Merhaba, dün bir karar alıp podcast yayınlamaya karar verdim. Yanıma çok değer verdiğim arkadaşım Emre Bozkuş'u alıp "Mitoloji ve Edebiyat" hakkında konuştuk.
Umarım dinlerken zevk alırsınız.
Yazılarım E-postana gelsin.
Yaz E-Postanı!
Merhaba, dün bir karar alıp podcast yayınlamaya karar verdim. Yanıma çok değer verdiğim arkadaşım Emre Bozkuş'u alıp "Mitoloji ve Edebiyat" hakkında konuştuk.
Umarım dinlerken zevk alırsınız.
Sema Kaygusuz bize mitlerle efsanelerle bezenmiş bir kısa roman sunuyor, edebi sanatlar ve kurmacalar birbiriyle o kadar ahenkli ki okuduğumuzun tadı damağımızda kalırken sonuna geliyoruz. Yaşanan acılar, kimsesizlikler, yalnızlıklar, geçmiş ve şimdiyle aralarında duran bir salıncak misali aktarılıyor.
"İncire ve zeytine andolsun ki" diye başlıyor Kuran'daki Tin süresi; "biz insanı en güzel biçimde yaratık". Yaradan'ın yarattıklarının adıyla yemin etmiş olması muhteşem bir dil eğretilemesi...
Kurmaca olarak bakıldığında geçmiş ve şimdi arasında sınırların tam belirlenmediği kısa bölümler halinde bir sarmal karşılıyor bizi. Mitsel ve tarihsel öğelerin yanında bir incir metaforu var ki tekrar tekrar okumak isteyebileceğimiz cinsten. Dil olarak bakarsak ağır ağır okumaya müsait olmasının yanı sıra şiir gibi gelen bir üslupla seslenmiş yazarımız, oldukça basit bir dil fakat bir o kadar da yoğun bir anlatım diyebilirim. Anlatıcı olarak biri seçilmiş ve onun ağzından dinliyoruz her şeyi, muhatap aldığı kişiye seslenmeleri ve anlatıları ile ilerliyoruz. Bu bize farklı bir tat veriyor, onunla hararetlenip onunla seviyoruz.
Zamansal bir bütünden çok uzak olması okurken biraz zorlu bir yolculuk sağlıyor, fakat kitabın bir kurgusal omurgası olmaması zaten bu kitabı bize bu kadar eşsiz kılıyor. Zaman belirsiz ve karmaşık, dil öylesine şiirsel ve sanatsal ki okurken bir masal dinliyoruz edasına kapılıyoruz.
Ben özellikle "incir" metaforu ve "Hızır" kavramına değinmek istiyorum. İncire neden incir dendiği, ve incir ile neler anlatılmaya çalışıldığı kitabın bence bel kemiği olan bir olgu diyebilirim. İnciri de mitsel ve tarihsel anlamda ele alıyoruz, "inciri hiç böyle okumamıştınız" diyebileceğim bir anlatı sunuluyor. Kültürümüzdeki Hızır kavramından da bahsediyor. Hepimiz duymuşuzdur, "Hızır gibi yetişti" denir, çeşitli efsanelerde ve anlatılarda ismi bolca anılır. İşte bu Hızır kavramını da romanına ekliyor ki zamansızlık daha bir vurucu hale geliyor. Böylece zamanın insanlar üzerindeki etkilerini daha iyi anlamamıza, zamansızlığın ve zamanın o vurucu ürpertisine tanık oluyoruz. İki farklı zaman arasında yaşanılan deneyimlerin ve olayların insanlar için ne kadar etkili olduğunu resmediyor.
Yüzünde Bir Yer'i Elazığ'da okumaya başlıyoruz. Elbruz dağlarının eteğine kadar varıyoruz, oradan Salem'e. Bir ara Dersim' e gidiyoruz, burada yaşıyor ve dinleniyoruz bir müddet. Ardından bir Hıdrellez'de ateşin üstünden atlarken başparmağında kemik olmayan birisiyle dans ediyoruz. Bazen Bese oluyoruz bazen de Eliha. Eliha gibi incire düşkün ve sevdalı oluyoruz, Bese gibi İlyas'ımızı bekliyoruz. Hızır'ı, Zükarneyn'i tanıyoruz. Sevdiğimiz şeylere bir isim veriyoruz, bizim oluyorlar, inciri tadıyoruz, hiç böyle sevmemiştik birini. İstanbul'a uzanıyor bir anda kelimelerimiz, bitmesine çok yakın öykümüz.
