Yazılarım E-postana gelsin.

Yaz E-Postanı!

6 Mart 2018 Salı

O Sizden Gittiğinde

Özlem Ekici

Tam göğsünüzün ortasında bir yeriniz acıyacak,
Evinizin sizi içine sığdıramayacak kadar dar olduğunu fark edeceksiniz.
Sokağa fırlayacaksınız ardından
Sokaklar da dar gelecek,
Tıpkı vücudunuzun yüreğinize dar geldiği gibi.
Ne denizin mavisi açacak içinizi, ne de pırıl pırıl Gökyüzü...
Kendinizi taşıyamayacak kadar çok büyüyecek, 
bir yandan da kaybolacak kadar küçüleceksiniz.
Birileri size bir şeyler anlatacak durmadan,
"Önemli olan sağlık"...
"Yaşamak güzel"...
"Boşver, herşey unutulur"...
Siz hiçbirini duymayacaksınız.
Gözyaşlarınızdan etrafı göremez hale geleceksiniz.
O'ndan ölmesini isteyecek kadar nefret edecek, 
az sonra kollarında ölmek isteyecek kadar çok seveceksiniz.
Hep O'ndan bahsetmek isteyeceksiniz.
"Ölüme çare bulundu" ya da 
"Yarın kıyamet kopacakmış" deseler başınızı kaldırıp "Ne dedin?" diye sormayacaksınız.
Yalnız kalmak isteyeceksiniz,
Hem de kalabalıklar arasında kaybolmak.
İkisi de yetmeyecek.
Geçmişi düşüneceksiniz. Neredeyse dakika dakika... Ama kötüleri atlayarak.
O'nunla geçtiğiniz yerlerden geçmek isteyeceksiniz.
Gittiğiniz yerlere gitmek.
Bu size hiç iyi gelmeyecek. Ama bile bile yapacaksınız.
Biri size içinizdeki acıyı söküp atabileceğini söylese, kaçacaksınız. 
Aslında kurtulmak istediğiniz halde, o acıyı yaşamak isteyeceksiniz.
Aksini iddia edenlerden nefret edeceksiniz.
Herkesi O'na benzetip,
Kimseyi O'nun yerine koymayacaksınız.
Hiçbir şey oyalamayacak sizi.
İlaçlara sığınacaksınız. 
Birkaç saat kafanızı bulandıran ama asla O'nu unutturmayan. 
Sadece bir müddet buzlu camın arkasından seyrettiren...
Bütün şarkılar sizin için yazılmış gibi gelecek.
Boğazınız düğümlenecek, dinleyemeyeceksiniz.
Uyumak zor, uyanmak kolay olacak.
Sabahı iple çekeceksiniz. 
Bazen de "Hiç güneş doğmasa" diyeceksiniz.
Ne geceler rahatlatacak sizi ne gündüzler...
Ölmeyi isteyip, ölmeyeceksiniz.
Belki çivi çiviyi söker diye can havliyle önünüze çıkana sarılmak isteyeceksiniz. 
Nafile... Düşüncesi bile tahammül edilemez gelecek.
Rüyalar göreceksiniz, gerçek olmasını istediğiniz.
Her sıçrayarak uyandığınızda O'nun adını söylediğinizi fark edeceksiniz.
Telefonun çalmasını bekleyeceksiniz. Aramayacağını bile bile...
Her çaldığında yüreğiniz ağzınıza gelecek. 
Ağlamaklı konuşacaksınız arayanlarla.
Yüreğiniz burkulacak.
Canınız yanacak.
Bir daha sevmemeye yemin edeceksiniz.
Hayata dair hiçbir şey yapmak gelmeyecek içinizden.
O'nun sesini bir kez daha duymak için yanıp tutuşacaksınız.
Defalarca aradığı günlerin kıymetini bilmediğiniz için kendinizden nefret edeceksiniz.
Yaşadığınız yeri terk etmek isteyeceksiniz. 
O'nunla hiçbir anınızın olmadığı bir yerlere gidip yerleşmek...
Ama bir umut... 
O'nunla bir gün bir yerlerde karşılaşma umudu... 
Bir umut sizi gitmekten alıkoyacak.
Gelgitler arasında yaşayacaksınız.
Buna yaşamak denirse...

