Yazılarım E-postana gelsin.

Yaz E-Postanı!
Oyuncağımı Benden Almayın!
Toprağını kaybetmiş bir dünya, yeşilliği solup gitmiş bir orman, yıldızları sönmüş bir gökyüzü... Tüm bunların bir farkı var mıydı oyuncağını kaybetmiş bir çocuktan? Ve 'mutluyum' dedim geceye. 'Ben mutluyum. Bu sefer mutluluğumu benden alamazsın.'
1 Ocak 2017
ÖZGÜRÜZ(?)
"Ben özgürüm!" diyebiliyor musunuz? Özgür değilsiniz. Sadece zincirleriniz uzun.
2 ARALIK 2016
Ağzı Çiçekli Adam
Bana bir iyilik yapın: Yarın sabah erkenden gideceğiniz o küçük köyün istasyonunda trenden indikten sonra evinize kadar yürüyün.
29 KASIM 2016
Dönüp Dönüp Başa Sarmanın Dayanılmaz Ataleti
Çok güzel metinler okudum sanat, edebiyat adına. Çok güzel müzikler dinleyip, çok güzel resimler izledim uzun uzun. İnsanın ürettiği her şeyin önemli olduğuna her zaman inanmaya devam ettim.
20 Aralık 2016

9 Kasım 2025 Pazar

Dosya : Disleksi (Fish in a Tree)

Özlem


 Bir süredir soluk bile almadan kitap okuyorum. Bunların arasında hoşuma giden ve Türkçe olanları bloga koymaya çalışıyorum. İngilizce okuduğum kitaplar ile ilgili notlarımı goodreads üzerinden yayınlamaya devam ediyorum ama gelip bir iki kelam etmeyi burada istediğim kitaplar da oluyor. Üzerine sohbet etmek istediğim ve zihnimde farklı kapılar açan kitaplar var. Bu da öyle özümsediğim kitaplardan elde ettiğim birkaç fikir ve bakış açısı üzerine bir yazı olmasını umarak başladığım ama sonrasında ne olur, kelimeler bizi nereye götürür bilemediğim bir yazı olacak. 

 Disleksi üzerine bir kitap okumamla başladı aslında her şey, teknik bir kitap vs gibi düşünmeyelim. Öyle ki aslında ortaokul ve üzeri tavsiye edilen bazı okullarda okutulması şart koşulması gerektiğini bile düşündüğüm bir kitaptı. Neyden bahsediyorum hakkında çok fazla bilgi vermeyi belki bir kitap incelemesinde düşünebilirim ancak şimdi burada ben kitabın bende oluşturduğu düşüncelerden ve izlenimlerden bahsederek biraz da karşılıklı fikirlerimi muharebeye çıkarmayı istiyorum. Bahsi geçen kitap için goodreads linkini bırakıyorum ve devam ediyoruz. (Fish in a Tree - Lynda Mullaly Hunt )

 Bazı çocuklar farklı doğduğu konusunda hemfikirim, bu farklı kısmı birilerinin engelli veya başka bir sağlık sıkıntısı durumunu tanımlamıyor. Farklı olmaktan kastım bazı çocuklarımızın aslında özel bir öğrenme biçimi ve düşünme biçimi olduğu, ve maalesef bu çocuklarımızı özelliklerinden dolayı keşfetmek yerine ayrıştırmayı seçiyor olmamız. Bilinçli olarak ayrıştırıp dışladığımız vs gibi bir düşünceyi de savunmuyorum aslında, ancak kendi bilgisizliğimizden dolayı bunu yapıyor olduğumuz fikrindeyim. Bu durumlardan biri de disleksi aslında ve o kadar okuyor, araştırıyor olmama rağmen bu kitapla aslında bu konuda ne kadar az şey bildiğimi fark ettim. Elbette bir şeyleri düşünüyor, öğrenmeye çabalıyoruz ancak somut bir olayla veya durumla karşılaşmadan bu kadar derin araştırmıyor veya öğrenmiyor olduğumu daha net gördüm. 