Sema Kaygusuz ile ilk kez tanıştım ve edebi doyuma vardığım bir roman ile kalemini tattım. Genel olarak mitsel ve de zamansızlığın bu derece işlenmiş halini sevdim, hiç duymadığım öyküler dinledim, bazen Bese oldum bazen gözü olmak isteyen ona. Masalsı bir üslup bana kalırsa ama kendini sevdiriyor ve okutuyor. Sindire sindire okunmalı ve içine girmek için Hızır üzerine bir ufak araştırma yapmak da fena olmaz sanırım. Yüzünüzde bir yere sığınıyor bu roman ve siz istemeden parçanız oluyor. İmgelerle dolu bir yolculuğa hazırlanın, bu oldukça güzel olacak.
Seni doğuran anne, seni düşleyen baba henüz dünyada yokken, atalarının çizdiği kederli bir sima, tenden tene geçen yakıcı bir ağıtın son defteri olmuşsun. (s.11)
Bütün varlıkların aynı yıldız tozuyla mayalandığı bilgisi bundan böyle hükümsüz bir teselliydi onun için. Meğer sağ kalmak yeni bir tutum devşirmekti hayattan. Yeni bir gam, yeni bir ahlakla yeniden dirilen Bese bu kez başka bir yarayla doğuyordu. (s.15)
Hayat şeylere yüklediğin anlamlarla sınırlıdır ne de olsa. (s.16)
Bir şeye ad vermek onu kendine alışmaya zorlamaktır. Yeryüzündeki bütün kinsiz, gurursuz, yalın ve dingin canlıyı evcilleştirmenin ilk adımıydı bu. (s.17)
"Hisler düşünceyi tetiklemediğinde hissedilmiş olanı hissetmekten başka elden bir şey gelmiyor. Yarın ölü uyanmayacak olsan da, ertesi gün, daha ertesi gün, şu anki hissinin yarattığı yıkıcı yavanlığa alışarak yeniden ölgünleşeceksin. Tam da böyle bir ihtimal varken güzel gözlüm, şu anki varlığının cesedi olmaya birkaç gün kala yalvarıyorum ağla. Hisler düşünceyi tetiklemediğinde hissedilmiş olanı hissetmekten başka elden bir şey gelmiyor. Yarın ölü uyanmayacak olsan da, ertesi gün, daha ertesi gün, şu anki hissinin yarattığı yıkıcı yavanlığa alışarak yeniden ölgünleşeceksin. Tam da böyle bir ihtimal varken güzel gözlüm, şu anki varlığının cesedi olmaya birkaç gün kala yalvarıyorum ağla." (s.22)
Halbuki bir alacakaranlık sanatıdır senin yaptığın. Fotoğraf zamanını nostaljik bir devir olarak şakkadanak ortaya koymanın çok ötesinde, çerçeveye sızan boşluğu sezdirerek o dokunaklı eksiği vurgulamak. Hiç olmazsa bundan böyle boşluğu ver bana, her çerçevede kendine yer bulan o ezeli boşluğu ver. Varlığını varoluşa azmettirecek olan, hislerin değil boşluğundur çünkü. (s.22)
İnsanın olmadığı haliyle kusursuzluğa özendiği bu viran çağdan, olduğu haliyle kusursuzluğa eriştiği olası bir çağa sıçrayalım seninle. (s.23)
Madem yerimizde duramıyoruz, bir sesli bir sessiz iki harf gibi yan yana, dokunaklı bir çığlığın hecesi olalım ikimiz. (s.23)
Şu benlik dediğin muamma ne el hüneriyle yapılan nesnelerde tamamlanıyor ne de zihinsel yaratılarda. Eksik daima eksik. (s.27)
Onun meşrebinde sevmek her süreci yapıtlaştıran bir yoğunlaşma haliydi. Bir varlığı aşkla sevmenin törenine kendini bulaştırmadan katılıyor, saçlarını okşarken ruhunu da okşuyordu. Sevilirsen her ne olursa olsun sırtının yere gelmeyeceğini doğaçtan biliyordu. (s.35)
Geçtiğin bütün patikaların sensizliğini, parmak uçlarında dallarına dokunuverdiğin defnenin sallantısını, şöyle bir göz ucuyla bakıverdiğin süs havuzundaki yosunların hücre hücre ilerleyişini gördükçe ölüp ölüp dirilmişliğim vardır benim. (s.43)
Ta o zamandan beri vasat düşüncenin müptezelliğini açığa vuran göz kamaştırıcı bir ışıktı, yalınlık. (s.56)
