10 Ocak 2024 Çarşamba
Yaramın Sadeliğinin Şerefine
26 Aralık 2023 Salı
Acı Bir Parantez
23 Eylül 2023 Cumartesi
Yılgın Bir Savaş Bu Kızım
20 Eylül 2023 Çarşamba
Dersler : İnsan İyi Bir Hayat Yaşayıp Yaşamadığını Nasıl Anlar?
1959 yılında küçük bir çocuk olan Roland, babasının isteği ve annesinin buna itaarkar bir tavırla boyun eğişiyle yatılı bir okula verilir. Sessizliği ve piyanoya olan yeteneği öğretmeni Miriam tarafından ilgi görür. Bu bir dönüm noktasıdır diyebiliriz. Arkadaşlıklar, okul, müzik, dersler genellikle ergenlik sebebiyle çok da parlak bir seyirde gitmez. Tuhaf alışkanlıklarıyla yatılı okuldaki Miriam'la yaşadıkları, parlayıp sönüveren anlık hevesleri derken nelere tanık olmuyoruz ki! Romandaki karşılaştığımız bir diğer zaman dilimi ise Çernobil felaketinin olduğu yıl. Bu zaman diliminde Roland büyümüş, hatta evlenmiş, daha da arttırıyorum baba bile olmuş olarak karşımıza çıkıyor. Roland'ı karısı tarafından terkedilmiş oğlu ile eve kapanmış olarak buluyoruz. Bu noktada Roland belirli bir yaşa gelmiş ve artık kendisiyle karşılaşmak zorunda kalmıştır. Alakasız bir evlilik yapmış, zerre olgunlaşma emaresi göstermediği halde çocuk büyütmeye çalışan, elle tutulabilir mantıklı işler yapmasını beklerken sürekli ilgi alanlarıyla ilgilendiğini görürüz. İçsel hesaplaşmalar, geçmişten arınma ve bağışlanma kısmındadır hayatının ancak ne kadarını yaptığını okuyunca siz karar verin. Yaş ilerledikçe güçsüz annesinin ve bencil babasının davranışlarını da anlamaya başladığını görürüz. Bu kısımda da ben fazlasıyla etkilenmiştim. Psikolojik olarak da Roland'ın çok iyi yansıtıldığını söylemeliyim.
Ian McEwan, Roland'ın çocukluktan yaşlılığa olan sürecini anlatırken zaafları, tutkuları, insanın kendine bile açık edemediklerini apaçık önümüze serer. Sadece bireysel anlamda yapmaz bunu, toplumsal sürece-tarihe de tanık oluyoruz. Küba füze krizi, nükleer enerji sorunlarına, salgın hastalıklara, dijital çağa...
Diğer kitaplarında da olduğu gibi yine bizi şaşırtmayı başarıyor ve okuru bir şekilde yakalayıp okurken diri tutuyor. Bu arada söylemeden de geçmeyelim, kitabın içerisinde diyalog yok, dümdüz yazılmış. Bu yüzden biraz uzun ve sıkıcı da gelebilir bazılarımıza. Bölümlere ayrılmış olmasına rağmen dediğim gibi dümdüz yazılmış bir metin. Geçmişten günümüze akan bir süreç halinde anlatılmıyor bu olaylar. Bir zaman diliminden diğerine adete sıçrarcasına okuyoruz. Aslında bu karmaşıklığın da bir anlamı olduğunu düşünmeden edemedim. Dersler, adı gibi aslında bize bir insan hayatının karmaşasını en ham haliyle aktarmış gibi geldi, hayatlarımız da karmaşık değil mi zaten? Bu karışıklık sebebiyle yoğun bir anlatıma maruz kalıyoruz ve ister istemez Roland'ın hayatından çıkıp da kendimizinkine bakabilmemiz çok nadir oluyor. Tabi hangi açıdan, nereden, ne kadar bakabiliriz, bu kısım da biraz karışabiliyor. Kendime çok derin ve değerli dersler çıkardığım bir kitaptı. Roland’ın çabasız, eyleme geçmeden öylece durduğu ve her an umutlu bakışlarla sürdürdüğü hayatında kendimi sorgulayacak bir çok yer buldum.