 Bir çocuğun disleksi ile mücadelesinde aslında ne kadar yalnız olabileceğini ve yalnız olmadığında neler başarabileceğini net bir gözlem imkanı sunmasının yanında en çok sanırım bunu o çocuğun gözlerinden, zihninden okuyor olmak beni bu kadar etkiledi. "Alone" ve "Lonely" sözcükleri İngilizce'de farklı anlamlara karşılık geliyor ve bunu o yaştaki bir çocuğun muazzam bir betimleyişine tanık oluyor olmak beni üzdü. Disleksi olduğundan ve disleksi diye bir şeyin var olduğundan bile haberi olmayan küçük bir çocuğun onun dünyasında aslında hayatın o yaşta bile zorluklarla nasıl başladığını görmek beni çok incitti. Bazı şeyler göz önündedir, apaçıktır, ayan beyan ortadadır. Bazılarımız bunları fark eder, görür; bazılarımız görmez veya fark etmez; bazılarımız da fark etse bile görmemek için diretir. Bu üçüncü kişiler benim konuşmam dışında o yüzden şimdi orayı es geçiyorum. 

Disleksi, bir nevi öğrenme zorluğu olarak tanımlanabiliyor ve aslında o kişinin öğrenme yöntemleri ve düşünme biçimleri çok farklı işliyor. Fark edilmesi de çoğunlukla zor oluyor, çünkü çocuklar bu durumu biz yetişkinler gibi karşılayacak değiller ve ister istemez bir şeylerin ters gittiği izlenimini alsalar bile bunu saklamaya veya kendilerinde problem olarak görüp utanmayla gizlemeye daha meyilli olabiliyorlar. Sanırım fark edilmesi ne kadar çok geç olursa çocuğun oluşturduğu ön yargılar ve çekinceler ile savaş da bir o kadar çetrefilli oluyor. 

 Bazıları ebeveynleri tarafından fark edilip ona göre daha erken keşfedilebilseler de bazıları maalesef okul sıralarına oturup yıllarca dışlanma ve ayrıştırmaya tabi tutulmuş olarak bir öğretmenleri tarafından keşfedilene kadar sürüp gidiyor. Kitapta aslında ben ikinci kısımda olan bir çocuğun yaşamını görüyor olsam da net bir biçimde ilk kısımda olan çocukların aslında ne kadar da şanslı olduklarını anlıyordum. Tabi bu iki ayrıma da ulaşamayan hayat içerisinde yitirdiğimiz kaybettiğimiz çocuklar da oluyor. Onlar için söz söylemek çok fazla anlamsız, yaşadıklarının yanında üzüntüm, üzüntümüz ne ki. 

 Disleksi sahibi olan çocukların eğitimleri ve öğrenmeleri için süreçler yine elbette bilen birinin ışığında yürütülmesi gerekiyor ve bu konuda ne kadar az şey bildiğimizi de düşündüğümde öğretmenlerin ve ebeveynlerin ne kadar önemli olduğunu daha net anlıyorum. Başarılı kişilerin ve isimlerin çoğu disleksiydi ve bunlar bunu yaptı demek istemiyorum ben burada, farkındalık kısmını baz alarak yazmak istiyorum. Yaşam onun için yeni başlamış diyeceğimiz bir çocuğun daha en başından zaten sahip olduğu bir zorlukta ona destek olmanın, onun elinden tutmanın önemini anlayabiliyoruz ve bu durumda aslında sormamız gerekenlerin bizim ne kadar bildiğimiz, ne kadar farkında olduğumuz, neler yapabileceğimiz konusunda birkaç fikir bulundurmamız olduğunu düşünüyorum. 

 Bu konuda ne kadar bilmediğimi ben bu kitabı okuyana kadar farkında değildim. Bir çocuğun gözünden bunu nasıl yaşadığını görene kadar önemini de düşünmemiştim. Bazı düşünceler okudukça zihnimde oluşmaya başladı ve sanırım bir sorun ve problem gibi görme kısmını çocuğun zihninde bitirmenin ne kadar önemli olduğunu fark ettim. Yetişkinler için bunu sorun ve problem olarak görmenin aslında çocukların gözünde daha ağır bir imaj çizdiğini kendini daha da içe kapaması gerektiğini düşündürdüğünün farkına vardım. Her çocuk matematik dehası ya da doğuştan bir sanatçı olmuyor veya muazzam bir edebiyat bilgisiyle doğmuyor. Farklı yetenekleriyle beraber dünyaya adım atan çocukların bir de disleksi gibi bir zorlukla baş edecek olmaları onları daha da yitirmemize ve kaybetmemize doğru sürüklediğini görebiliyoruz. 

