...Ve güz geldi Ömür Hanım. Dünya aydınlık sabahlarını yitiriyor
usul usul. İnsanın içini karartan bulutların seferi var göğün maviliğinde.
Yağmur ha yağdı ha yağacak. İncecik bir çisenti yokluyor boşluğunu insan
yüreğinin. Hüznün bütün koşulları hazır. Nedenini bilmediğim bir keder
akıyor damarlarımdan. Kalbimin üstünde binlerce bıçak ağzı... Ve yüzüm
ömrümün atlası; düzlükleri bunaltı, yükseklikleri korku, uçurumları
yıkıntılarımla dolu bir engebeler atlası. Yaşamak bir can sıkıntısı mıdır Ömür hanım?
Her şeyi iyi yanından görmeyi kim öğretti bize? Acıyı görmeyen
insan, umutsuzluğu yaşamayan, iliklerine dek kederin işleyip yaralamadığı
bir insan, mutluluktan, umuttan, sevinçten ne anlar? Göğü görmeden, denizi
görmeden maviyi anlamaya benzemez mi bu? Bir güz düşünün ki Ömür Hanım, ilkyazı
olmamış, yazı yaşanmamış, böyle bir güzün hüznü hüzün müdür? Başlamanın
bir anlamı varsa bitişi göze almak, bitişin bir anlamı varsa başlangıcı
olmak değil midir? Yaşamı düz bir çizgide tutmak tükenmektir. Yaşamak zorunda
olduğumuz şunca yılı aykırı uçlar arasında gezdirip geçirmedikçe,
alışkanlıkların sınırlarını aşmadıkça zaman zaman, yaşamak nasıl yenilik olur
tükenmek değil de?
Yağmur yağıyor Ömür Hanım... Gökten değil, yüreğimin boşluğundan
ömrümün ıssız toprağına... Ve ben sonsuz bir düzlükte bir küçücük, bir
silik nokta gibi eriyip gidiyorum. Seslensem kim duyar sesimi yalnızlıklar katından? Dönelim...
Dönmek yenilmektir biraz da, yarım kalmasıdır çıkışlarımızın,
korkaklıktır, alışkanlıkların güvenli küflü kabuklarına sığınmaktır... Olsun
dönelim biz yine de. Bilincinde olmadan üstlendiğimiz sorumluluklarımız var. Evlere
dönelim, sırtımızın kamburu evlere, cılızlığımızın görkemli korunaklarına,
yalnızlığımızın kalelerine dönelim. Ölçüsüz yaşamak bize göre değil Ömür Hanım. Büyürken
geniş ufuklarımız olmadı bizim. Küçücük avuçlarımızla sınırlarımızı
genişletmek istedikçe yaşamın binlerce engeli yığıldı önümüze. Hangi
birini yenebilirdik bunca olanaksızlık içinde. Umutsuzluğu tanıdık,
yenilgiyi öğrendik böylece.
Yaşama sevinci adına bir tutanağım kalmadı Ömür Hanım. Bir
garip boşlukta çiviliyim günlerdir gözbebeklerimden. Sahi nedir yaşamın
anlamı? Geriye dönüyorum sık sık yanıt aramak adına, yüreğimin silik izler
bırakıp, ağır yükler aldığı zamanın derin denizlerine. Bakıyorum umut karamsarlığın,
sevinç acının azıcık soluk almasından başka ne ki? Yaşamsa gerçekle düşün
umutsuz bir savaşı, her şeyi içine alan kocaman bir yanılsama... Değil mi
yoksa?
Öyle büyük umutlarım olmadı benim, büyük düşlerim, özlemlerim,
büyük beklentilerim olmadı. Koşullarım beni oluşturdu ben acılarımı
buldum. Herkes gibi yaşasaydım eğer, yaşamı onlar gibi görebilseydim
çarşılar yeterdi avutmaya beni. Bir gömlek, bir ayakkabı, bir elbise; bir yemek
lokantalarda; televizyon, halı, masa ve daha nice eşya yeterdi yalnızlığı
örtmeye, kendimi göstermeye, var olmaya, 'dar çevre yitikleri'nde önem
kazanmaya... Oysa ben bir akşamüstü oturup turuncu bir yangının eteklerine,
yüreği avuçlarımda atan bir can yoldaşıyla dünyayı ve kendimi tüketmek
isterdim. Öyle bir tüketmek ki, sonucu yepyeni bir ‘ben’e ulaştırırdı
beni, kederli dalgınlığımdan her döndüğümde... Bir ben ki tüm ilişkilerin perde
arkasını görür de gülerdim sessizce yapay ya-kınlıklarına insanların. Kim kimi
ne kadar anlayabilir Ömür Hanım?
Susmak yalnızlığın ana dilidir, Ömür hanım, şiiridir, beni konuşmaya
zorlama ne olur. Sözün sularını tükettim ben, kaynağını kuruttum. Geriye
bir büyük sessizlik kaldı yüreğimde, kalabalıklar, kalabalıklar kadar büyük... Yalnızım Ömür
Hanım, geceler boyu akıp giden ırmaklar gibi karanlıklar içre, öyle yitik, öyle
üzgün, yalnızım... Sularım toprağa sızıyor bak. Yüzümü geceler örtüyor.
Binlerce taş saklanıyor içimde. Kim kimin derinliğini görebilir, hem hangi
gözle? Kendilerinin olan tek sözcük yok dillerinde, öyle çok konuşuyorlar
ki... Bir söz insanın neresinden doğar dersiniz? Dilinden mi, yüreğinden
mi, aklından mı? Düşlerinden mi yoksa gerçeğinden mi? Ve kaç kapıdan geçip
yerini bulur bir başka insanda? Yerini bulur mu gerçekten? Sözü yasaklamalı
Ömür Hanım yasaklamalı... Kimsenin kimseyi anlamadığı bir dünyada söz
boşluğu dövmekten başka ne işe yarıyor ki? Olanağı olsa da insanların
yürekleri konuşabilseydi dilleri yerine, her şey daha yalansız, daha içten olurdu.