İçimi rahatlatan bir kısımdan bahsetmek istiyorum. Miriam Cornell, bir piyano öğretmeni ve hiçbir anlamda yaptıklarını haklı ve doğru görmedim ve kitabın sonunda o bariz ibarenin, "böyle bir piyano öğretmeni hiç var olmadı", nasıl içime su serptiğini söylemeden geçemeyeceğim.
Kitap bu yıl içinde basıldığından pek okuru henüz yok, daha çok okura ulaşması niyetiyle bu incelemeyi ve öneriyi yazıyorum. Umarım keyifle okursunuz. Dersler adı gibi içinden çekip alabileceğiniz bir çok ders barındırıyor.
Bu arada son bir hatırlatma yapalım. Bu ve benzeri birçok incelemeyi 1000kitap üzerinden paylaşıyorum. Alıtılar ve daha fazlası için de oradayım. Tıklamanız yeterli.
8 Eylül 2023 Cuma
Günah Çıkarma Ritüeli
Not: Kendi şiirlerimi tekrar paylaşma kararı almamın üzerine, uzun bir aradan sonra ilk kez kendi şiirimi paylaşmamın sevincini yaşıyorum 😊
6 Eylül 2023 Çarşamba
Gönülden Gönüle Bir Bağ Vardır
Gönül -Japonca adıyla Kokoro-, Modern Japonya edebiyatının önemli temsilcilerinden Natsume Sōseki'nin kült eserlerinden biri olarak görülüyor. Ülkesinde Dazai’nin İnsanlığımı Yititirken’iyle birlikte en çok okunan iki romanı ünvanını paylaşıyor. Bunun başlıca nedenlerinden biri; Japonya’da modernleşmenin en yoğun yaşandığı döneme, Meiji Dönemi’ne ışık tutmasıdır. Öyle ki kitabın olay örgüsü, ilerleyişi ve karakterlerin gelişimi bile İmparator Meiji’nin ölümü gibi tarihsel bir olaya bağlıdır.
"Kokoro", kalp, ruh, zihin ve duygu gibi anlamlar içeren bir kelime olarak bilinir. Çoğu dilde bu anlamı karşılayacak bir kelime bulunamadığı için ‘’Kokoro’’ olarak basılmıştır. Neyse ki Türkçemizde ‘’Gönül’’ olarak karşılık bulabilmiş. Kitaptan da anladığımız kadarıyla gönül ile kastedilen, "bağ". Kitaptaki gencin "hocam" diye bahsettiği kişiye hali, tavrı ve yaşı sebebiyle saygı duyduğu bu adamla kurduğu bağdan bahsediyoruz. Kitap üç bölümden oluşuyor. İlk bölümde hocam diye bahsettiği kişi ve onun eşi ve anlatıcı rolündeki genci görüyoruz. Bu kısımda daha çok anlatıcı gencin kurduğu bağın yönlerini, sebeplerini, genç için önemini görüyoruz. İkinci kısımda ise gencin hayatına biraz daha dahil oluyor ve ailesinin evine konuk alınıyoruz. Bu bölümde aile ilişkilerinin yanı sıra tarihsel süreçten haberler alıyoruz. Üçüncü ve son kısımda ise hocam diye bahsettiği kişinin itiraf mektubunu okuyor ve onun hayat hikayesini dinliyoruz. Benim için kitabın en can alıcı noktası burasıydı ki birçok okur için de öyle olduğunu tahmin ediyorum. İtirafına başlarken ettiği ağır söz de aslında bunu destekler nitelikte: "Şimdi kendi ellerimle kalbimi parçalayıp yüzünüzü bu kana bulamaya yelteniyorum. Kalp atışlarım durduğunda, sizin gönlünüzde yeni bir yaşam kendine bir yer bulsun, o yeter."