Gönül dediğin bir dipsiz hazne, akılla kavramaya yeltendiginde bitimsiz anaforuna kapılıp dengeni yitiriverdiğin bir karanlık yer. (s.56)
Gözünü seveyim bırak bu çoğulluk çabasını, hiç sırası değil. Şu an yalnızca sen ve ben varız. Beni seninle, seni benimle ölçen bir acının kurbanıyız ikimiz. (s.59)
Sanmak ne harikulade bir şey. Bir şeyin olma veya olmama olasılığını aynı anda benimseyip olabileceğine daha çok inanmak ne tılsımlı bir düşünüş. (s.60)
Sömürünün böylesi derinleştiği bir çağda hayvanla insan arasındaki ortak zihin üstüne düşünmek, küçük burjuvanın yararsız felsefe üretme özentisinden başka bir şey değildi. (s.60)
Ama hayatla aralarındaki uzaklık öyle aşılmaz ki şimdi, ruhları geride kalmış bedenleriyle yokluğa bürünmüşler. (s.63)
Elinde fotoğraf makinesi, nereye gidersen git bu gülüşü asla yakalayamayacağını henüz bilmiyorsun. (s.78)
İnsanın insana neler edebileceğini anlatırken trajedinin en kaba ve ham görüntüsünü sakınmaksızın kesip çıkarıyordu zamandan. (s.80)
Kahramanlığı öven bütün tabletlere yazılıyor kötülüğün yordamı.Kahramanlığı öven bütün tabletlere yazılıyor kötülüğün yordamı. (s.82)
Sanmak ne harikulade bir şey. Bir şeyin olma veya olmama olasılığını aynı anda benimseyip olabileceğine daha çok inanmak ne tılsımlı bir düşünüş. (s.90)
Onunkisi kelam değil, kuyruklu bir harf yalnızlığı. (s.103)
"Yüzünde bir yer açılmıştı, kendimi sığdırabileceğim." (s.108)
Ateşle tütsülenirken dört dilek diledim Hızır'a. Yak beni, dedim, küllerimle tanınmaz olayım. Beni anlamamaya alıştır, illaki bileceğim diye çırpınmayayım. Hamlıktan arındır beni ,kavrula saflaşayım. Başkasının imanıyla sofu olmayayım. (s.108)
"Fantezi tehlikeli bir oyun. Hayal kurduğunda ne denli şiirselsen, fantezilere kapıldığında o denli yavanlaşıyorsun." (s.114)
Değil mi ki duran kendinde duruyorsa öylece, giden de kendine yürüyor yollarını. (s.118)
Hayal kurmak kalbe yapılan bir muamele sadece. Şimdiki zamanı yerli yerine oturtan insanca bir tahammül biçimi. (s.126)
Rica, şeytanın eliyle istemektir bir şeyi.Şeytan önce akıl verir,sonra rica eder. (s.136)
Bir dil arıyordun kendine. Kimseden emanet alınmamış, kimseninkine öykünülmemiş bir incir lisanı… (s.151)
Bazı satırlarım var, sonunu getiremediğim. Yazıp silmelerim her geçen gün artıyor. Sevgi tek çare midir Levla? Yürüdüğün yollar bilinmezlere çıksa bile mi? Belirsizlik duvarları ördüğün yollar, bilinmezlik şatolarının görkemiyle dolu sokakların, bitmeyen aşkların, bitmeyen hislerin...
Bir işgal bu benliğimde, beynimde, ruhumda. Önünü alamıyorum, dur durak bilmeden yürüyor zihnimin dar sokaklarında. İnsan sevdiğine küser mi Levla? İnsan bu kadar çok üzülür, bu kadar çok kırılır ve bu kadar çok şanssız olur mu?
Yaşadığım her saniyenin çetelesini tuttuğum defterleri yırtıp attığım gün bazı şeylerin sonunun geldiğini hissetmiştim. Bazı şeyler bazen ne kadar çok zorlasan da olmuyor dimi Levla? Eksilen yanlarımız sızlarken bile yaktığımız sigara küllerini dağıtmıyor hışımla, her hareketimiz gibi bu da sessiz, suskun. Neden bu kadar sessiz bir sinema senin hayatın, neden bu kadar suskun harflerin? Bitmeyen nedenler dizisi yapıyorsun hep, cevapları aranmayacak sualler sıralıyorsun da bir çıkıp bağırmıyorsun hala. Neden beni dünyaya getirdin anne? Neden?