Aklı silmeli diyorum insan ilişkilerinden. Yanılıyor muyum? Olsun.
Yanıldığımı biliyorum ya... Yeni bir şeyler söyle bana ne olur, yeni bir
şeyler. Kurşun aktı kulaklarıma hep aynı sözleri, aynı sesleri duymaktan. Belirsizlik
güzeldir, de örneğin, kesinlik çirkin. Sessizlik sesten -hele de güncel ve
kof- her zaman iyidir; düş gücü, iç zenginliği verir insana.
Dünyanın usul usul ağaran o puslu sabahları ve günün
turuncu tülleriyle örtünen dingin akşamları bu yüzden etkiler bizi,
duygulandırır, de. Anlık izlenimler sürekli görünümlerden her zaman daha
güçlü, kalıcı ömürlüdür... Alışkanlıklar öldürür güzelliğimizi, bizi
değişmek çirkinleştirir de.
Kimse düşlerine yetişemez ve kimse geçemez gerçeğini bir adım
bile; bu yüzden sıkıntı verir zaman, kısa kalır, sonsuz olur, insanın
küçücük ömrünün karşısında. İstemenin kuralı yoktur, de, açıklaması sınırı
suçu yoktur; istemek yaşamın kendiliğinden sonucudur, ne haklı ne haksız, ne
yerinde ne yersiz... Biz hepimiz dikenli tellerle sarılıyız, her ilişkide
bir parçamız kalır ve bölüne bölüne biteriz de. En büyük hünerimiz kendimize
karşı olmak, aykırı yaşamaktır, acı kaynaklarımızı ellerimizle
yaratarak... Kıyılarımız duygularımızın boyunda, derinliğimiz aklımızın
ölçüsündedir; ufuklarımızsa sisler içinde... O kıyısız gökyüzü nasıl sığar küçücük
gözlerimize, bir bardak suya, demirli bir pencereye... Nasıl gizleriz ağız dil
vermez bir geceye? Ve nedir ki gizi, daraldığımız her yerde bir genişlik
duygusu verir
içimize. Çözemeyiz, de, bu güdük bilinç, bu sığ yürek, bu ezbere yaşamla. Dünya
bir testidir, de, Ömür hanım, ömür bir su... Sızar iğne ucu
gözeneklerinden zamanın, bir içim serinlik bir yudum mutluluk için. Ve bir
gün ölümün balkonundan… Dökülür toprağa el içi kadar bir su. Yerde birkaç damla nem,
bir avuç ıslaklık... Ölümü bilerek nasıl yaşar insan, geride dünyanın
kalacağını bilerek nasıl ölür; bilmek bütün acıların anasıdır, de... Sars
aklımın cılız ayaklarını, kuşat beni. Değişik şeyler söyle ne olur, yeni bir
şeyler söyle. Yıldım ömrümün kalıplarından. Beni duy ve anla. Yağmur dindi Ömür Hanım.
Gökyüzü masmavi gülümsedi yine. Doğa aynı oyununu oynuyor bizimle. Umudun
ucunu gösteriyor usulca, iyimserliğin ışığını süzüyor mavi atlasından. Ne
aldanış! Bulutların rengi mavi-beyaz mıdır, kurşuni-külrengi mi yoksa? Gökyüzünü
öpmek isterdim Ömür Hanım, gözlerimle değil dudaklarımla. Yoruldum bulutları
kirpiklerimde taşımaktan. Delilik mi dedin? Kim bilir... Belki de yerde sürünmenin
bir tepkisidir bu, ya da ne bileyim bilinçsiz bir aykırı olmak duygusu. Gökyüzü
de olmak isteyebilirdim değil mi? Kim ne diyebilir ki? Kimseler görmedi
Ömür Hanım, bu dünyadan ben geçtim. İçimde umudun kırk kilitli sandıkları,
elimde bir avuç düş ölüsü yüreğim -içinde senin ve benim ağırlığım- benim olmayan
bir garip gülümsemeyle yüzümde, incelik adına, ben geçtim... Yerini bulmamış
bir içtenlik, yanılmış bir saygı ve bir hüzün eğrisi olarak ilişkilerin
gergefinde, ördüm ömrümün dokusunu ilmek ilmek. Beni cam kırıklarıyla anımsasın
insanlar, savrulan bir yaprak hüznü ve dağınıklığı ile... Yükümü yanlış
bedestanlara çözdüm. Ezilmiş
bir gül hüznü var yüreğimde. Saatlerce dayak yemiş bir sanığın çözülmesi
içindeyim. Ürperiyorum. Bir at kestanesi durmadan yaprak döküyor yalnızlığın sokaklarında,
örtüyor ömrümün ilk yazını. İçimde bir çocuk, yalın ayak koşuyor yaşlılığa
doğru, binlerce kez yenilmiş umut ölülerini çiğneyerek. Sahi yaşlılık, derin
bir iç çekiş, yanılmış bir çocukluk olmasın Ömür Hanım?
Ellerinize sağlık gerçekten okurken beni benden aldı yazılarınızın devamını diliyorum.
YanıtlaSilÇok güzel...Teşekkürler. :)
YanıtlaSil"Susmak yalnızlığın ana dilidir, Ömür hanım, şiiridir, beni konuşmaya zorlama ne olur."
YanıtlaSilEn sevdiğim bölüm bu oldu sanırım, efendim. Şükrü Erbaş...
Çok güzel bir paylaşım :)