 Kitapta Ally, okuma ve yazma zorluğu yaşıyor olmasına rağmen kendini anlatmak için çizgilerle ve resimlerle bağ kurmuş bir çocuk. Çizim yeteneği onun en iyi olduğu şey hatta ve yine kendini sorunlu ve problemli olarak görüyor. Keza abisi de okuldan nefret ediyor ve okulu bırakma düşüncesi içerisinde, ancak mekanik hatta daha da özelleştirirsek araba motorları konusunda muhteşem bir yeteneğe sahip. Kendini rahat hissettiği alan ona daha cazip geldiği için okulu bırakmayı düşünüyor. 

 Okul bünyesinde bakmak elbette başlı başına doğru olmayacaktır ancak aslında çocukların topluma karışmaya başladığı ilk yer diyebileceğimiz bir mekandan bahsediyoruz ve her ikisi de buradan kaçmanın derdine düşmüş durumda. Akran zorbalığı olarak adlandırılan durumu yaşıyor ve gittikçe içlerine kapanıp olmak istemedikleri ortamlardan kaçıyorlar. Tabi kitapta bu çocuklardan sadece ikisine tanık oluyoruz ancak daha farklı yaşam koşullarında ve durumlarda olan diğer çocukları düşünmek bizlere kalıyor. 

 Söylemeden bitirmek elbette olmaz, tanı için yine bir uzman gerekiyor ve önemli olan tabi yine çocuğu izlemek ve farkına varmak. Öğrenim ve eğitim kısmında elbette uzmanlar olması gerektiği gibi ebeveyn ve öğretmenlerin rolünü de vurgulamak gerektiğini düşünüyorum. Onlar sorunlu veya problemleri olan çocuklar değiller, sadece farklı şekilde öğrenmeleri gereken ve çok farklı bir zihinlere sahip çocuklar. Farklı ve de çok özel bir zihin. Ally için mesela bu kısımlar çok renkli ve hareketliydi. Dans eden harfler ve uçuşan kelimeler gibi. 

 Yine kitaptan bir alıntı yapabilirim, hem eğlenceli hem de çok yerinde tespit diyebileceğim bir konuşmaya denk gelmiştim. Öğretmeni ile Ally arasında geçen bir diyalogtu sanırım. 

Herkes farklı şekillerde zekidir. Ancak bir balığı ağaç tırmanma yeteneğine göre değerlendirirseniz, o balık tüm hayatını aptal olduğunu düşünerek geçirir.



 Sanırım çocukların dünyasında disleksi veya bir başka farklılık için onların dillerinde bunun anormal ve aptallık diyebilecekleri bir tanıma geçtiğini bundan daha iyi ifade eden bir cümle yoktu. Bu yüzden onlara anormal gelenin aslında bir farklılık olduğunu ve bu farklılıkların aptallık veya başka bir şekilde tanımlamak yerine bizleri farklılıklarımızın özel kıldığını daha net göstermeli ve hissettirmeliyiz. 

 Burada genelde bir kitap ile ilgili yazı yazmaya oturduğumda bu bir kitap incelemesi yazısı oluyordu ancak bu kez bir kitap ile başlayan zihinsel yolculuğumu ve düşüncelerimi yazmak çok iyi hissettirdi. Kitapların aslında böyle yolculuklara çıkarması için olduğunu hatırlattı ve sanırım bu tarz yazılar ilerleyen zamanlarda burada yerini alacak. Kitapla ilgilenenler için goodreads linklerini aşağıya tekrar ekleyeceğim. Benim okuduklarıma ulaşmak ve orada kitaplar ile ilgili yazdıklarıma bakmak isterseniz profilimin linkini de bırakacağım. Blogda yer almayan kitaplar ve daha fazla alıntılar için orası daha aktif diyebilirim. 

Fish in a Tree kitabı goodreads linki (bu arada kitabı okumak isterseniz İngilizce seviyesi çok yukarıda değil, sanırım A2-B1 arasındaydı) 

goodreads profilimin linki

31 Ekim 2025 Cuma

DÜNYANIN EN UZAK ŞEHRİ #1

Özlem

 Bir şeyler oldu, unuttuk, unutulduk. Nefes alan her hücremiz sanki soldu. Güneşin batışını bir yaz sonu bilen bedenimiz bir anda toprağın ıslak kokusunu aldı yerleştirdi içine, sonra durdu, kapadı gözlerini, bir kez daha açmayacağım çiçeğimi der gibi sustu. 