Biraz yorgunum, kıyısında beklediğim yaşamak beni ortasına aldığından beri bazen beklemeyi özlüyorum. Beklediklerimiz geri gelmiyor, gittiğimiz limanlar yerinde kalmıyor, biz bir türlü bu yollardan geçemiyoruz. Özlediğimiz anların hisleri ile uykuya daldığımız gecelerden birinde yine soluklarımız kesilerek irkiliyoruz, kimin adı bu seslendiğimiz?
"karanlıktım, koyuluğunda kaybolduğum
sığ bir deniz uzanıyordu içimde,
bir gece bir kıvılcım düştü göğüme
o parıltıya koştum önce
sonra o parıltı büyüdü, aydınlattı her yeri
bir çiçek yeşerdi sen gelince."
Göğümüzün yağmurları yıkadı çehremizi, biz yine bilmediğimiz yolları işgale gelen satırlarımızla emin adımlar attık, bitmeyen sualler sıralayıp dizdik, hasretimizi güneşimize siper edip derin bir soluk aldık.
"bazen kayıp parçalarını ararmış insanlar,
ben aramazdım, bu kadar parçama hangi eş?"
Sevmek iyileştirir mi insanı? Levla'nın titreyen sesine benzer mi kalp ritimlerin? Solan çiçeklerimi yeşertip kendi ellerimle kopardığım o dallar bana kızgın mı?
"en sığ denizler dağılır, yerine kurulurmuş ormanlar
içi titrermiş insanın bir çift dudaktan çıkanlara"
Yine bir ton saçmalamışız ortaya. İyice sayıyor musun hala? Bitmedi mi hala alacak nefeslerimiz? Biz tutunmayı öğrenemedik ama sayalım. Bu bir...
Ümit Yaşar Oğuzcan
yorgun, kirli ve umutsuz geçmişim
oysa bilmediğin bir şey vardı sevgilim
Ben sende bütün aşklarımı temize çektim
imrendiğin, öfkelendiğin
kızdığın ya da kıskandığın diyelim
yani yaşamışlık sandığın
Geçmişim
dile dökülmeyenin tenhalığında
kaçırılan bakışlarda
gündeliğin başıboş ayrıntılarında
zaman zaman geri tepip duruyordu. Ve elbet üzerinde durulmuyordu.
Sense kendini hala hayatımdaki herhangi biri sanıyordun, biraz daha
fazla sevdiğim, biraz daha önem verdiğim.
Başlangıçta doğruydu belki. Sıradan bir serüven, rastgele bir ilişki
gibi başlayıp, gün günden hayatıma yayılan, büyüyüp kök salan ,
benliğimi kavrayıp, varlığımı ele geçiren bir aşka bedellendin.
Ve hala bilmiyordun sevgilim
Ben sende bütün aşklarımı temize çektim
Anladığındaysa yapacak tek şey kalmıştı sana
Bütün kazananlar gibi
Terk ettin
Yaz başıydı gittiğinde. Ardından, senin için üç lirik parça
yazmaya karar vermiştim. Kimsesiz bir yazdı. Yoktun. Kimsesizdim.
Çıkılmış bir yolun ilk durağında bir mevsim bekledim durdum.
Çünkü ben aşkın bütün çağlarından geliyordum.
Sanırım lirik sözcüğü en çok yüzüne yakışıyordu
yüzündeki kuşkun kedere, gür kirpiklerinin altından
kısık lambalar gibi ışıyan gözlerine
çerçevesine sığmayan
munis, sokulgan, hüzünlü resimlerine
lirik sözcüğü en çok yüzüne yakışıyordu
Yaz başıydı gittiğinde. Sersemletici bir rüzgar gibi geçmişti
Mayıs. Seni bir şiire düşündükçe kanat gibi, tüy gibi, dokunmak gibi
uçucu ve yumuşak şeyler geliyordu aklıma. Önceki şiirlerimde hiç kullanmadığım bu sözcük usulca düşüyordu bir kağıt aklığına, belki de
ilk kez giriyordu yazdıklarıma, hayatıma.
