Yazılarım E-postana gelsin.

Yaz E-Postanı!

21 Mart 2020 Cumartesi

Balzac Vadisinde Bir Güzel Zambak

Özlem Ekici


   Son dönemde okuduklarım arasında en sevdiğim eserlerden birkaç tanesini seçip blogumun rafları arasına kaldırmak istedim. Kitabın alıntıları ile daha da güzel bir yazı olacağını düşünerek başlıyoruz Balzac'ın Vadideki Zambak isimli eserini tanıtmaya...

   Kitabın içeriğini anlatmadan önce hangi yayın evinden aldığıma değinmek istiyorum. Bildiğiniz gibi yabancı romanlarda en önemli mevzu çeviri. Eğer çeviri iyi olmazsa kitaba yapılmış bir cinayetten farksız bir durum olmuyor. Uzun araştırmalarım ve birçok başarılı, başarısız denemelerimden sonra Can Yayınları’nın çeviri konusunda başarılı olduğunu öğrendim ve Vadideki Zambak’ı Can Yayınlarından aldım. Kitabın çevirisini yapanın Tahsin Yücel olduğunu duyunca zaten insanın çeviri konusunda hiçbir şüphesi kalmıyor. Bilmeyenler için de öncelikle Vadideki Zambak’ın MEB’in belirlediği 100 Temel Eser içerisinde olduğunu belirtmekte fayda var.


   Gelelim kitabın konusuna: Vadideki Zambak, Honoré de Balzac’ın en güzel kitaplarından biridir. Bir kesim Balzac'ın en iyi eseri olduğunu bile savunuyor. (Kanımca en iyi eseri diyebilirim de) Kocasıyla mutlu olmayan Henriette’le, kendisinden çok daha genç olan Felix’in imkânsız aşkını anlatan kitap, Balzac'ın yaşamını tanımak ve anlamak için de oldukça önemli. Felix'in yaşamının Balzac'ın kendi yaşamının neredeyse aynı olduğunu söyleyebilirim. Ayrıca eser 18. yy Fransa’sındaki, devrim sonrası, toplumsal hayat hakkında da ipuçları içermekte, duygusal bir yakınlaşmayı anlatmaktadır. Yeşil vadiler, sık ormanlar arasındaki güzel şatolar tüm gerçekçiliği ile tasvir ediliyor. Bolca tasvir mevcut ve betimlemeler ile başı dertte olanlar için okuması oldukça zor olabilir. 

 "Ustanın, yeteneğini tümüyle gösterdiği romanı olarak da bilinir. Balzac, acı ve ızdırabı en hissedilir şekilde romanına yansıtmıştır. Başka bir gözden aşkın ızdıraplı yüzünü, roman severlere çok iyi yansıtmış ve de özgün anlatımıyla okuyucuların gözüne girmiştir. Ayrıca kişi ve yer tasvirlerinde büyük ustalıkla okuru olayın kurgusunun içine sürüklemiştir.
Romanda, 18. yy ailesi tarafından çeşitli itilişlere maruz kalan bir gencin zamanla hayatında olan değişimleri ve ilerde tanıştığı bir kadına olan bağlılığı anlatılıyor.
Vadideki Zambak kitabı Balzac’ın kendi hayatından kesitlere yer verdiği bilinmektedir. Balzac tarzı harikulade tasvirlerle kitabı okurken, o dönemi bire bir yaşıyorsunuz."(Kaynak)

   Balzac’ın neden Balzac olduğunu anlamak için Vadideki Zambak eşsiz bir kanıt. Yaptığı betimlemeler,  anlatmak ve hissettirmek istediklerini başarılı şekilde yapmasına yardımcı olmuş. Zaten kitapta hayranlık uyandıran asıl etmen de betimlemelerdi kanımca. Kitap arasında aldığım notlar bu yüzden bir hayli fazla oldu. Şimdi bile açıp açıp okuyorum o notları. Kesinlikle Vadideki Zambak okuduktan sonra pişman olacağınız bir kitap değil. Klasik eserlerde karşılaşılabilen sorunlardan biri olan sıkıcılık Vadideki Zambak’ta da arada bir karşımıza çıkıyor, fakat bu kitaptan soğumamızı sağlamıyor. Yorucu geliyor lakin emin olun buna değecek bir eser okuyorsunuz. Her ne kadar durum böyle olsa da tahmin ettiğimden çok uzun bir sürede bitirdim kitabı. Geç bitirdiğim için üzülmedim, çünkü Vadideki Zambak biraz hazmede hazmede okunması gereken bir kitap gibi geldi bana.


   Kitapta özellikle bayıla bayıla defalarca okuduğum bir yerden bahsetmek istiyorum: Henriette’ın Felix’e yazdığı mektup. Bence bu mektup yalnızca Felix’e yazılmış bir mektup değil insanlığa yazılmış bir mektup. Öyle güzel şeyler anlatıyor ki Henriette, insanın her bir cümlesini yaşamı boyunca unutmaması gerektiğini anlıyor. Bu mektuptan almamız gereken dersleri say say bitiremeyiz hatta. Benim en çok hoşuma giden şey bu mektup oldu. Eğer okumadıysanız henüz, sadece bu mektup için okunur diyorum ben. O yüzden mutlaka okuyun. Yine de şunu söylemeden geçemeyeceğim: Kitap okuma alışkanlığına yeni yeni kavuşuyorsanız, başlangıç için Vadideki Zambak kötü bir tercih olabilir, demedi demeyin. Böyle o okuma sayılarınız bir hayli arttığında çok da geç olmadan okuyun, fazla bekletmeyin. 