 Yine bir zemheri yüreğinde, hissizleşti, dokunulmadı yaralarına, unutuldu rengi neydi? Bir zemheri ki karanlık, koyu, kapkara. Beden soğuk, dilsiz, amâ. Rüzgarda savrulan her toz tanesi gibi savrulan hisleri bir duvara çarpmış ve yorulmuş. Dünya dönmeyi bırakmış, yelkovan akrebi kovalamaktan sıkılmış, doğan güneş batıda dinlenmeye oturmuş gibi bir geceydi. Şafağı bekleyen serçeler ve kırlangıçlar sessizce dururken bir meltem geldi denizden, durdu düşündü. Bir ay aydınlatıyordu yüzünü, şimal semada görünmez bir kılığa bürünmüştü. Keşke her şey zihnindeki gibi vuku bulsa, basireti birden bire aydınlansa, en uç köşelere kadar ışık vursaydı. 

 Dünyanın en uzak şehri gibiydi yüzü, ıssız. Bir hal vardı halinde ama kimseye diyemeyecek kadar kelimeleri dilsizdi. Mütemadiyen huzursuz, mütemadiyen keyifsiz bakardı semaya, kimseye bakacak ışığı bulamazdı. İçinde bir şey eksikti. Bir şeyler hep eksikti zaten, neden kimse görmezdi gözlerini? Hisler dilsizdir ama neden kelimeleri uygun yerlere yerleştirmekten bu kadar acizdi? Belki bir bahar esintisi çalardı kulağına, söylerdi şarkısını ama sesini bile unutmuştu. 

 Suskunluk... Yaşadığı dünyanın salt özeti miydi sahiden? Duymayan kulaklar, görmeyen gözler, sesini kaybetmiş bir ağız, tutmayı bilmeyen eller ile yaşıyordu. Unutulduğu bir doğumdu onunkisi ve nerede yaşayacağını bilmezdi. Bir kısa şiir tutturmuştu zihni, duvarlarında yankı bulan, renklerinin solgunluğuna ışık harelerini bulaştıran, tüm gözlerden eksik yanını saklayan mısralar fısıldardı.  

 Parmak uçlarının ateşi yanaklarının çevresini ısıtırken içine çektiği nefesi sorgulardı. Tek yaptığı düşünmek olan kafasında neydi bu kadar ağırlaştıran? Bir yel saçlarını geniş alnına düşürdü. Bazen saç telleri yerine mızrakların çıkıp uzadığını düşünürdü. Yüzüne düştükçe alnını ve yanaklarını kanlar içinde bırakır sıcacık kanın akışını hissederdi. Ay ışığının altında o kanın kızıldan çok siyah göründüğü anı izlemek en sevdiği seyir olurdu. Böyleydi geceleri, gözleri kendini izlerken uykuya kapılıverirdi. 

 Günlerce yürüyerek ulaşılamazdı, herhangi bir vasıtayla yolunu bulamazdı. Dünyanın en uzak şehri yine kendisiydi. İçinde taşırdı koca bir şehri, kaldırımlarının taşlarının renklerini boyardı elleriyle, arabaların gürültüsünü işitirdi. Bir evin penceresinde bekleyen hasretini görürdü. Kaybolduğu sokaklarda arardı izleri ama bilmediği bir caddenin çıkmaz sokağına dönerdi ayakları ve öylece yürürdü. İçinde bir haritaya bile sığdıramadığı dünyasını taşırdı. Yollarını çizdiği, evlerin tuğlarını kendi elleriyle dizdiği, bahçelerine hep solan çiçeklerini ektiği, lambalarını hep kendinin yakıp söndürdüğü, hasretini bir sokaktaki eve hapsettiği ve adresini hiçbir zaman hatırlayamadığı bir dünyası vardı. Eksik neydi, yanlışı neredeydi, nereye gizlemişti sırrını bilmezdi. Ay ışığının altında şimali bulmaya çalışan bir kaptan misali gözleri semayı izler, karış karış araştırırdı. Nerede kaybetmişti yolunu? 

 Salının sallanışı ona anasının beşiğini anımsatırdı. Gözlerine hücum eden yaşları bütün ciddiyetiyle inkar eder, en derinlerine gömerdi. Bilmediği uçsuz bucaksız bir denizde yol alırdı. Bir deniz fenerinin ışığını ufukta görür gibi olur, arkasına alırdı, tezatına çekerdi küreklerini. 

 Yediği içtiği yoktu, kemikleri gömleğinin altından sayılır olana kadar açlığını sürdürürdü. Halsizlik onun ayrılmaz bir parçasıydı. Yorgun düştüğünü anladığında bir tomruğa çöker sessizce beklerdi. Denizin ekşi ve nahoş kokusunu üzerinde alır, derin bir nefes daha çekerdi. Parmaklarını dizlerine bastırır yavaşça doğrulurdu. Bilmediği dünyasından çıkar, bilmek istemediği dünyaya doğru yola düşerdi. 