Yaz başıydı gittiğinde. Bir aşkın ilk günleriydi daha. Aşk mıydı,
değil miydi? Bunu o günler kim bilebilirdi? "Eylül'de aynı yerde ve
aynı insan olmamı isteyen" notunu buldum kapımda. Altına saat: 16.00
diye yazmıştın, ve saat 16.04'tü onu bulduğumda.
Daha o gün anlamalıydım bu ilişkinin yazgısını
Takvim tutmazlığını
Aramızda bir düşman gibi duran
Zaman'ı
Daha o gün anlamalıydım
Benim sana erken
Senin bana geç kaldığını
Gittin. Koca bir yaz girdi aramıza. Yaz ve getirdikleri.
Döndüğünde eksik, noksan bir şeyler başlamıştı. Sanki yaz, birbirimizi görmediğimiz o üç ay, alıp götürmüştü bir şeyleri hayatımızdan, olmamıştı, eksik
kalmıştı.
Kırılmış bir şeyi onarır gibi başladık yarım kalmış
arkadaşlığımıza. Adımlarımız tutuk, yüreğimiz çekingen, körler gibi tutunuyor, dilsizler gibi bakışıyorduk.
Sanki ufacık birşey olsa birbirimizden kaçacaktık.
Fotoromansız, trüksüz, hilesiz, klişesiz bir beraberlikti bizimki.
Zamanla gözlerimiz açıldı, dilimiz çözüldü güvenle ilerledik birbirimize.
Gittin.şimdi bir mevsim değil, koca bir hayat girdi aramıza. Biliyorum ne sen dönebilirsin artık, ne de ben kapıyı açabilirim sana.
Şimdi biz neyiz biliyor musun?
Akıp giden zamana göz kırpan yorgun yıldızlar gibiyiz.
Birbirine uzanamayan
Boşlukta iki yalnız yıldız gibi
Acı çekiyor ve kendimize gömülüyoruz
Bir zaman sonra batık bir aşktan geriye kalan iki enkaz olacağız yalnızca
Kendi denizlerimizde sessiz sedasız boğulacağız
Ne kalacak bizden?
bir mektup, bir kart, birkaç satır ve benim su kırık dökük şiirim
Sessizce alacak yerini nesnelerin dünyasında
Ne kalacak geriye savrulmuş günlerimizden
Bizden diyorum, ikimizden
Ne kalacak?
Şimdi biz neyiz biliyor musun?
Yıkıntılar arasında yakınlarını arayan öksüz savaş çocukları
gibiyiz. Umut ve korkunun hiçbir anlam taşımadığı bir dünyada bir
şey bulduğunda neyi, ne yapacağını bilemeyen çocuklar gibi.
Artık hiçbir duygusunu anlamayan çocuklar gibi
Ve elbet biz de bu aşkla büyüyecek
Her şeyi bir başka aşka erteleyeceğiz
kış başlıyor sevgilim
hoşnutsuzluğumun kışı başlıyor
bir yaz daha geçti hiçbir şey anlamadan
oysa yapacak ne çok şey vardı
ve ne kadar az zaman
kış başlıyor sevgilim
iyi bak kendine
gözlerindeki usul şefkati
teslim etme kimseye, hiçbir şeye
upuzun bir kış başlıyor sevgilim
ayrılığımızın kışı başlıyor
Giriyoruz kara ve soğuk bir mevsime.
Kitaplara sarılmak, dostlarla konuşmak, yazıya oturup sonu
gelmeyen cümleler kurmak, camdan dışarı bakıp puslu şarkılar mırıldanmak...