   Ben biraz Felix'ten bahsetmek istiyorum burada. Felix, ailesinden uzakta büyümüş doğduğu günden beri annesinin sevmediği bir çocuk olmuş. Tıpkı Balzac'ın kendisi gibi. Annesi ve ailesi ile arası hep kötü olmuş, onları bir türlü sevememiş. Balzac'ın yaşamının izlerini okuyor gibiyiz bu kısımlarda. Felix ne zaman annesinden ve ailesinden bahsediyor olsa o satırların aslında Balzac'ın annesine ve ailesine birer isyanı, söylemek istediklerini okuyor gibi oldum. 

   Henriette de ailesi tarafından yaralı bir kadın, üstelik evlenince de yüzü gülmemiş. İki evladı olduğunda da bu çilesi katlanarak artmış. Çocukları güçsüz ve hasta, bir anne olarak o da kendini çocuklarına adamış bir kadın. Kocasından dolayı sık sık yaralanması da hiç bitmiyor. Felix hakkındaki düşünceleri kitabın sonuna dek karmaşık bir şekilde verilmiş ki sonunda tüm bu tutumlarının garipliği açıklanıyor. Yüz veriyor mu, seviyor mu o da diye diye bitirdim kitabı. O şekilde bir gizden bahsediyorum. Henriette, Felix'ten oldukça büyük; tıpkı Balzac'ın hayatındaki tüm kadınlar gibi. Felix'in de kendinden büyük bir kadına aşık olmasında Balzac'ın kendi aşk hayatını görebilirsiniz. 

Sıradışı Bir Yaşam Öyküsü

   Birazcık da Balzac'tan bahsedelim. Bu bilgileri ve daha fazlasını Stefan Zweig'in Balzac biyografisinden edinebilirsiniz. Balzac ailesinin ilk çocuğu ve annesi tarafından sevilmediği gerekçesiyle ailesinden uzağa bir süt annenin yanına veriliyor. Şaşırtıcı olan da Balzac ailenin tek çocuğu değil, diğer çocuklar pekala ailenin yanında, annesi ve babası tarafından sevgi içinde büyütülüyor. Dört yaşına kadar bu kadının yanında büyüyor ve dört yaşından sonra da başka bir aileye veriliyor. Bu ikinci ailesi de onu yedi yaşına kadar büyütüyor. Bu süre boyunca Balzac'ın ailesi onun nerede ve nasıl olduğunu biliyor ama asla onu çocukları gibi görüp kabul edip evlerine kabul etmiyorlar. Bu dört yaşından yedi yaşına kadar olan süre zarfında sadece pazar günleri ailesini ziyarete gelmesine izin veriliyor. Ayrıca belirtelim ki Balzac'ın ailesi yoksul bir aile de değil, soylu bir aile değil fakat evde baktıkları ve büyüttükleri üç çocukları daha var. 

   Balzac bu ailede yedi yaşına kadar kaldıktan sonra da yedi yaşından on dört yaşına kadar yatılı okula veriliyor. Yatılı okulda kaldığı yıllar biraz daha aklının erdiği yıllar olması sebebiyle daha etkili oluyor yaşamında. Yazdığı eserlerde, yarattığı karakterlerde bu yıllardaki yaşadığı acıları yansıtıyor. (Felix üzerinden bunu okuyabilirsiniz.) Diğer çocuklar izin günlerinde veya tatil günlerinde ailelerinin yanına giderken Balzac, ailesi tarafından istenmiyor. Onu görmeye gelmiyorlar ya da onun gelmesine izin verilmiyor. Nihayet Balzac 14 yaşına geldiği zaman ailesinin yanına geliyor lakin tabi ki bu yaştan sonra artık o ailesini benimseyemiyor. Aralarında hep bir iletişimsizlik hep bir sevgisizlik var. 18 yaşına geldiğinde de kendisi ailesine sırtını dönüyor, kendisi onları kabul etmiyor. Bütün bu sıkıntılı, sorunlu süreçlerin etkisi Balzac yetişkin olduğunda dahi üzerinden atamıyor ve annesinden gördüğü bu sevgisizliği unutamıyor. Yazığı kitaplarda üstü kapalı olarak yazdığı karakterlere bu yansıyor fakat açık açık bunu ifade ettiği yerler de var. Mesela ilerleyen yıllarda aşk yaşadığı bir kadına yazdığı bir mektupta annesinden bahsederek şöyle bir ifade kullanıyor: "Onun delirdiğini sanıp 33 yıldır arkadaşı olan bir doktora danıştık. Doktor bize şöyle söyledi 'Hayır deli değil, sadece kötü biri.' Benim hayatımdaki bütün kötülüklerin sebebi annemdir."  Annesi ile yine görüşmeye devam etse de onu hiçbir zaman annesi gibi görmüyor. Annesine muhtaç duruma düştüğünde bile onu annesi olarak kabul etmiyor.

