Uzun bir zamanın ardından merhaba diyerek başlamak istiyorum kelimelerime, bundan sonra yaşayacağım her saniyeye de merhaba... Hayatın koşuşturması arasında uzun uzun kendimi dinleyecek,kelimelerle baş başa kalacak pek vakit bulamadım, bu yüzden de yazıya dökemediğim cümleler artık kafamda hareketli birer nesneye bile dönüşmüş olabilirler. Kendi kendime beynimde konuşuyor bile olabilirim. :) Size bir sır vereyim mi kendi kendine konuşana değil de kendi kendine konuşmayana deli denir zannımca çünkü o kişi yaptığı, söylediği hiçbir şeyi sonradan düşünmediği için doğruları ya da yanlışları arasındaki ayrımın çoğu zaman farkına varmayacaktır. Bu yüzden kendi kendinize konuşmak, saatlerde düşünmekten asla kaçınmayın...
Kaybolan yıllarımın enkazları arasından gün yüzüne bakmaya çalıştığım günlerden birindeydim. Böyle günleri çok sık yaşamazdım çünkü hayatım bir amaçsızlıkla devam ediyordu. Yaşamak için yaşayan biri olmuştum çok zaman önce. Kaybettim ve kaybettiğim hiçbir şey için çaba göstermedim bu yüzden sadece ''hiç'' olarak sürdürüyorum yaşamımı. Bildiğim her şey çevremde ışık hızıyla değişiyor ve ben hiçbirine yetişemiyordum. Tanıdığım, hatıralarımın arasından gün yüzüne çıkmaya çalışan ne varsa hepsi birer yabancı halinde çevremde dolaşıyordu. Kaybolmuş şehrin anıları kalbimin tozlu raflarında gün ışığına muhtaç bir şekilde yaşıyordu. Artık bu şehre kimse uğramıyordu, mahallelerinde maç yapan çocuklar, kaldırımda oturan kadınlar, bağırarak sokak sokak dolaşan eskiciler, baloncular, simitçiler; hepsi sislerin ardından kayboluşa hükmetmişti. Tanımadığım bir terk edilmişlik sarmıştı çevreyi. Virane olmuş bir yaşanmışlık vardı etrafta, kış günlerine hakim olan sessizlik... Herkesin dilinde insanlık ölmüş cümleleri dolanırken hayata, kötülüklere umutsuzluklara inat yaşayan biriydim bir zamanlar. Sonra ne olduysa oldu işte; benden giden herkes hayatıma bir enkaz bırakarak gitti ve sonunda gördüğünüz bu enkaz yığını oluştu. Evet artık kırık dökük tuğlaların ardında gün ışığı görmeyi bekleyen bir enkaz yığınıyım. Böyle oldum belki de böyle oluşturuldum, hatırlamıyorum ama koskoca bir yaşanmışlığın izlerini taşıyorum her yanımda.
Kendi kendini
büyüten dev bir girdabın içinde usul usul ilerliyorum. Yaşadığım bütün
deneyimlerin ötesinde bambaşka dinamikleri olan bir gücün karşısında olduğumu
hissediyorum. Karşılaştığım her ayrıntı yeni ve daha önce karşılaşmadığım
türden. O denli başka ve kendine has ki başka deneyimlerimi anımsatmıyor bile. Yeni
bir biçim aldığımı, omurgamdan ve etimden içeriye başka türden bir şeylerin
doluştuğunu görüyorum. Sanırım kötü olan şu: her ayrıntı ruhumun derinliklerine
dek anlaşılır ve bir o kadar da tanıdık. Daha önce yediğim bir yemek yahut
içtiğim çok güzel bir şarabı hatırlatıyor. Hepsinden aynı oranda etkileniyorum.