Böyle zamanlarda her şey birbirinin yerini alır
çünkü her şey bir o kadar anlamsızdır
içinizdeki ıssızlığı doldurmaz hiçbir oyun
para etmez kendinizi avutmak için bulduğunuz numaralar
Bir aşkı yaşatan ayrıntıları nereye saklayacağınızı bilemezsiniz
çıplak bir yara gibi sızlar paylaştığınız anlar, eşyalar
gözünüzün önünde durur birlikte yarattığınız alışkanlıklar
korkarsınız sözcüklerden, sessizlikten de; bakamazsınız aynalara,
çağrışımlarla ödeşemezsiniz
dışarıda hayat düşmandır size
içeride odalara sığamazken siz, kendiniz
Bir ayrılığın ilk günleridir daha
Her şey asılı kalmıştır bitkisel bir yalnızlıkla
Gün boyu hiçbir şey yapmadan oturup
kulak verdiğiniz saatin tiktakları
kaplar tekin olmayan göğünüzü
geçici bir dinginlik, düzmece bir erinç
suyu boşalmış bir havuz, fişten çekilmiş bir alet kadar tehlikesiz
bakınıp dururken duvarlara
boş bir çuval gibi, çalmayan bir org gibi, plastik bir çiçek, unutulmuş bir oyuncak, eski bir çerçeve gibi, hani, unutsam eşyanın gürültüsünü, nesnelerin dünyasında kendime bir yer bulsam, dediğimiz zamanlar gibi
kendimizin içinden yeni bir kendimiz çıkarmaya zorlandığımız anlar
gibi
yeni bir iklime, yeni bir kente, bir tutukluluk haline, bir trafik
kazasına, başımıza gelmiş bir felakete, işkenceye çekilmeye, ameliyata
alınmaya
kendimizi hazırlar gibi
yani dayanmak ve katlanmak için silkelerken bütün benliğimizi
ama öyle sessiz baktığımız duvarlar gibi olmaya çalışırken,
ve kazanmış görünürken derinliğimizi
Ne zaman ki, yeniden canlanır bağışlamasız belleğimizde
bir anın, yalnızca bir anın bütün bir hayatı kapladığı anlar
o tiktaklar kadar önemsiz kalır şimdi
hayatımıza verdiğimiz bütün anlamlar
denemeseniz de, bilirsiniz
hiç yakın olmamışsınızdır intihara bu kadar
Bana Zamandan söz ediyorlar
Gelip size Zamandan söz ederler
Yaraları nasıl sardığından, ya da her şeye nasıl iyi geldiğinden. Zamanla ilgili bütün atasözleri gündeme gelir yeniden. Hepsini bilirsiniz zaten, bir ise yaramadığını bildiğiniz gibi. Dahası onlar da bilirler. Ama yine de güç verir bazı sözler, sözcükler,
öyle düşünürler.
Bittiğine kendini inandırmak, ayrılığın gerçeğine katlanmak, sırtınızdaki hançeri çıkartmak, yüreğinizin unuttuğunuz yerleriyle yeniden
karşılaşmak kolay değildir elbet. Kolay değildir bunlarla baş etmek,
uğruna içinizi öldürmek. Zaman alır.
Zaman
Alır sizden bunların yükünü
O boşluk dolar elbet, yaralar kabuk bağlar, sızılar diner, acılar
dibe çöker. Hayatta sevinilecek şeyler yeniden fark edilir. Bir
yerlerden
bulunup yeni mutluluklar edinilir.
O boşluk doldu sanırsınız
Oysa o boşluğu dolduran eksilmenizdir
gün gelir bir gün
başka bir mevsim, başka bir takvim, başka bir ilişkide
o eski ağrı
ansızın geri teper.
Dilerim geri teper. Yoksa gerçekten
Bitmişsinizdir.
Zamanla yerleşir yaşadıkların, yeniden konumlanır, çoğalır, anlamları
önemi kavranır. Bir zamanlar anlamadan yaşadığın şey, çok sonra değerini
kazanır. Yokluğu derin ve sürekli bir sızı halini alır.
Oysa yapacak hiçbir şey kalmamıştır artık
Mutluluk geçip gitmiştir yanınızdan
Herşeye iyi gelen Zaman sizi kanatır
ölmüş saadeti karşılaştır yaşayan mutsuzlukla
günlerin dökümünü yap
benim senden, senin benden habersiz alıp verdiklerini
kim bilebilir ikimizden başka?
sözcüklerin ve sessizliklerin yeri iyi ayarlanmış
bir ilişkiyi, duyguların birliğini, bir aşkı beraberlik haline getiren
kendiliğindenliği
yani günlerimiz aydınlıkken kaçırdığımız her şeyi
bir düşün
emek ve aşkla güzelleştirilmiş bir dünya
şimdi ağır ağır batıyor ve yokluğa karışıyor orada
ölmüş saadeti karşılaştır yaşayan mutsuzlukla
Bunlar da bir ise yaramadıysa
Demek yangında kurtarılacak hiçbir şey kalmamış aramızda
Bu şiire başladığımda nerde,
şimdi nerdeyim?