   Balzac, hukuk okuyor ve noter olarak çalışmaya başlıyor. Fakat, çalışmaya başladıktan sonra bir gün bir anda işi bırakıyor ve "Ben yazar olacağım." diyor. Yazmaya başlamaya karar veriyor ve bunu ailesine bildiriyor. Çok baskın bir karaktere sahip olan annesi çok şiddetli itirazlarda bulunuyor lakin babası biraz daha yumuşak bir tepki verip kabul edebileceğini söylüyor. Annesi, Balzac'ın kararlı duruşundan dolayı bir süre sonra razı gelmek zorunda kalıyor ve Balzac'la birlikte Paris'e gidiyor. Annesi Paris'te Balzac'a çok kısıtlı bir bütçe veriyor ve çok kötü fiziki koşullara sahip bir oda tutuyor. Bunu yapmasındaki amacı da Balzac'ın yaşadığı koşulları zorlaştırırlarsa vazgeçip eski hayatına ve işine döneceğini düşünmeleri. Ama tabi ki bu zor koşullar Balzac'ı etkilemiyor ve o kısıtlı bütçesiyle ilk yaptığı şey yaşadığı odayı daha iyi bir yer haline getirmek oluyor. Daha sonra gidip kendine kalemler, kağıtlar ve mumlar alıyor, yazmak için. (Mumlar çok önemli, çünkü ancak geceleri yazabiliyor.) Elindeki tüm parayı bunlara harcadıktan sonra çok zor günler ile karşılaşıyor lakin yine de yazmaktan vazgeçmiyor. Öyle ki altı ay boyunca hiçbir şey ortaya koyamadan sadece yazmaya çalışıyor. Yazıyor, hiçbir şey ortaya çıkmıyor ve belli bir süre sonra vazgeçme aşamasına geliyor. İşte bu günde, bir aile dostu onu edebiyat çevreleriyle tanıştırıyor. Onun yazarlarla ve yayıncılarla temaslar kurmasını sağlıyor ve Balzac'ın bu çevreye dahil olmasına vesile oluyor. Balzac girdiği bu çevrenin yardımıyla ve içinde bulunduğu maddi sıkıntılardan dolayı bir süre hayalet yazarlık yapmaya başlıyor. Yani kitaplar yazıyor fakat başka isimler ile çıkıyor.

   Bu süre zarfında Balzac, ailesiyle görüşmeye ve onlara gidip gelmeye devam ediyor. O sıralar annesinin yakınında bir komşuları var ve bu komşusunun evinde iki yetişkin kızı var. Bunlardan biri evli ve çocuklu, diğeri de bekar. Bu dönem Balzac girdiği edebiyat çevrelerinden etkilenerek giyim kuşamında yeniliklere yer veriyor. Yani annesine gidip geldiği süre boyunca her seferinde daha şık ve iyi giyimli olarak karşılarına geliyor. Balzac'ın bu değişimi annesini şüphelendiriyor ve onun bu bekar olan komşu kızıyla ilişki yaşadığını düşünmesine sebep oluyor. Ama Balzac bu kızla ilişki yaşamıyor. İkinci ihtimal de evli olan kızla ilişki yaşadığı, ama Balzac bu kızla da ilişki yaşamıyor. Balzac, bu kızların annesi olan 45 yaşındaki Madame De Berny ile ilişki yaşıyor ve bu kadınla olan ilişkisini de çok uzun yıllar boyu devam ettiriyor. Balzac'ın hayatındaki diğer ilişkilerine de baktığınızda durum böyle, Balzac sevdiği kadına bağlanan bir adam olarak görünüyor. Zweig bu duruma şöyle bir yorum getirmiş kitabında: "Balzac o kadar sevgisiz ve o kadar anne şefkatinden uzak büyüdü ki beraber olduğu kadınlarda hep bu şefkati ve sevgiyi aradı."  Bunu kitabın sonunda görüyoruz. Kitabın sonunda mektuplaşmalarına yer verilmiş ve bu mektupların birinde ileriki yıllarında aşk yaşadığı bir kadın hakkında yazarken şöyle bir şey söylüyor: "O benim arkadaşımdı, dostumdu, kardeşimdi, annemdi, sırdaşımdı." Yani Balzac aslında birlikte olduğu kadında birden çok kadın figürlerini bulmaya çalışıp o kadınlarla bu şekilde bir ilişki yaşamaya başlıyor.