<...devam edecek...>

Drina Köprüsü - Ivo Andrić

Özlem


 Drina Köprüsü, Ivo Andrić'in Sokollu Mehmed Paşa'nın Vişegrad'da yaptırdığı köprü ve çevresindeki yaşamlar üzerine yazdığı romanıdır. Kitap Temmuz 1942 - Aralık 1943 tarihleri arasında Belgrad'da yazılmış ve ilk defa 1945'te yayımlanmıştır.

 Bir köprü üzerinden Vişegrad kasabasını, bu coğrafyadaki farklı toplulukların çok kültürlü yaşamını, orada yaşayışlarını anlatan bir eser okuyoruz. Kitabın öznesi olan Drina Köprüsü, salgın hastalık, intihar, savaş, direniş, aşk gibi pek çok olaya tanık oluyoruz. Kitapta yer alan tarihsel olayların bir kısmı gerçek ve kronolojik olarak da tarihle örtüşüyor. Bu anlamda kitap “belgesel roman” niteliğinde diyebiliriz.

 Edebi olarak da anlatımı ve tasvirleri detaylı ve sizi sıkmadan yöreyi, yöre halkını, olayları betimliyor ve anlatıyor. Sade anlatımı ve yer yer verdiği nazımlar ile de edebi zevkinizi tatmin ediyor. Peki bu köprü neden bu kadar önemli? Bu köprü batı ile doğuyu birleştiriyor. Köprünün bir tarafında Müslümanlar, bir tarafında Hristiyanlar dostça yaşıyorlar. Osmanlı döneminde birçok kıtada olduğu gibi burada da insanlar dini-ırkı farketmeksizin bir arada yaşadığını görüyoruz. Vişegrad kasabasını, bu coğrafyadaki farklı toplulukların çok kültürlü yaşamını, orada yaşayışlarını dinliyoruz. Bir köprünün etrafında dönen tarihin tanığı oluyoruz. 

 Roman 24 ayrı bölümden oluşuyor. İlk bölümlerde köprünün yapım aşamasını görüyoruz. Bu tarihlerde bölgedeki siyasi durum hakkında bilgi okuyoruz. Vişegrad o dönem Osmanlı yönetimi altında, köprü Sokollu Mehmet Paşa tarafından yaptırılıyor. Vişegrad'a yakın bir yerden alıp getirilen ve en ünlü devşirmelerden olan Sokollu Mehmet Paşa üzerinden devşirme sistemini öğreniyor ve kısmen de Ivo Andrić'in eleştirisini okuyoruz. 

 Kitabın orta kısımlarında, Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkanlar’daki gücünü ve etkisini kaybedişinin bölge halkı üzerindeki etkilerini okuyoruz. Köprüde kurulan geçici karakolları ve onların işleyişini izliyoruz. Tahtaların eskiyip yıkılıp dökülmelerini köy halkı ile birlikte tanığı oluyoruz. 

 Kitabın son bölümlerinde Avusturya - Macaristan dönemini, bu dönemin kasaba sakinlerinin hayatlarına etkisini ve köprünün başına gelenleri, halkın yaşadığı zorlukları okuyoruz.

 Kitaba adını veren Drina Köprüsü, salgın hastalık, intihar, savaş, direniş, aşk gibi pek çok olaya tanık oluyor. Köprünün inşa süreci, bu süreçte yaşanan sıkıntılar, sabotajlar, köprü ile birlikte yaptırılan kervansaray, yaşanan sel felaketleri, kolera salgını, Sırp İsyanı, Avusturya’nın Bosna’yı işgali, bölgeye demir yolunun gelişi, ekonomide yaşanan dalgalanmalar, Sırbistan’da yaşanan taht değişikliği (1903) ve yine aynı dönemlere rastlayan Türkiye’deki rejim değişikliği (1908) ve son olarak Trablusgarp Savaşı (1911-1912), Balkan Savaşları (1912-1913) ve I. Dünya Savaşı (1914) ile yaşananlar romanın temel konularını oluşturuyor. Bu olaylar yaklaşık 350 yıllık bir süreçte gerçekleşirken köprünün bu olaylara tanık oluşunu okuyoruz.