solgun yollardan geçtim. Bakışımlı mevsimlerden
ikindi yağmurlarını bekleyen
yaz sonu hüzünlerinden
gün günden puslu pencerelere benzeyen gözlerim
geçti her çağın bitki örtüsünden
oysa şimdi içimin yıkanmış taşlığından
bakarken dünyaya
yangınlarda bayındır kentler gibiyim:
çiçek adlarını ezberlemekten geldim
eski şarkıları, sarhoşların ve suçluların
unuttuklarını hatırlamaktan
uzak uzak yolları tarif etmekten
haydutluktan ve melankoliden
giderken ya da dönerken atlanan eşiklerden
Duyarlığın gece mekteplerinden geldim
Bütünlemeli çocuklarla geçti
gençliğimin rüzgara verdiğim yılları
dokunmaların ve içdökmelerin vaktinden geldim.
Bu şiire başladığımda nerde,
şimdi nerdeyim?
yaram vardı. bir de sözcükler
sonra vaat edilmiş topraklar gibi
sayfalar ve günler
ışık istiyordu yalnızlığım
Kötülükler imparatorluğunda bir tek şiir yazmayı biliyordum
İlerledikçe... Kaybolup gittin bu şiirin derinliklerinde
Aşk ve Acı usul usul eriyen bir kandil gibi söndü
daha şiir bitmeden. Karardı dizeler.
Aşk... Bitti. Soldu şiir.
Büyük bir şaşkınlık kaldı o fırtınalı günlerden
Daha önce de başka şiirlerde konaklamıştım
Ağır sınavlar vermiştim değişen ruh iklimlerinde
Aşk yalnız bir operadır, biliyordum: Operada bir gece
uyudum, hiç uyanmadım.
barbarların seyrettiği trapezlerden geçtim
her adımda boynumdan bir fular düşüyordu
el kadar gökyüzü mendil kadar ufuk
birlikte çıkılan yolların yazgısıdır:
eksiliyorduk
mataramda tuzlu suyla, oteller kentinden geldim
her otelde biraz eksilip, biraz artarak
yani çoğalarak
tahvil ve senetlerini intiharla değiştirenlerin
birahaneler ve bankalar üzerine kurulu hayatlarında
ağır ve acı tanıklıklardan
geçerek geldim. Terli ve kirliydim.
Sonra tımarhanelerde tımar edilen ruhum
maskeler ve çiçekler biriktiriyordu
linç edilerek öldürülenlerin hayat hikayelerini de...
korsan yazıları, kara şiirleri, gizli kitapları
ve açık hayatları seviyordu.
Buraya gelirken
uzun uzak yollar için her menzilde at değiştirdim
atlarla birlikte terledim yolları ve geceleri
ödünç almadım hiç kimseden hiçbir şeyi
çıplak ve sahici yaşayıp çıplak ve sahici ölmek için
panayır yerleri... panayır yerleri...
ölü kelebekler... ölü kelebekler...
sonra dünyanın bütün sinemalarında bütün filmleri seyrettim.
Adım onların adının yanına yazılmasın diye
acı çekecek yerlerimi yok etmeden
acıyla baş etmeyi öğrendim.
Yoksa bu kadar konuşabilir miydim?
ipek yollarında kuzey yıldızı
aşkın kuzey yıldızı
sanırsın durduğun yerde
ya da yol üstündedir
oysa çocukluktan kalma gökyüzünde hileli zar
ölü yanardağlar, ölü yıldızlar
ve toy yaşın bilmediği hesap: ışık hızı
AŞKIN BİR YOLU VARDIR
HER YAŞTA BAŞKA TÜRLÜ GEÇİLEN
AŞKIN BİR YOLU VARDIR
HER YAŞTA BİRAZ GECİKİLEN
gökyüzünde yalnız bir yıldız arar gözler
gözlerim
aşkın kuzey yıldızıdır bu
yazları daha iyi görülen
Ben, öteki, bir diğeri ona doğru ilerler
ilerlerim
zamanla anlarsın bu bir yanılsama
ölü şairlerin imgelerinden kalma
Sen de değilsin. O da değil
Kuzey yıldızı daha uzakta
yeniden yollara düşerler
düşerim
bir şiir yaşatır her şeyi yaşamın anlamı solduğunda
ben yoluma devam ederim. Bitmemiş bir şiirin ortasında
Darmadağınık imgeler, sözcükler ve kafiyeler
yaşamsa yerli yerinde
yerli yerinde her şey
şimdi her şey doludizgin ve çoğul
şimdi her şey kesintisiz ve sürekli bir devrim gibi
şimdi her şey yeniden
yüreğim, o eski aşk kalesi
yepyeni bir mazi yarattı sözcüklerin gücünden
Dönüp ardıma bakıyorum
Yoksun sen
Ey sanat! Her şeyi hayata dönüştüren
Murathan Mungan
Bugün de bir çizik atmışım yüzlerimize, düştüğüm o eşikte hep bir yanım ezili kalmış, sessiz çocuklar bırakmışız ardımızda, bir dans tutmuşuz, gülümsüyoruz. Levla eksik, yine suskun, düştüğü yerden dans ederek kalkmış, o ritimle yaşama bağlanmış. Bir şey olsun diye beklemeyi bırakmış, bu bir kabulleniş değil, bir başkaldırı hiç değil. Umutlu yanıma bir serzeniş.