   Balzac birlikte ilişki yaşadığı tüm kadınlardan maddi yardımlar almış ve içinde bulunduğu sıkıntılı durumları böyle atlatmaya çalışmış. Lakin şöyle de bir gerçek var ki girdiği veya kurduğu tüm işleri batırmış. Hiçbir işinde dikiş tutturamamış yani. Diğer bir yandan da hiçbir zaman yazmayı bırakmıyor. Uykusuz kalıp saatlerce yazıyor.16-17 saat yazıyor ve onlarca fincan kahve içerek kendini ayakta tutuyor. O kadar çok yazıyor ki günümüze ulaşmayan binlerce eserinin olduğu biliniyor. Çok üretken olmasının yanı sıra burada çok ilginç bir yazma serüveni de var. Balzac, henüz yazmadığı eserler hakkında yayıncılara sözler verip anlaşıp daha sonra oturup onları yazdığı veya laf arasında ben de öyle bir eser yazacaktım diyerek yazmadığı eserlerin sözünü ettiği biliniyor. Bu sözler karşılığında aldığı paralar ile diğer borçlarını kapatmak yerine gidip evine yeni mobilyalar, aksesuarlar alıyor ya da üstüne şık kıyafetler alıyor. Bir başka borç aldığında da durum aynı şekilde, kendi yaşamını lüks bir yaşama çevirmek için harcıyor tüm parayı. Kendine ilham yaratacak, verecek bir ortam yaratmaya çalışıyor hep. O pahalı mobilyaların, aksesuarların orada durması ona ilham olacak diyor ve gerçekten de oluyor aslında. Zweig'a göre aslında "Balzac servet sahibi olmayı, para kazanmayı ve şöhret sahibi olmayı istiyordu. Yazmak onun için bir bahaneydi, bir araçtı." diye düşünüyor. Var olmayan kitaplar üstüne yayıncılara söz veriyor demiştik, kitapta şöyle bir olaydan bahsediliyor: Balzac bir dönem tiyatroya merak sarıyor ve bir oyun yazmak için birilerine söz veriyor. Oyunun oynanacağı yer ayarlanıyor, oyuncular ayarlanıyor fakat ortada bir oyun yok. Oyunun oynanmasına 24 saat kala Balzac dört arkadaşını çağırıyor ve onlardan her birinden oyunun bir perdesini yazmasını istiyor. Kendisi de bir perdesini yazıyor lakin sorun şu ki oyunun perdelerini yazan beş kişinin de birbirinden haberi yok ve kimse diğerinin oyunu hakkında bilgi sahibi değil. Haliyle ortaya çıkan bu rezil oyun yüzünden Balzac'ın başı belaya giriyor. Çok enterasan bir adam değil mi yahu?

   Yine bu dönemde Balzac, çok bilinen bir yazar değil. "Köylü İsyanı" veya "Şu Anlar" olarak çevrilen bir eseriyle birden ünleniyor. Sonunda şöhrete sahip olunca şimdiye kadar "Honoré Balzac" olarak bilinen adına soyluluk eki olan "de" ekleyip "Honoré de Balzac" olarak kullanmaya başlıyor. İlerleyen zamanlarda bu soyluluk ünvanı için "Benim ailem zaten soylu bir aileden geliyor." diyor lakin böyle bir şey yok. (Nüfus kayıtları falan incelenmiş, gerçekten yok yani.)

   Bu dönem yani şöhret sahibi olduktan sonra binlerce hayran mektubu almaya başlıyor lakin bunların hepsini yanıtlaması tabi ki mümkün değil. Fakat gelen mektuplardan biri dikkatini çekiyor. "Yabancı Kadın" olarak imzalanan bu mektup okuduğunda Balzac'ı çok etkiliyor ve mektuplaşma devam ediyor. Uzun yıllar, kadının ismini bilmeden ve yüzünü görmeden sürüyor. Bu bahsettiğimiz kadın Balzac'ın hayatındaki en önemli kadın olan Eveline Hanska'dır. Uzunca bir süre devam eden bu mektuplaşmanın arasına yedi yıl giriyor ve bu yedi yılda hiç görüşmüyor veya mektuplaşmıyorlar. Bu yedi yıl Madam Hanska'dan eşinin öldüğünü bildiren bir mektupla son buluyor. Balzac yine aşk dolu mektuplar ile karşılık veriyor. Madam Hanska çok zengin ve varlıklı bir kadın. Balzac, bu kadınla evlenerek bu servete sahip olacağını düşünüyor ki oluyor da, bir süre sonra evleniyorlar. Bu evlilik ve servet o kadar geç geliyor ki bu servetin keyfini dahi süremeden vefat ediyor. Balzac'ın hayatındaki en önemli hedef aslında servet sahibi olmak ve bunu yazarak veya eserlerini satıp kazanarak elde edemeyeceğini anlıyor. Bu yüzden Madam Hanska ile evlilik onun tek amacı haline geliyor. Yine de yaşamı boyunca oldukça lüks, bohem bir hayat sürüyor.


   Bu ve buna benzer daha Balzac'ın hayatına dair birçok bilgiyi üstte görmüş olduğunu kitaptan edinebilirsiniz. Daha da fazlasını isteyenler elbette ki eserlerini okumalılar. Son olarak Vadideki Zambak kitabından altını çizdiğim birkaç alıntı ile bitirelim.