Çok yakın, tahmin edilmek üzere ve çok uzak ve asla tahmin edilemez olan bir girdabın
içinde usul usul ilerliyorum. Korkmuyorum. Yaşıyor olmaktan daha kötü ve
ürkütücü olamaz hiçbir deneyim. Ağlak bir haldeyim. Ama içimde coşkun pınarlar
akıyor öte yandan. Islık çalan köy kızlarını görüyorum. Kısa süren anların
içinde uzun çok uzun zamanlarda ilerliyorum. Şöyle bir şey okumuştum: ‘’zaman,
düz bir çizgidir.’’ sanırım düz bir çizginin üzerinde ilerleyen milyarlarca
anının içinde kendimi görmeyi diliyorum. Rüya olsa bunu bilirdim. Bu derin bir
girdap. İlerledikçe büyüyen, başka hiçbir şeye benzemeyen ve sürekli değişen
bir deneyim. Neresindeyim? Ne kadar süre burada kalmayı sürdürürüm, bilmiyorum.
Geçen sene demişim: ”bir süre sonra uzaktan bakılan bir şeye dönüşüyor insan.”
bakıyorum, yine aynı yerdeyim.
Anlatmaya
çalışmak yaşıyor olduğun duygunun ya da asıl gerçeğin ancak belli bir kısmını
yansıtabilir. Hepimizin etrafında dolaşıp sonuca götüremediği en büyük açmaz da
burasıdır. Bu çelişkili durum bize büyük bir açmaz veriyor. Bizler genel olarak
benzer şeyler yaşayıp, benzer duygularla muhatap olduğumuz için de o açmazın
içini aynı sonuçlarla dolduruyoruz. Sadece kimimiz yoğunluğunu farklı ölçülerde
yaşıyor. O açmaz içini doldurmak için bize en çok da kendimizi yalnız
hissettirdiğimiz anları gösteriyor. Benzer acı sonuçlar ve şanslıysak benzer
aynı sevinçler. Anlatmak insanı bir çözüme götürmez. Ancak başkalarının
çözümsüzlüğünü büyütür.
Hayatın
neresinden tutarsak tutalım muhakkak boşluklar ve cevabı zor sorular kalıyor. Önce
boşlukları savuşturup sorulara cevaplar arıyoruz. Geriye kalan zamanın
tamamında ise bunların doğruluğunu düşünüp duruyoruz. İnsanlara gidiyoruz
çıkmazlar artınca. Ya da insanlara gel diyoruz. Yakın yahut uzak bu önemini
yitirmeye başlıyor bir süreden sonra. Herkes kendi meşguliyetini uğraş edinmiş
oluyor. Anlatmak yol almayınca susmak kalıyor geriye. Fakat her durumda muhatap
değişmiyor. Yine siz kendinizle kalmaya, kendinizi yormaya başlıyorsunuz. Gitmek
istiyorsunuz imkânınız olmuyor. Kalmak zaten hep var. O hiçbir koşulda kendini
değiştirmiyor. Eylem oluşmayınca arada oluşan her durum önemi kaybediyor. Ortak
bir yargı ya da kaçış sunuyorlar bize. Buna zaman diyorlar. Aslında meseleyi
büyütmek zarar veriyor. Bunu kabul etmemiz gerektiğini söylemeye başlıyorlar. Belli
bir çevrenin içinde kalmak, orada çok uzun zaman geçirmek veya o duruma
alışmayı kadere dönüştürmek hepimizin ortak kaygısı olmaya başlıyor. Bunu fark
ediyoruz. Bunu anlıyoruz. Gidilecek yerlerimizin yoksunlaşmasından ortaya çıkan
bir çözümsüzlük bu. Kimseye anlatmamak, kimseyi görmemek gerekiyor belki de.
Gözlerimin
etrafından bir halka oluşuyor. Dünyanın etrafını çevreleyen yörünge gibi. Bana
güzel şeylerden söz edin. Aklımı taşıyamıyorum.
Güzel şeylerin
olacağına olan inancımı ne zaman diri tutmaya çalışsam karşılaştığım manzara
hep tam karşıtı oluyor. Bunun dengeyle ilgili olduğunu da düşünmüyorum. Kendi
aramızda tartışınca genelde talihle ilgisinin olduğunu söylenir bana. Kötü
şeyler yaşıyor olmak, çirkinlikle muhatap olmak neyle ilgili peki? Talihsizlik
mi? emin değil. Bu durum o kadar çok fazla oluyor, o kadar kanıksanacak bir hal
alıyor ki bunun tamamen kaderle ilgisinin bulunduğunu söyleyebilirim. Ya da biz
yetinme konusunda yeterince iyi değiliz. Önümüzde olup biten her şey yetinelim,
kabul edelim, itiraz etmeyelim diye mi var? Kimse ne olduğuyla ilgilenmez. Herkes
sonuna bakar. Sonunda neyle kaldığındır asıl konu. Bizi incitip körelten asıl
yer arada olup bitenlerdir aslında. Neden bunları konuşmuyor, bilmiyorum.