Üslup olarak Japon edebiyatının o sade, akıcı, duru yanını en güzel şekliyle görebiliriz. Kurgu olarak da oldukça güçlü bir sarmal yapıdan bahsedebiliriz; şimdiki zaman ve geçmiş arasındaki bağlar, tarihsel anekdotlar oldukça iyi bağlanmış. İlk iki bölümde anlatıcı olarak gördüğümüz gencin yerini son bölümde hocam diye bahsettiği kişi ele alıyor ki bu aradaki anlatıcılar arasında üslup ve anlatım yönünden farkı da çok rahat hissettirmiş. Anlatıcıların değiştiği bu tarz kitaplarda bazı yazarlarda tek elden çıktığını bariz şekilde anladığımız durumlar olduğunda olsa gerek okurken biraz bu duruma dikkat ediyorum.
Sōseki, bu başyapıtında karakterler ve onların düşünceleri aracılığıyla Japonya’nın modernleşme sürecindeki atmosferini ayrıntılı bir biçimde tasvir ediyor. Kültür çatışmaları, karmaşık insan ilişkileri, kuşaktan kuşağa değişen toplumsal değerleri, aşkı, yalnızlığı ve bir çağın dönüşümünü ele alıyor. Bir yandan geleneksel ve modern Japonya arasındaki kuşaksal uçuruma odaklanırken, bir yandan da atmosfere melankolinin hakim olduğu bir hikâye anlatıyor ve bunu yaparken de okuyucuyu asla sıkmamış, kitabı üç bölüme ayırdığı gibi bu üç bölümü de kendi içerisinde genellikle iki-üç sayfadan oluşan kısa bölümlere bölmüş. Zaten sade olan anlatımla bu teknik de sayesinde sayfalar nasıl akıp bitiyor pek anlaşılmıyor.
Aslında "hocam" dediği ve ona saygı duyduğu bu adamın öyle pek etkileyici nitelikleri yok, sessiz ve çoğu yerde yeter artık susma dedirtecek kadar bıktıran biri. Tabi ki saygı duyabilir, etkilenebilir ve herkese göre bu kriterler farklılık gösterir ancak ben mantıklı bir yere oturtamadım bu durumu, yine de bir bildiği vardır diyerek çok da karışmadan okumaya devam ettim. Fakat okuduğunuzda anlayacağınız üzere bu karakterin onur algısı da arkadaşlık algısı da öyle çok da övgüye değer değil. Bu sessizliği hanımında zaman zaman değersizlik duygusuna yol açmasına, eşinin kendisinden dolayı mutsuz olduğunu düşünmesine sebep olan bir sessizlikti. Sırlarıyla yaşayıp, herkesi mutsuz edip aynı şekilde emaneti vaktinden önce teslim etmesi falan derken ben açıkçası saygıdan öte biraz nefret etmiş bile olabilirim. Sessizlik de iyidir ancak her şeyin bir yeri vardır ne de olsa.
Gönül'ü okumaya başladığım sıralarda ufak çaplı bir yazarın hayatına dair araştırmaya girişmiştim ve anı-günlük tarzında bir eseriyle daha karşılaştım, "Cam Kapının Ardında". Araya onu olup bitirdikten sonra "Gönül"deki yolculuğuma kaldığım yerden devam ettim. Bu sayede gönüldeki biyografik noktaları da görmüş oldum. Sōseki, ailesinin ilerlemiş yaşında doğan, tekne kazıntısı diye tabir edeceğimiz türde en küçük evladı. Annesi geç yaşta çocuk doğurmuş olmaktan hicap duyduğu için, onu 1-2 yaşlarında evlatlık vermişler. 5 yaşına geldiği sıralarda ablası onu evlatlık verildiği ailenin dükkanında üstü başı perişan bir halde görünce dayanamıyor ve kucakladığı gibi eve getiriyor. 11 yaşına gelene dek anne-babasını büyük babası ve büyük annesi zannediyor. Bir gün evlerinde çalışan hizmetçi kız gelip bunu ona söyleyince gerçeği öğreniyor. Gönül'de de evlatlık verilen, kendisini hiçbir yere ait hissetmeyen, sonu hazin çizilmiş bir karakter var.