Aşk yaşamı yeryüzü yasasının ölümcül bir istisnasıdır; her çiçek ölür, büyük sevinçlerin, bir yarınları olursa, kötü bir yarınları olur. Gerçek yaşam bir bunalım yaşamıdır: İmgesi de setin dibine gelmiş şu ısırgandadır, güneş yokken sapının üstünde yeşil kalır.  (s.93)

…yalnız ve yalnız anne olan kadınlar zevklerden çok özverilerle bağlanmazlar mı?  (s.93)

Kötü günleri bir tek gün siliverir. Geçip de unutulmayan hüzünler, gözlemler, umutsuzluklar, acılar, ruhu sırdaş ruha bağlayan birer bağdan başka bir şey değildir.  (s.98)

…ruhun nişan gününde yazgı eski acıları ölümsüz mutluluklar için ödenmiş bir fazla pay olarak açıklar.   (s.98)

Birçok yaratıklar için tutkular, kurumuş kıyılar arasından akıp gitmiş lav selleri olmuştur, ama, aşılmaz güçlüklerle bastırılmış tutkunun volkan kraterini duru suyla doldurduğu ruhlar da yok mudur?     (s.127)

Erkeklerin uğraşıları acılara dayanmak için birer kaynaktır, işlerin akışı onları oyalar; biz kadınlara gelince; ruhumuzda acılara karşı hiçbir dayanak noktası yoktur.      (s.137)

“Acı sonsuzdur, sevincinse sınırları vardır.”    (s.145)

Bir gün, oyun olsun, diye, üstünkörü tanıdığınız insanlara kendinizden söz edin; acılarınızı, zevklerinize ya da işlerinizi konuşun onunla; göreceksiniz, yapmacık ilginin yerini ilgisizlik alacaktır; sonra, sıkıntı basınca, evin hanımı kibarca sözünü kesmezse, her biri ustaca yakalanmış bahanelerle uzaklaşacaktır. Ama sevgilerini üzerinizde toplamak, cana yakın, şakacı, dostluğuna güvenilir bir insan, diye tanınmak mı istiyorsunuz, kendilerinden konuşun onlarla, kendilerini konuşma konusu yapmanın bir yolunu arayın; alınlar aydınlanacak, dudaklar size gülümseyecektir, gittiğiniz zaman da herkes sizi övecektir. Bilincinizle yüreğinizin sesi, pohpohlamanın bayağılıklarının nerede başladığını, konuşmanın inceliğinin nerede bittiğini size söyleyecektir.  (s.161)

Politika dünyasında, kişiliğinizi yöneten kurallar büyük çıkarlar önünde bükülür. Ama büyük insanların yaşadığı çevreye erişince, siz de Tanrı gibi kararlarınızın tek yargıcı olursunuz. Bir insan olmazsanız artık, ulusu kendinizde kişileştirirsiniz. Ama yargılarsanız, yargılanırsanız da.  (s.164)

…bütün güzel duygular, ruhlar arasındaki eşitliğe dayanır.     (s.169)

Sessizlik en hafif yankıları sezmeyi sağlar, kendi kendine sığınma alışkanlığı da inceliği de sevgilerin en ufak ayrımlarını gösteren bir duyarlığı geliştirir.   (s.169)


Wiki'deki Balzac bölümünü okumak isterseniz diyerekten şurada bir tık Honoré de Balzac
 
Bir de radyo tiyatrosu sevenlerdenseniz, ki ben öyleyim, dinleyelim mi?




18 Mart 2020 Çarşamba

Bir Gidiş Lazım Bana

Özlem Ekici

Şimdi ölsem mesela
Hemen şimdi şu kanepede
Sağımda bitmemiş bir sigara
Yanında da soğumamış bir kahveyle
Ölsem öyle durup dururken
Ne olurdu sahi kaybettiğim
Biter miydim?
Gider miydim?
Ölümümü söylese birileri birilerine
Gidivermiş durup dururken diye
Kınayan olur muydu?
Dalgaya vuran
Hızını alamamış diyen olur muydu ya da
Güzel midir uyanmadan uyumak
Ya da rahat mıdır hiç kıpırdamadan boylu boyunca uzanmak?
Şimdi ölsem şurada
Daha soğumamış kahvemin hemen solunda
Kapatsam gözümü
Dürtseler de açmasam
Olur mu bir eksiklik,
Yanar mı düştüğü yerde ateş?
Su olup serpilir mi yüreklere kendi isteğimle gitmem
Ben zaten hep gitmez miyim zaten
Kafamın estiği yere
Belki bir daha dönmemek üzere
Belki anlaşılmaz bile ölümüm
Yine gitmiştir bir yerlere denir arkamdan
Uyuduğum gibi kalırım orada
İçimde et de yok kokmam da konu komşuya
Oturduğum koltukta
Daha bitmemiş sigaramın solunda başlarım çürümeye
Sahi ne renk görünür dünya giderayak
Her yerden bir gidişim oldu
Ama dünyadan gitmemiştim hiç
Her gidişimde yaptığımı mı yaparım
Bu da bitti e hadi der miyim kaparken gözümü
Ne yaparım sahi giderken
Bir gidiş lazım bana
Buralardan oralara değil
Bir yerden bir yere de olmamalı tanımı
Bir gidişim olmalı kahve ve sigara hazır dumanlıyken
Oturduğum yerden kalkmadan gitmeliyim
Yine kimseye söylemeden
Yine kimseyle görüşmeden
Sessiz sedasız
Kendi içimde davullu zurnalı
Dumanı burnunda tüten bir yolcu gibi
Nikotine doymuşken
Kafeine doymuşken bir gidişim olmalı
Kalkmadan konuşmadan yola bile bakmadan bir gidişim olmalı.