Birçok şeyi
gürültüyle, kargaşa yaratarak ve ortalığı gereksiz bir acıya bulayarak
gerçekleştirdim. Neticesinde elde ettiğim her şey kaybediyor olduğum gerçeğini
değiştirmedi. Bunu fark edip düzenlemeye çalışmam çok zamanımı aldım. Tam
olarak düzelttiğimi söyleyemem fakat belli ölçüde yol aldığımı çok rahat
söyleyebilirim. Şimdi her şeyi daha sessiz ve sezdirmeden yoluna koymaya
çabalıyorum. Ortada kazanım ve eksiklik oluşacaksa bile bu daha sessiz ve sakin
gerçekleşmeli. İlk seçenek benim kusurlarımı arttırmaktan öte bir şeyler
vermedi bana.
Sonunda her şey
anlamını yitirince nerede ve ne şekilde başladığının hiçbir önemi kalmıyor. Yeterince
iyimser biriyseniz ancak kendinizi avutacak sebepler buluyorsunuz. Birini
sevmekten yahut savaştan ve yıkımlardan söz edebiliriz. Sonuç her durum için
aynı neticeyi veriyor. Ayağa kalkmamız ve devam etmemiz gerektiğini söyler bize
filmler. En iyi arkadaşınız size telkinler sıralayıp durur. Sonunda gider
ama. İçinizde kalan birkaç avuntu
cümlesi dışında kimse kalmaz etrafta. Seviştiğiniz kadınlar ya da erkekler,
kötülüğünü arzuladığınız herkes. Kimse kalmaz. Hepsi birer duvar yazısına
dönüşürler. Oradadırlar ama aşınmışlardır duvarlarda. Bilirsiniz bunu. Aslında
her şeyi ta en başından beri biliyorsunuzdur. Olayların sizi sürükleyeceği yeri
kafanızda tasarlarsınız en başında. Ve ne olduğunu anlamadan orada buluverirsiniz
kendinizi. Ben böyle anlarda hep annenim öleceği anı hayal etmeye çalışırım. Her
şeyin anlamını yitirdiği noktada size acı verecek en büyük anı tahmin etmeye
çalışırsınız. Tüyleriniz ürperir. Ağlamamak için zor tutarsınız kendinizi. Fakat
ağlayamayacağınızı da bilirsiniz. Ölmek ve yaşıyor olmanın ayrıştığı temek
noktanın duyularımız olmadığı biliyorum. Sadece nefes alıp, iyimser bir insan
olmak da bunun bir ölçütü değildir. Bunu da bilirsiniz. Hayatın kör
noktalarından kalınca hep en başa dönmeyi umut ettim. Gerçekleşmesi imkânsız bu
istek bana sadece zaman kazandırdı. Bu duygunun içinde barınmak bana sadece
zaman kazandırdı. Bir sonraki anlam yitikliğinde neler olabileceğini düşünmenin
zamanı. İyimser şeylerin varlığına çok fazla inanmadığımdandır mı böyle kaba
meselelerle uğraşıyor olmak? Bilmiyorum. Her şey anlamını yitirmeye başlayınca
etrafınızda olup biten her şey birer kuşku aracına dönüşür. Siz de bile.
Sonuç olarak günün sonunda eve dönünce şu gerçeğin içine
düşüyorum: giderek aşınan, aşındıkça ufalıp yok olan bir şeylere dönüşüyorum.