 1961 Nobel Edebiyat Ödülü Komitesi “Ivo Andrić izini sürdüğü temaları ve ülkesinin tarihinden seçtiği insan yazgılarını, güçlü ve destansı bir dille anlatmıştır.” açıklamasıyla Ivo Andrić’i Drina Köprüsü kitabından dolayı Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görmüş. 

 Tarihsel öğelerle dolu bir kitabı okurken sıkılabilirim diyerek başladığım bu yolculuk beni her sayfasında daha fazla merak ile karşıladı. Sayfaları ardı ardına okuduğum, yer yer sinir olduğum, yer yer hüzünlendiğim, yer yer güldüğüm bir eser oldu. Tarihi bu şekilde okuyup tanık olduğum eserleri daha çok sevdiğimi söylemeliyim. Nobel Komitesinin çok yerinde bir karar ile bu kitabı daha fazla kitleye duyurma imkanı sunması beni çok sevindirdi. 

"Dünyanın bir tarafında bir yerde, bir piyango çekiliyor, savaş yapılıyor ve hepimizin alın yazısı da böylece uzaklarda belirleniyordu." 

24 Kasım 2024 Pazar

Kırık Turuncu Bir Kavanoz

Özlem Ekici

Kalbimin acılığını alsın diye mayasına pudra şekeri döküyorum,

Balkonumda yetiştirdiğim çileklerle kendime kırmızı bir duvar örüyorum, 

Aynı şeye inanalım diye yokluktan yeni bir din var ediyorum.

Kendi evimde mülteci gibi dışlanıyorum.

Ay ışığı tenimi beyaz bir gelinlik gibi sarıyor.

Ay beni öz kızı zannedip geceye çağırıyor,

Kalbim toprağını beğenmeyip çürümeye karar veriyor.

Belki kendimle göz göze gelirim diye bulabildiğim bütün aynaları kırıyorum.



Yaşam uğruna yaptığım bütün aptallıklardan Arapça bir film çekiliyor,

Başrol için birçok kızıl kadınla seçmelere gidiyorum.

Ne zaman eve dönmek istesem dünya yuvarlaklığını unutuyor,

Baş ucumdaki uçurumla göz göze geliyorum.

Koridorla aramdaki boşluğa gözlerini dikiyorum.

Bir anlık sakarlıkla kendi üstüme dökülüyorum.

Evimin çatısından gözlerime yaz yağmurları yağıyor,

Odamın duvarlarına kulağımı dayayıp kalbimin sesini dinliyorum. 



İki gözümden de vazgeçerek yavaş yavaş yüzümü unutuyorum.

Ne zaman yeni bir dil öğrensem adım değişiyor,

Adımdan utanıp kimliğimi açık artırmaya koyuyorum.

Kalbim belki evine döner diye çilek reçeli yapıyorum;

Sokak sokak aradığım ruhum Afrika kıtasında bulunuyor. 

Bulduğum ilk elmayı ısırıp çocukluğuma dönüyorum.

Azrail'i kandırmak için hiç dünyaya gelmemiş gibi yapıyorum,

Cetvelle çizdiğim iki kişilik şehirde cumhurbaşkanı oluyorum.



Olur olmaz konuşmasın diye dilime Almanca öğretiyorum.

Babam beni sevsin diye sahneye çıkıyorum,

Spot ışıkları ruhumu söndürüyor.

Kendi doğurduğum dinlere ihanet edip kalbimin sesini dinliyorum,

Genzime yerleşen öfke bana sesimi unutturuyor.

Beni mutlu edecek ne varsa bir alt katında yaşıyorum.

Her gece geçmişimden gözyaşlarıyla yerleri siliyorum.

Bir türlü güneş doğmayınca kör oldum sanıyorum.



Üzerimdeki kara bulutlardan üç yıldızlı otel yapıyorum;

Kendime yaşımı soruyorum, sol kulağım kesiliyor.

Yaramın sadeliğini komşular bile ayıplıyor.

Çocukluğum otostopla peşime takılıyor, 

Her derdimi kendime anlatmaktan sesim kısılıyor.

İçimdeki acıyı ben doğurmuşum gibi nüfusuma alıyorum.

Yirmi yedi yaşımın en mutlu anını turuncu bir kavanoza koyuyorum,

İlk sakarlığımda kırılıyor.



Kalbimin bütün odalarını dolarla satıyorum,

Giderken evimi de götürmek için origamiye başlıyorum.