Tüm kitap boyunca sakin ve istikrarlı bir şekilde ilerliyoruz. Ritmini hiç kaybetmiyor, merak duygunuzu taze tutuyor ve okuduğunuzdan zevk alarak kapatıyorsunuz arka kapağını. Japon edebiyatındaki enlerin içinde yer etmesi gibi bende de kesinlikle enlerimden biri oldu. Bitirdiğimde edebiyat damağımda hoş bir tat bıraktı. Japon edebiyatının bu sade ve duru olan akıcılığını doya doya yaşattı. Farklı dünyalara ve kültürlere misafir olmak, edebiyat damağında hoş bir tat keşfetmek isteyenlere tavsiye ederim.
"Özgürlük, bağımsızlık ve bencillikle dolu bu devirde doğmanın bedelini yalnızlıkla ödüyoruz." (s.48)
"Vaktiyle bir insanın önünde diz çöktüğün gerçeğinin hatırası, zamanla o insana tepeden bakmaya yöneltir kişiyi." (s.48)
"Doğduğun yerde gökyüzünün rengi farklı olur, toprağının kokusu bir ayrıdır, ana babanın hatıraları yüreğini ısıtarak gözünün önüne gelir." (s.191)
"Vücuda hayat veren kanın gücüdür ne de olsa. Sözcükler, sadece havada yayılan dalgalar değildir, çok daha güçlü şeyler üzerinde çok daha güçlü etkileri vardır ne de olsa." (s.196)
Eğer aşk denilen gizemin iki ucu varsa ve üstteki uç kutsal hisleri uyandırır, alttaki uç ise şehveti uyandırır dersek, benim aşkım şüphesiz ki üst uç tarafındaydı. (s.209)
"Gerçek aşkın, dindarlıktan çok farkı olmadığına yürekten inanıyorum." (s.213)
"Bedensel olsun ruhsal olsun, tüm becerilerimiz dış uyaranlar ile kâh yok olur. Hangisi olursa olsun dış uyaranı gitgide güçlendirme gerekliliği muhakkaktır. Eğer bu süreç düzgün ölçüp tartılmazsa son derece tehlikeli bir yöne doğru ilerleyebileceğinden ötürü kişinin kendisinin de etrafındakilerin de fark etmeyeceği riskler ortaya çıkabilir. Doktorların açıklamalarına bakarsan insanoğlunun midesi kadar tembel bir organ yokmuş. Sadece yavan prinç lapası yediğin takdirde, daha farkına bile varamadan sert besinleri sindiremez hâle geliyormuş. O yüzden doktorlar, "Her şeyi yeme talimi yapın," diyor. Ancak ben bunun sadece alışkanlık kazanmak anlamında olduğunu sanmıyorum. Kademe kademe uyaranlar arttırıldıkça sindirim işlevinin direncinin de arttığı anlamına geliyor olsa gerek. Eğer tam tersine midenin gücü yavaş yavaş azalırsa sonuç nasıl olur diye gözümüzde canlandırırsak hemen anlıyoruz değil mi?" (s.243)
4 Eylül 2023 Pazartesi
Bi'şeyler #6 : Ruh Havadır(!)
Şimdi neler oldu, neler yaptım falan diye başlayacağım. Hazır mıyız?