29 Şubat 2020 Cumartesi

Edgar Poe'nun Mezarında - Stephane Mallarme

Özlem Ekici


Tam kendi olunca en sonu ölümsüzlükte,
Şair, yalın kılıç, meydan okuyor çağına.
Ürkmüş dünya, şaşıyor nasıl duymadığına
Ölümün çanlar çaldığını bu garip seste.

İrkildiler duyunca, kör dev gibi, meleğin
Daha saf bir anlam kattığını kaba sözlere,
Dediler: Sarhoş, bir büyü katmıştır içine
O içtiği aşağılık kara kara içkilerin.

Yazıklar olsun! Duygusuz toprak ve buluttan
Bir heykel yoğurmazsa düşüncemiz yaşayan
Pırıl pırıl donansın diye mezarı Poe'nun.

Bir gök belasından arta kalan durgun kaya,
Şu granit bari, gelecekte, karşı kosun
Sürü sürü, kara kanatlı, kör kuşlara.

Stéphane Mallarmé


Çeviri: Erdoğan Alkan


18 Şubat 2020 Salı

Kuşun Ölümü - İsmet Özel

Özlem Ekici

Kuş damdan düşünce 
sarışın bir yürüyüşüdür artık ölümün 
bir yağmurdur açılan kuraklığa 
bir yağmurdur kulübesi nisandan 
ve onun ayaklarına dolanan o gökyüzü 
kansız yüzleridir diri kuşların 
kuş düşünce camdan

kuş düşünce damdan 
kızlar saçlarıyla ölümü düşünürler 
uzun bacaklı tanrılar koşuşur sokaklarda 
kuş öldü herkes mi arıyor 
gençlik mi yürüyor herkese ve mi arıyor 
onun gözlerini satılan çarşılarda 
kuş öldü kanadının altındaki o yara 
yağmurun karanlığını getiriyor geceye 
yağmurun ırmaklarını getiriyor geceye 
kuş öldü 
küçücük bir yorgunluktu ölmeden önce 

öldü, kim ısıtır artık onun ellerini 
suların aynasında üşüyen ellerini 
suların saygısıyla üşüyen ellerini



İsmet Özel

24 Ocak 2020 Cuma

Ofelya - Arthur Rimbaud

Özlem Ekici


Yıldızların uyuduğu, sessiz, kara
Dalgalarda Ofelya iri bir zambak,
Yüzüyor duvaklı, uzanmış sulara...
-Avcı borularının ezgisinde bak.

Bin yıl geçti, Ofelya yine üzgün,
Uzun sularda kefen gibi akıyor.
Bin yıldır, gündüz gece, deli gönlünün
Hüznünü meltem yellerine döküyor.

Açıp sularda salınan tüllerini
Beyaz göğüslerini öpüyor rüzgar,
Söğütler eğmiş omzuna dallarını
Ağlıyor. Uykulu alnında kamışlar.

Yöresinde üzgün nilüferler bazan
Dağıtıyor Ofelya kızılağacın uykusunu,
Bir kanat vuruşuyla dallar yuvadan
-Salıyor yıldızların altın şarkısını.

Sen ey solgun Ofelya, kar gibi güzel! 
Sulara gelin oldun ergen çağlarda! 
-Çünkü Norveç doruklarında esen yel
Acı özgürlüğün tadını öğretti sana:

Savuran bir soluk gür perçemlerini
Büyüyordu düşlerinin akışında; 
Dinliyordun doğanın ezgilerini
Ağacın, gecelerin yakınışında;

Çünkü boğuk sesi çılgın denizlerin
O tatlı, çocuk göğsüne vuruyordu; 
Bir nisan sabahı, yorgun bir atlı senin
Dizlerinde sessizce oturuyordu!

Gök! Aşk! Özgürlük! Bu nasıl düş Deli Kız! 
Güneş vuran kar gibi eriyip gittin; 
Konuşma, sus! Seviyi bizlere dilsiz
O mavi gözlerinle çoktan öğrettin!

-Ve diyor ki Ozan: Aydın gecelerde
Ofelyam çiçekler devşiriyorsun; 
Hep böyle yüz, ak gelinliğinle suda
Dalgalar beşiğini sallayıp dursun.