Kabus görmemek için gözlerime kapanmayı yasaklıyorum,

Yaptığım yemeklere ellerimden acı bulaşıyor.

Zihnimin dört duvarında sürekli kendime çarpıyorum,

Göğsümde çıkan iç savaş beni ikiye bölüyor. 

Geçmişimle saklambaç oynuyoruz, beni gizlendiğim yerde unutuyor.

Annem üzülmesin diye bir kaşık suda boğuluyorum.




18 Nisan 2024 Perşembe

Sevdama Dair

Özlem

Sevgilim,
Sana rastladığım cadde kendi içinde bir ülke oluyor;
Peygamberliğini ilan ederek en büyük günaha giriyorum.
Hafızam, seninle en güzel anılar albümünde kilitli kalıyor,
Kapısı olmayan evime sesinden zil taktırıyorum.
Ruhum, unu az konmuş bir kek gibi dokununca dağılıyor.
Çocukluğumda ünlenmiş bir şarkı gibi takılıyorsun ağzıma,
Belirsizliğin ritmine uyarak tango öğreniyorum.
Bir sana bir de yer çekimine tüm kalbimle inanıyorum.

Ne zaman uyuyakalsam yatak odamdaki boşluk elimden tutuyor.
Geçmişimi altı delik bir pazar arabasında taşıyorum,
Ciğerimi İstanbul'un en ucuz şaraplarına emanet ediyorum.
Kendimi görmeyeyim diye göz kapaklarıma mor perdeler dikiyorum,
Kucağımda bir kiraz ağacıyla baharı karşılıyorum.

Odamdaki bozuk saat yüzünden hayatı kaçırıyorum,
Koşmaktan yorulan bacaklarımı balkona asıyorum.
Boynumdaki ip, inceldiği yerden çocuklar doğuruyor.
Kendimi ararken içimde bir tutam özgürlük buluyorum,
Yirmi senelik legolarımdan oyuncak bir silah yapıyorum.

İçine su katılmış bir kızıllıkla Ren Nehri'ne akıyorum.
Göğsüme törpüyle iki delik açıp etrafı seyrediyorum,
Gökyüzü penceremde içini döküyor.
On yedi katlı evim yıkılıyor, bulutlara tutunuyorum.

Ellerime pembe boyalar alıp dekore ediyorum karanlığımı,
Son yirmi altı yılımdan vazgeçme müzesi yapılıyor.
Travmalarımdan bir cümle seçiyorum, şiir gecelerinde okunuyor.
Salı pazarından kendime ikinci el bir yüz satın alıyorum,
Taksim'in ara sokaklarında ünlü bir falcı oluyorum.
Odamın duvarları benimle konuşsun diye yirmi iki senedir uyumuyorum

Dört odalı kalbimin balkonuna Picasso tabloları asıyorum,
Kendime çıkan yokuşun başında nefes nefese kalıyorum.
Güneş'in yatak odama sızışı parmak uçlarımı eritiyor,
Aramızdan akan suyla Orta Doğu'da kuraklık bitiyor.
Bedenimi düşman işgalinden kurtarıyor varlığın. 

Evimdeki koltuk minderlerimden sonsuz mutluluk ülkesi inşaa ediyorum
Kırmızı elbisemle üç bin yıllık yasalara karşı geliyorum,
Kutsal dizeler yazıp milyonları arkama alıyorum.
Anneannem dantellerle omuzlarımı süslüyor,
Adımın baş harfini yüz dolara satıyorum.
Ruhumla saatlerce bakışıyoruz, sahibini tanımıyor.


Nisan 2024

10 Ocak 2024 Çarşamba

Yaramın Sadeliğinin Şerefine

Özlem


Kalbimin acılığını alsın diye mayasına pudra şekeri döküyorum,
Son kullanma tarihi geçmiş gibi rafa kaldırıyorum bedenimi.
Balkonumda yetiştirdiğim çileklerle kendime kırmızı bir duvar örüyorum,
Aynı şeye inanalım diye yokluktan yeni bir din var ediyorum.

Gidecek yerim var sansınlar diye taksi durağında bekliyorum,
Evimde elektrik olmadığını unutup mutlu günler görmeye özeniyorum.
Yatak odamdaki tavan beni izledikçe Türkçe öğreniyor,
Koridorla aramdaki boşluğa gözlerini dikiyorum.
Bir anlık sakarlıkla kendi üstüme dökülüyorum.

