uzun sürmedi zaten, onu süzdüğümden rahatsız olsa gerek, ama bilirsin ben çok güzel bakarım insanlara, içini ısıtırım bakanın, yine bundan olsa gerek başladı anlatmaya, çocuğunu kaybetmiş daha bir yıl anca olmuş, ben de başta hani kayboldu bulunamıyor falan sandım ama yok öyle değil, bebeğine yeni yeni ısındığı o minicik insan pıhtısına alıştığı dönemlerde daha gitmiş elinden, sustuk beraber, susalım ki acı dolsun gözlerimize, yüreğimizi sıksın bir yandan, sonra da öylece donakalalım çocuk seslerinin arasında. Sana en çok acı verecek şeyin arasında ne işin var senin diyemedim, belki şimdi sen de o bebek arabasıyla gelen kadın olabilirdin bu parka, bunu düşünüp durmak için mi geldin diyemedim. Nasıl bir insansın da bunu kendine yapıyorsun diye bağıramadım ona, sustuk. Bir şiir geldi aklıma, daha geçen kış dökmüştüm defterimin boş kenarına, evladını yitiren anne sen miydin de bugünü bulup çıktın karşıma diyemedim. Acın bana rüzgarla mı kondu yüreğimin orta yerine, nasıl da kavuruyor bu böyle, sen nasıl dayanıyorsun diyemedim. Sustuk, gözlerine akın eden damlaların hissiyatında mıydı bilmiyorum ama sanki zaman akıp gidiyor da onu unutmuş, o hep o anda durmuş kalmış gibi, en ufak bir kıpırtı yok, ne o yüzünde, ne o saçlarının uçlarında. Yahu göz yaşların çenene düştü, sil şunları artık diye bağırıyorum içimden ama ya seninkileri kim silecek Levla? O çocuk parkının gözlerimizin önünde cehennem alevi gibi bizi yaktığına şahit oldum, o tatlı masum çocuk gülüşlerinin kızgın birer damla olup üzerime düştüğünü hissettim, acının sadece görünen yüzü bu değil mi, peki ya sen genç kadın, nasıl dayanıyorsun diyemedim. Sustuk, günlerce aylarca yıllarca belki de asırlarca. O birkaç saniyenin her biri koca koca yıl olmuş da gelip birer tokat atıp önümüzden geçiyor gibiydi. Keşke o an uyansaydım da bitseydi bu, ama ne ben uyuyordum ne de bu bir rüyaydı. Nasıl kalktım, o ara sokağa neden girdim, nereye yürüyordum, nasıl bir haldeydim bilmiyorum. Her girdiğim ara sokakta ayrı bir yandım, her gördüğüm yüzde o acılı kadına baktım, eve girdiğimde kapı eşiğine çöküp bağıra bağıra nasıl ağladım bilmiyorum. 

  Ben aylardır aşk acısı diye kıvranıyorken peki ya bu kadının acısı, neler yapıyordum ben, ne yapıyorum sahi ben? O çocuk parkına gitmeliyim bir daha, ama bu kez gel susma, ağla bağıra bağıra demeliyim, demeliyim, ama ya diyemezsem, ya o bir daha gelmezse. 

  Neden anlatıyorsun bunu Levla, neden bize de tattırıyorsun bu acıyı? Bu benim kendime gelişimin kısa bir fragmanı. Levla nerede, ne yapıyordu uzun süredir o da bilmiyordu; bak şimdi tam karşında, kendinde, acısı da kalanı da girsin yerin dibine diyecek kadar kendinde. Bilirsin, bundan daha fenalarını da demişimdir ama aramızda kalsın bu. Şimdi biraz uyu, o sokaklarda dolaşan ben değilmişim gibi, anladın mı? 

  Velhasıl, iyiyim demeliyim sanırım bu kısımda ama iyi öyle çok göreceli ki ben iyiyim desem, sen iyiyse bu böyle şahanedir falan anlayacaksın, eh bu kısım iyice karışıyor, ben kendimce iyiyim diyeyim, bu da ne demek ki şimdi Levla, yahu sen bilirsin işte, ben nasıl kendimce iyi oluyordumsa öyle. 

  Bazen ne dedim, ne diyorum, kime dedim ki ya ben bunu, hangisi benim Levla, kim kimin nesi oluyordu be, portakal mevsimi mi geliyormuş, ya ama biz daha karpuz yiyecektik, yahu bu şiir de ne afilli arkadaş, annem yine bağırıyor sanki içeriden, haberleri kim açtı ben bıktım bu 2020'den, nolmuş nolmuş komşu, bir kızı bir oğlu olmuş Hatice kız, yahu Neriman o gelen görümcesi mi oluyor eltisi mi falan, balatalar yandı lan... diye başlıyorum ya hani, yine öyle bir yazı olsun istedim. İşte ben diye haykırdım bak yine, ama nasıl güzel güldüm değil mi? 

  Bu fazla özel bir yazı oldu gibi, size bu kadar kendimi açmamıştım sanki, aman ne olacak, okunmuyor falan desem külliyen yalan olur, yayınlamasam mı ki derken ah yeter be yayınla ulan diyip gönderdim. Hiç edebi bir kaygı gütmüyorum burada, yazıp çizicem, karalayacağım bütün duvarları, benim dört duvarımsa istediğim renge boyarım kardeşim!..

  Umarım daha sık görüşürüz, biliyorsunuz biz hep bir şekilde buralarda görüştük zaten sizinle. :)

18 Eylül 2020 Cuma

Sesindeki Güneş - Aziz Nesin

Özlem Ekici

 

Ellerin güneş dolu geldin

Eteğin güneş dolu

Kucak dolusu güneş

Dudaklarında göğüslerinde getirdin güneşi

Saçlarında gözlerinde güneş

Gülüşün güneş güneş

Güneşi öptüm sesinde

Yüreğim akkora döndü

Sapasaydam kesildim güneşinden


Sen gelmezsen kış geliyor

Soğuyup donuyor güneşim

Buz tutmuş içim dışım

Cam gözlerimde donuk gözyaşım

Buzul çağını getirir gidişin

Sesten sese koşsam da senin değil

Sesini gönder hiç olmazsa

Bende donan yokluğunu

Isıtsın sesindeki güneş


Aziz Nesin

Özlem Ekici, Personal Blogger Templates | Blog aa

Levla'nın Not Defteri - Kişisel Blog | Bütün Hakları Saklıdır | Copyright © | 2016 - 2023