Arthur Rimbaud


6 Ocak 2020 Pazartesi

Tuhaf Döngüsel Bir Atalet

Özlem Ekici

   Uzun süredir her şeyden elimi çektim, amaçsızca dolaşıyorum ortalıkta. Eski heveslerim de tükendi son birkaç ayda. Yazmaya da yanaşmıyorum garip bir şekilde. Okumak derseniz bilim dergileri ve günlük haberler dışında hiçbir şey ilgimi çekmiyor. Bir kitaba başlıyorum, odaklanıyorum ama en fazla beş dakika sürüyor bu. Daha sonra müzik dinleyeyim diyerek elim tabletime uzanıyor, o da bir süre sonra boğuyor beni. Telefonum yok yaklaşık bir aydır ve bunun rahatlığına alıştım. İnsanlardan uzak, yapmacıklıktan uzak, hayatım öyle berrak ki... Elbet bunun da eksi yönleri var, fotoğraf çekemiyorum. Ve yeni yeni fark ettim ki, bu enerjimi düşürüyor. Gözümüzün önünde öyle güzel kareler yakalayabileceğim sayısız an oluyor lakin elde olmayan sebeplerle bunu sadece ben görebiliyorum. Bu tatsız meseleyi uzatıp olmayan tadımı daha fazla kaçırmak istemeyerek bu yazıda da daldan dala atlayarak anlatayım, bakalım sıradaki dalda neler varmış.

  Okuldayım, Ankara'dayım. Ankara beni gittikçe içine alıyor, sanki başka bir şehirde nefes alamayacakmış gibi hissediyorum. Şiir yazdırıyor hala bana ama artık eskisi gibi değil dizelerim, içten içe sönmüş bir isyan ama çırpınıyor umarsızca. O yüzden olsa gerek yazdığımla yaktığım bir oluyor şiirleri. Şiir yakıyorum bu sıralar, evet. Kendime şaşırıyorum ama hayatın sizi nereye nasıl getireceği gerçekten hiç belli olmuyor. Denemelere girişiyorum sağlı sollu, uzun uzadıya. Tükenmişliğimden başlıyorum, varlığımdan şüpheyle bitiriyorum. Sonuç tabi ki hüsran ve onlar da raflardaki yığınların arasında yerini alıp unutuluyor. Depresifliğin hiç kaybolmamış diyenler oluyor sık sık, sonra dağınıklığımı görüp neler oluyor diye geri geliyorlar. Ben ki depresyonda dahi alfabetik kitap sıramı bozmam, artık öylece bırakıyorum kitapları, kağıtları. Günlüğüm var hala, arada bir dolduruyorum sayfalarını. O da pek iç açıcı gelmiyor ama en azından ileride okurken "Lan, ben ne güzel kafadaymışım be!" diyebilirim. 

  Uykuya gelecek olursak, gece gündüze rest çekiyor ve kazanan tabi ki uyku olmuyor. Üç dört saatlik uykular da artık yerini uykusuzluğa ve saçma rüyalara bırakıyor. Her şey tuhaf bir döngüde ve bir şey kalkıp yok oluyor, yerine daha gereksiz bir şey mesken tutuyor. Gittikçe daha da gereksiz oluyor. Gereksizlikler, gereksiz gereksizlikler, gereksiz gereksizliklerin gereksizlikleri... Sanırım bunu da garip bir döngüye dönüştürebilirim. Saçmalıyor da olabilirim ki bu oldukça mümkün, zira uykusuzluğumun 45.saatini yarım saat evvel doldurmuş olmalıyım. 

  Diziler izliyorum, önüme gelen filme girişiyorum. Ne sahneler, ne senaryolar, ne oyunculuklar görüyor gözlerim şaşıyorum. Repliklerin çeşitliliği ise eş anlamlılık kapasitelerini zorluyor. Öyle ya da böyle onlar da tekrarlardan ve gereksiz döngülerden ibaret geliyor gittikçe. Lakin insan bu döngülere karşı garip bir çıkmazda, girmek için tereddütte kaldığı yetmezmiş gibi girdiğinde çıkmak için daha çok tereddütlerde kalıyor. Ya da tereddütlerin bağımlısı bir yapımız mı var acaba? 

  Karşımdaki duvarın fazla beyaz olduğuna karar kıldığım bir saatte bunları yazmış olmamın sebebini henüz kestiremedim ama bu duvar hala çok beyaz! Renkli post-itlerle donatmak varken neden harfleri birbirine uydurup yüklemleri işe koydurduğumu anlamak isterdim ama bunun için öncelikle buranın yüklemini bırakıp kaçmalıyım. Cümleler birbirini kovalamış sanırım, çünkü oldukça yazmışım. Duvara renkli bir şeyler asmalıyım. Büyük bir pencerem var, dışarıdan ışık vurduğu için mi bu kadar beyaz geliyor acaba. Birkaç fotoğraf olacaktı yanımda, boş post-itlerden daha iyi durur sanırım. 

  Dışarı çıkıp griliği izleyebilirim, kar tanelerinin neden bu şekilde düştüğünü saatlerce düşünebilirim. Neden hala duvarla uğraşıyorum veya neden amansızca kelimeleri birbiri ardına bırakıyorum buraya? Bir yerden başlamak gerekiyor her zaman, yazıp atmalar veya yakmalar döngülere ihanet etmiyor. Gereksiz dediğimiz eylemlerin içinde birkaç hoş gelebilen detaylar gizlenebiliyor. Halbuki daldan dala atlayıp cümleleri geldiği gibi öylece yazınca da kendi içlerinde bir ahenk olduğunu görüyorsunuz.