Kanıma karışan acı bulaşıcı olduğundan tüm şehir benimle karantinaya giriyor.
Kendime kaç yaşındasın diye soruyorum,
Senin adını söylüyor.
Kendime pembe çoraplar örüp ayak izlerimi gizliyorum,
Geçmişim Amerikan askeri gibi durmadan benimle savaşıyor.

Ay ışığı tenimi beyaz bir gelinlik gibi sarıyor.
Sokak çocukları penceremden gözüken tek bulutu çalıyor,
Gövdeme satılık ilanı asıp yeni bir ruj alıyorum.
Bir gün doğal sarışın olabilmek için her gece limon yiyorum.
İstanbul Modern'de göğsümdeki yaraları sergiliyorum,
Milyonlar beni alkışlıyor. 

Ne zaman kim olduğumu unutsam annemi taklit ediyorum.
Üzerimde 40 beden bir yalnızlıkla geziyorum,
Aynalar bile beni tanımıyor.
Belediye kurslarında kalbime siyah beyaz fotoğraf çekmeyi öğretiyorum,
İçimde çiçekler büyütüp tanesini on liradan satıyorum.
Yürüdüğün tüm yolları ezberleyebilmek için bacaklarım üçe bölünüyor.
Çocukluğum otostopla peşime takılıyor,
Her derdimi kendime anlatmaktan sesim kısılıyor.

Yaşlanmaktan korktuğum için 24 yaşımı evimin duvarına asıyorum.
Sende gördüğüm her eksiği tamamlamak için kalbimden veriyorum,
Yaramın sadeliğini komşular bile ayıplıyor.
Hayallerimi dondurup mahalle bakkalının dolabında saklıyorum,
Beni mutlu edecek ne varsa bir alt katında yaşıyorum.



Ocak 2024

26 Aralık 2023 Salı

Acı Bir Parantez

Özlem

Annem, tüm kadınlığıyla karşımdaydı;
Bense her yaşta aykırı olmayı seçtim
Ancak söz vermeyi bilmeyen bir Tanrı'ya inanabilirim,
Karanlık taraftayım ve bunu hiç sorun etmiyorum
Gittikçe deliriyorum, iyileştim sanıyordum;
Ürkütücü bir varoluştan sonra bu ne tür bir yıkım?

Ne zaman yatağımda bir saç teli görsem, annem geldi sanıyorum;
Ölmek temizliktir. Önceleri korkardım ama artık alıştım,
Sana inanmadan önceki Tanrım hala babamdır.

Ancak kendi bileklerini kesen bir Tanrı olabilirdim,
Sense insanları başka kutsal kitaplara teşvik ederdin
Ve bu, adil bir paylaşım olabilirdi
İnsanın yaradılışına kırgınlığı nasıl iyileşir?

Sevgilim,
Seni öperken kendime sığındığımı fark ediyorum
Gözlerimde mavi bir ışık vardı. İşte ben onu kaybettim.
Seni sevmek için geçerli bir neden aramıyorum,
İnsan yarasını saranı sever. Tüm dinler böyle doğmuştur.
Ama biliyorsun tek omzum, tek göğsüm var benim;
Hiçbir adamı tekrar doğuramam.

Tehlikeli şiirler yazıp gazetelere çıkmak istiyorum,
Ama Türkçe‘ye küsecek kadar yorgunum.
İnsan, kendini duymayan bir bedeni nereye kadar taşıyabilir?
Herkesi görmekten renklerime öyle uzağım ki,
Bundan böyle ne işe yarar ellerim...

Bir adam gördüm.
Sağ eli kalem tutmuyor, saklamaya çalışıyordu.
Benim de sağ kolum felç oldu.
Ne diyeyim, güzel şiirdi.

Var oluşumla ilgili öyle çok şiir yazdım ki, kimse bana inanmaz oldu
Tam da bu yaşıma acı bir parantez açıyorum;
İsmimi unutup milyon kere ölmüşüm ben.
Tüm çocukların ellerinden tutar kadınlığım,
Ama her yolun sonu olacağına inanmasın hiç kimse.

Anlamlı bir cümle kurup sadece ölümü beklemek istiyorum
Seni yazamam, şiir zannederler;
Ancak anlatabilirim, yazmasını hatırlamıyorum.
Beni duyman lazım, bağıramam;
Bedenimi bu uçurumda yalnız bırakmayacağım... 


Özlem Ekici, Personal Blogger Templates | Blog aa

Levla'nın Not Defteri - Kişisel Blog | Bütün Hakları Saklıdır | Copyright © | 2016 - 2025