Özellikle geçtiğimiz hafta inanılmaz zor günler yaşadım ki hala biraz etkileri sürüyor. Her şeyden bihaber uyanmış ve yüzümü soğuk suya tutup daha da kendime gelmek üzere gittiğimde aynada nur cemalime bakayım sabahki saç stilim nasılmış falan diye bir baktım ki ne göreyim, sol gözüm kıpkırmızı! Yani evet, bu kadar şok geçirmedim tabi ki, ne de olsa kitaplara dalıp koltukta iki büklüm uykuya kapılıverdiğim bir günün yine bir sabahı, çok da endişelenecek bir durum yok diyerek az inceledim, ardından kahvemi yapmaya gittim. Tabi gün içinde o çok sevdiğim yeşil göz kalemim ve rimelimden (Levla'nın maksimum makyaj anlayışı) uzak kalsam da geçer ya edalarıyla işlerime devam ettim, tabi tabletten okumalarıma ara verdim, basılı kitaplara da çok kapılmamak için kendimi dizginledim. Ertesi gün geçmeyince tabi ki endişe katsayım arttı ancak bir yolunu bulup tam sağlığıma kavuştum dedim ve o da ne, ta da, yaz biterken grip mi oldum yoksa midemi buzlu suları içerken üşüttüm mü bilemeden yataklara düştüm. Mecazi anlamının yanı sıra hakikaten bir ara halsizliğim tavan yapınca kendimi yatağın kenarında bırakıverdim süzülüşüme.
Levlacım, sen ne oldun böyle, bir türlü düzelmiyorsun dedikçe, ki bu mızmızlanma oldukça kısık sesle ve minimum enerjiyle yapılıyor, daha da kötüye gittiğimi gördüm. Yatmaktan ve evde kapalı kalmaktan bunalma katsayım arttıkça artıyordu. Bu süreçte zorlandım falan ama tamam, sağlığın kıymetini çok iyi anladım, hatırladım.
Velhasıl, onu da atlattık, tabi evde geçen günlerin sıkıntısından çatlamış olacağım ki hafta sonu çabuk geldi. Gün ışığı gören kader mahkumu sevinciyle oksijeni içime çektim. Tabi çekilen havanın ne kadarı oksijen, ne kadarı kirlilik bilemiyorum, yine de oh mis gibi Ankara havası. Önce tabi ki Kuğulu Park'a gitti bu kız diyeceksiniz, ama çok köklü bir değişiklik(!) yapıp Seğmenler'e gittim. Hava güzel, sandalyem kolumda, zaten duvarların arasında durmaktan ruhum bunalmış, neşeli şirin gibi dolaşıyorum ortada bir güzel yürüyorum. Düşüp sırılsıklam olana kadar işte bu duygular içindeydim. Yani tam iyileştim, oh mis gibi hava diye sevinirken sakarlığım bak ben buradayım dedi ve evet, sen kalk Denizli'de koskaca derelerin içinden hoplaya zıplaya gezen kız, azıcık suyun içine düş. Uzatmayalım acısı tabi ki ertesi gün daha çok çıktı ama uzun süredir bu kadar ağrılı acılı bir düşüş yaşamamıştım, hamlamışım.
Gidilecek sergiler, okunacak kitaplar, dinlenecek podcastler vs beklerken olan şeyler beni oldukça bunalttı. Tabi ki bunalmadan kaçış yolum olan yazmak...
Bu ay Çankaya belediyesinin kültür merkezlerinde genel olarak sinema kültürü konu alınmış ve tabi ki ilerleyen günlerde bunlara katılmayı planlıyorum, bloga da belki koyabilirim, emin değilim. Okuduğum kitaplardan üzerine bir şeyler yazmak istediğim bir kitap ve notları ise halen beklemede, ona da bir bakacağım elbette en kısa sürede. Yağmurlu bir Ankara sabahında felaket haber ajansından düştüğümüz notlar bu şekildeydi. Daha hayırlı bir zaman diliminde görüşmek dileğiyle...