 Bu kadar daldan dala konmalar bitse de şu duvara bir şeyler yapsam artık dediğim ana gelmiş bulunmaktayım. Böylesine gereksiz döngülerin gittikçe tuhaf olduğunu düşünüyorum. Gittikçe daha da tuhaflaşan gereksiz döngülere armağan ediyoruz bu kırık dökük toplama cümleleri. Perdeyi çektim ve hala bu duvar çok beyaz!







4 Ocak 2020 Cumartesi

Bir Deli ve Kelebek

Özlem Ekici

  Her şeyi açıklayabilirim, müsaade edin. Yaşananların hepsinden sadece ben sorumlu değilim. Tesadüfen de orada olmuş olabilirim. Henüz gerçekleşmemiş olanlar için de bunu söylemek istiyorum. Herkesten müsaade isteyip ‘ben tesadüfen buradayım’ demeyi istiyorum. Beni görmeyin, baştan saymaya başlayınca beni atlayın, bir tane eksik sayın beni. Bazen sabah uyandığımda gözlerim acıyor. Yatakta sağımdaysam soluma, solumdaysam sağıma dönüyorum. Öyle uzak şeylerden söz ederek keyif kaçırmak istemiyorum fakat cümle kurgulamayı seviyorum. Bazısı gerçek, bazısı alıntı cümleler yığını.

  Bir kelebek girdi odaya! Karışık ve düzensiz uçarak önümüzden geçti. Ani hareketleri heyecan yarattı aramızda! Dördüncü kattaki bu hastane odasında, tüm delilerin içinde bir ışık oldu. İçimizden “Dışarıda hala nefes alınabilen bir yer var.” Diye düşündük hep bir ağızdan. Bir tanesi sadece susarak baktı. Kelebeği inceledi. Kafasıyla onun ani dönüşlerini taklit etti. Beyni bulanmış olacak ki durdu ve elleriyle kafasını tuttu.

  Ben deliyi izlerken kelebek önümden geçti! Acaba kelebeklerin de düşüncelerinde “Ben farksızım, aynıyım.” Diye bir olgu var mı? Çünkü çok sıradan kahverengi bir kelebekti.

  Önümde duran bir masa var. Üstünde ziyarete gelirken getirdikleri çiçekler var. Bakıcılar onu bir vazoya koymayı unuttukları için ben hunime yerleştirdim. Bir başkası da devamlı su koymaya çalıştı. Huninin deliğini görmek istemiyor sanırım. Su koyarken bazen ağlıyor: “Ölmesinler! Ölmesinler!”

  Kelebek o çiçeklere kondu. Çiçekler iki günlük ama hala biraz koku yayabiliyorlar. Sanırım kelebeği çeken de o azıcık kokuydu. Kelebeğe dik dik bakarken ağzının hareket ettiğini gördüm. Küçüktü ama görüyordum işte!

“Susun!” diye bağırdım. Diğerleri bana baktı ve sustular.
“Kelebek konuşuyor.” Dedim. Bir tanesi öyle bir çığlık attı ki bir diğeri korkup odanın köşesine oturdu.
“Bize bir şey demek istiyor.” Dedim. Sustular o zaman. Bir deliye sana bir şey diyeceğim dedin mi susardı, kendimden biliyorum.
“Gördün mü?” dedi kelebek. Neyi görmem gerektiğini bilmiyordum. Bir an paniğe kapıldım. Göremediğim bir şey mi vardı?
“Neyi?”
“Etrafına bakmaz mısın sen hiç?”
“Bakıyorum da hep deli var burada.”
“Sen nesin peki?”
“Ben akıllıyım! Onlardan farklıyım ben!”
“Ben de farklıyım ama sadece kahverengiyim.”
“Nasıl biliyorsun ne düşündüğümü?”
“Sen söyledin ya az önce, göremiyorsun işte bu yüzden. Kendini kendine kapatıp gördüklerini bile değiştiriyorsun. Görmek bakmak değil biliyorsun!”
“Senden daha çok şey bildiğime eminim kelebek!”
“Savaşın sona erince yine geleceğim deli! O zaman bana gördüklerini anlatırsın.”
  Diğerleri şaşkın şaşkın bakarken kelebek tekrar uçtu. Önce odayı gezdi. Herkesin kafasında bir tur attı ve girdiği pencereden çıktı. Birkaç deli peşinden gitmek isterken önce birbirlerine sonra pencerenin demirlerine çarptılar.

****

“Peki sence neden kelebek seninle konuştu?”
“Çünkü sadece ben duyabilirdim onu.” 
“Peki senin bir odada yalnız ve penceresiz kaldığını biliyor muydu?” Kısa bir sessizlik ve ardından:
“Hastayı odasına götürebilirsiniz.”

*********************************


Açıklama: Bu yazım daha önce bir dergide yayımlanmıştır. Ben sizlerle de paylaşmak istediğim için blogumda yayınlıyorum. Düşüncelerinizi ve görüşlerinizi paylaşırsanız sevinirim. 

Özlem Ekici, Personal Blogger Templates | Blog aa

Levla'nın Not Defteri - Kişisel Blog | Bütün Hakları Saklıdır | Copyright © | 2016 - 2023