26 Şubat 2018 Pazartesi

Hapşıran Dünya Dilinde

Özlem Ekici

Okuduğum ve sonu olmayan çoğu kitaba göre, hep aynı şeyler olur.
Her sabah hiçbir şey olmamış gibi hiçbir şey yaşanmamış gibi itinayla ölünüp,
Periyodik bir yalnızlık tekrar edip durur.
-Burada geçici hüzünlerden bahsetmek icap eder-
Hiç olmayan bir şey ve kendini öldürmek pahasına, yaşatılan her şeyin suyu kesilir.
Sulanmaz artık hiçbir bitki, gözü varken insanın,
Hele ki doluyorsa.
Hiç olmayan bir şeyin olması da
Güneş filan da umrumda değil .
Anlam yitiren her şeyi gün doğumuna ertelemeye devam edeceğim işte.
Durduğum her yerden bir otobüs kalkar, 
ki her otobüsün birkaç hüznü içinde barındırdığından habersizim o sıralar.
Adım anons edilecek ve pişman olacağım tekrar.
Gün batacak ve yaklaşık yarım gün kendime gelemeyeceğim.
Biliyorum bu yorgunluğun ilkel bir açıklaması var.
Anlamını yeni yeni kazanmış her şeye, çıkarıp kendi anlamımdan eklemiş de olabilirim.
Olmayayım ama olmamalıyım.
İçimde kendini boğan çocuklar, dışarıda öldürülenler kadar tesir vermiyor olabilir belki.
Belki ben her gece siyaha boyadığım her şeyi gündüz rengarenk yapmışımdır.
Lakin artık yüzümü aynalarda ayırt edebiliyorum.
Herkes kadar utancım var.
Ve yaşadıkları, yaşattıklarından daha ufak kalmış biri,
Yıkılıyorken, bana çok benziyor.
En çok güldürenler, en çok ağlatanlara evriliyor.
Dokunduğum bir yere ağaçlar bir boy büyük geliyorsa şayet,
Ben , artık yarılanmalıyım.
Bu yaranın yarısı yarık,
Belki dibim tutuk, belki yanık.
Ama ben artık mutluluğa borçlanmak istemiyorum.
Düştüğüm bir yerden sarılıyorum.
Sarılıyorum.
Sarılıyorum.
Sıyrılıp doğruluyorum.
Yoruluyorum.
Bir şeyler parçalamaktan ve parçalanmaktan.
Misal edebiyattan
Misal atomdan
Misal yanlışlıkla çarpılan bir vazodan.
Hepsine takındığım tavır, beni birkaç milyonluk bir evliya yapmaya yetebilir.
Ve ben yine olmayan birine burada mısın deyip duracağım.
Hapşıran dünya dilinde,
Yaşattığımı yaşamak için yaşla yaşayacağım..

11 Şubat 2018 Pazar

Tecavüz Günlüğü - Tamer Dursun

Özlem Ekici

Türkiye’de tecavüz olayları ‘sessiz sedasız’ son on yılda yüzde 400 artış göstermiştir. Bu yüzden ‘tecavüz günlüğü’ şiiri sizi rahatsız etmek için yazılmıştır. Umarım amacına ulaşır.
***

bacak aramda bir güvercin ölüsü var anne
şimdi bütün gökyüzü benim olsa nolur?

sıtmalı akşamlardan biriydi
yürüyordum sabıkalı kaldırımlarda
ilkin arkamda gürültülü adımlar duydum
korkacaktım vaktim olsaydı

evimi kim bu kadar uzağa koymuştu?
ya da ben neden bu kadar uzaklardaydım?
yağmur çiseliyordu
aylardan marttı
günü sorma bana anne
gölgeleri onlardan önce çöktü üstüme
üç kişilerdi
yok hayır
otuz kişilerdi
belki de
üçyüz…

bacak aramda bir güvercin ölüsü var anne
şimdi bütün gökyüzü benim olsa nolur?