Minik buseler kondurdum alnıma, saçlarım avuçlarımda, ait olmadığım şehirlerin havaları doluyor ciğerlerime, bir duman üflüyorum, boğuyorum bulutları karanlığıma. Ritmi duy, hisset, adımlarıma ayak uydur, bu dans hiç bitmeyecek. O duvarın bir yanı uçurum, bir yanı dikenli tellerle gerilmiş bir orman. Dik dur, bu dans hiç bitmeyecek.
Uyuşan parmaklarım, avuç içlerim kızarmış, bu izler niye? Levla susma, çığlıkların deliyor kulaklarımı. Adımlarım birbirine dolanıyor, dengem normal değil, düşeceğim, ama hangi tarafa?
Bir rüzgar esiyor, o rüyanın içindeyiz şimdi, kuşları görüyorum, denizin uğultulu sesi kayalarda parçalanıyor. Çizme o resmi dedim sana, o yarın başı hiç böyle güzel değil. Saç tutamlarını avuçlayan rüzgar dindirmiyor sızıları, bastırma ellerini böğrüne. Bir sır dökülüyor dudaklarından, maviliklerinde boğulmalı bu denizin. Acılar dinmeli, ağlamamalı çocuklar, çocuk kalanlar, çocuk kalmaya mecbur bırakılanlar. Sessizlik bozulmalı, delirmemelisin böyle, uyuşmamalı bedenin, parmakların yazmamalı acılı kelimeler. İnsanlar hep acıtır mı Levla? Yaşamak hep acı mıdır? Biz yaşamak istiyoruz desek nefes almak daha az mı acıtır ciğerlerimizi?
Bu ritme ayak uydurmak neden bu kadar zor, neden? Birkaç eksiyi artı yaptık diye mi bu karalanan kağıtlar, üzeri çizilen dörtlükler? Cevapsız sorular bitmiyor, ekledikçe ağırlaşıyor, ağırlaştıkça dengem bozuluyor.
Bu zarif şeylerle hep burada olmak isterdim Levla, seni hep yüksel diye yaşatmak isterdim. Umutlu yanına bir mısra da ben eklemek isterdim. Sana bakmak bana bakmak gibi, içim burkuluyor, buruk yarınlarım sızlıyor. Bu dansa eşlik edebilmek isterdim, sonsuza kadar, sonumuz olana kadar bu düşüş.
Göğümden bir meteor gibi düşen bu şey ne Levla? Düştüğü yeri yakan bu şey ne? Bu yangınlar niye? Karanlığımızı kızıla çalan kuşlar mı uçuşuyor artık çevremizde? Çiziklerimiz niye derinleşti bu kadar?
"yine bir kıyıda ritim tutmuşuz
ikide bir gezen bir yolcu gibi zihnimiz
bir çığlık yankılanıyor duvarında
bu dansın üçte biri beş kat düşmüşlerin
eşlik etmeli buna tanrı."
Yine denizlerimiz kadar dalgalı düşüncelerimiz, bir ton saçmalamışız ortaya böyle. İyice sayıyor musun hala? Biz daha tutunamadan bitecek değil mi nefeslerimiz? Denizde gülüşünü izlemeyi sevdim.
İnsan kendisinin kamburudur. Sırtında kendini taşır insan. Üstelik ağlamakla geçmiyor. Ağlamayı bırakıp yazdıklarım burada. Dünyama hoş geldin..
Özlem Ekici, Personal Blogger Templates | Blog aa
Levla'nın Not Defteri - Kişisel Blog | Bütün Hakları Saklıdır | Copyright © | 2016 - 2023