İki insan düşünün. Birbirlerine bir o kadar yakınken, bir o kadar da uzaklar. İsteseler birbirlerinin sesini duyabilirler. Ama birinin yüreği o kadar uzaklaşmış ki, ne kadar bağırsa da diğeri, duyuramıyor seni. Sesini duyuramayan benim işte. Her defasında, her bağırışta sesini duyuramayan benim. Bilmiyorum… İnsan ağzı kımıldamadan bağıramaz mı? Gözleriyle, yüreğiyle, düşünceleriyle. Denedim dostlarım. Denedim fakat duyuramadım sesimi. Duyuramadım feryad-ı figanlarımı. İçimin titreyişleri sesime yansıdı da yine de anlamadılar beni. Çünkü bazı şeyleri dil ile beyan etmek gerekmiş. Çünkü anladım ki karşımdaki bakıştan anlamıyormuş. Gerçi yüzüne bile bakmayan insana neyi nasıl anlatacaksın ki. Dönüp de anlatabileceğin bir Allah'ın var. Başka kimse anlamaz seni. Sen şair bey, kalemi tutan sen iyi oku yazdıklarını şimdi. Sen korkağın tekisin. Ödlek herif! Ağzını açıp niye sevmedin diyemedin. Gözlerinin içine baka baka çatamadın kaşlarını. “Ben deneme tahtası mıyım?” diyemedin. “ Madem sevmiyordun o zaman niye yalan söyledin, kendi yalanlarına başkalarını da alet ettin.” diyemedin. Evet ağlak herif diyemedin hiçbir şey. Haklı olduğun halde ağzını açıp tek kelime edemedin. Canının yanması hoşuna mı gidiyor? dediler. “Evet.” dedin. “ Yaktığın kadar yanarsın merak etme.” diyemedin. Düşman gibi baktılar, aşık gibi baktın. “ İki gün önce gülerken şimdi derdin neydi de öldürdün bütün gülüşlerimizi.” diyemedin. İnsanlar ne ara bu kadar yalancı oldular. Bakışları, sözleri, özleri, sevgileri her şeyleri yalan olmuş. Sen şair bey, çıkıp “ Yalancısınız lan!” diye bağıramadın. Sustun hep. İçinde bağırdın ama onu da kimse duymadı zaten. İyi dinle kendini şair bey. Kendine kıydığın kadar kıymadın kimselere. Biraz sevdiğinden kıyamadın, biraz da zaten anlamayacaklar dedin içinden. Çünkü biliyorsun ki hissettiğin şeyleri söyleyemiyorsun hiçbir zaman. Açıyorsun Neşet Baba'yı, diyemediğin ne varsa o söylüyor senin yerine. Bakılmaz o gözden dökülen yaşa, bakmadılar. Neler geldi garip başa, hepsini yalnız sen yaşadın. Hasret kaldın bilmediğin bütün hislere. Bütün hislerini elinden aldılar, “ Durun ne yapıyorsunuz? ” diyemedin. Şimdi söyleyemediğim ne varsa bil artık benden içre olan; Yüreğin uzaksa bana, daha da gelmesin. Gelirse yok olur. Sesimi duymuyorsan daha da duyma, duyarsan sağır olursun. Doğrularınla dahi gelme artık, doğrularında yalan olmuş. Bakmıyorsan yüzüme bir daha hiç bakma, öyle bir çatarım ki kaşlarımı ömür boyu unutamazsın. Sevda dediğin şeyi oyuncak etmişsin ya, kır o oyuncağı. Çocuğuna kalmasın ki, yalancı nesil etmesin devam. Kırma sırası bende artık. Kalemim yüreğimin çekicidir, vesselam…
****************
Bazen dertlerimi tanımadığım kişilere daha çok anlatırım. Sanki o tanımadığım kişiler derdin birazını almış da zaten bir daha dönmeyeceği için hafiflemişim gibi. Ama hafiflemiyor...
****************
Çünkü o şiirleri doğuran yalnızlık şairleri öldürür.
****************
Birçok şiir yazılmıştır çay üzerine. Biz de şiir gibi insanların bizden gitmesi şerefine demleniriz. Fakat çay gibi bekledikçe soğuyor, bekledikçe acılaşıyoruz biz de. Bulutlara yüklediğim umut ve hüzünler ıslatmadan sokakları gelmeyeceksin değil mi yâr?
****************
Sana zaafım incinmiş bir karanfilden hallice şimdi.