biri ağzımı kapattı
diğerleri beni sürüklediler çıkmaz bir sokağa
çantam düştü kolumdan
sonra hani ben çırpınıyordum ya
yaşamak gibi
zaman gibi
özgürlük gibi
isyan gibi
kolyemdeki sahte inciler döküldü yola
bir kedi bakıyordu gözlerime
gözlerim konuşmayı
bağırmayı
haykırmayı
çok istiyordu anne

elbisemi yırtarken onlar
minarede ezan sesi
‘bari ezan bitene kadar bekleyelim’ dedi
sapsarı dişleri olan
‘vakit yok’ dediler
vakit yoktu anne
ne yaşamaya
ne de ölmeye
karanlık hiç bu kadar siyah olmamıştı
ve
hiç bu kadar çaresiz kalmamıştım
çırpınıyordum
çırpındıkça
saksıdaki zambaklarım ölüyordu
vitrinlerde beğendiğim elbiseler
duvarda asılı diplomam
çeyiz sandığımda oyalı havlularım
sevdiğim oğlanın dudakları ölüyordu

bacak aramda bir güvercin ölüsü var anne
şimdi bütün gökyüzü benim olsa nolur?

tecavüz edilirken
ağlamaz insan anne
tecavüz edilirken
kanamaz insan
yalvarmaz
acımaz
umut etmez insan anne
tecavüz edilirken
çocukken dinlediğin bir masal aklına gelir
bedende kocaman kıllı eller
bilekler sürgünde
dudağın kenarında bir kan çiçeği
soldu solacak
salyalar boyunda
salyalar göğüslerinde
salyalar saçlarında
salyalar anne salyalar…

tecavüz edilirken
çocukken dinlediğin bir masal aklına gelir
neydi o masalın sonu
onu düşünürsün
bir varmış bir yokmuşla başlıyordu
ama nasıl bitiyordu
hatırlayamazsın
her şeyi hatırlarsın
bir onu hatırlamazsın
tecavüz edilirken
insan en çok kendine sarılır anne
ben kendime sarıldım
‘ağlama’ dedim
ama
‘acımayacak’ diyemedim
‘geçecek’ diyemedim
acıdı
ve
geçmiyor anne

bacak aramda bir güvercin ölüsü var anne
şimdi bütün gökyüzü benim olsa nolur?

Tamer Dursun



31 Ocak 2018 Çarşamba

Jurnal #7 : Bir İç Döküntüsü

Özlem Ekici

    Uzun bir aradan sonra tekrar merhaba! Eskisi kadar yazmaz olduğumun farkındayım lakin bunun birkaç sebebi var, mazur görün beni. Yazmak ya da bir şeyler paylaşmak için çok fazla yorgun olduğumu hissediyorum. Blogları hala takip ediyorum, bazen eski yazdıklarımdan paylaşıyorum burada ama olmuyor. Kolumu kaldıracak güç ve isteği bulamıyorum, yazmak için. Eskisinden dada çok kitaplara sarılıyorum, bunun sebebi belki de insanların kitaplar kadar masum olamamasıdır. Şimdi bir yazar düşünün bir kitabı yazarken bazen kendi eksiklerini bazen kendinden bir parçayı bazen insanlarda hayal ettiklerini olanları ve olmayanları kullanıyor cümlelerinde ki ahengi bu sayede yakalıyor. Gerçek olamayacak kadar güzel, sahte olamayacak kadar olması gereken. Hayatımın aralarında ruhsal bir boşluk oluşuyor, atlatırken acı çekiyorum ama sonunda tekrar gelmek üzere içimden bir şeyleri alıp götürüyorlar. Bunun sebebi hiçbir zaman bir sevgili, arkadaş, aile olmadı.Sebep benim, bunları yaşamayı seçen benim.Yapacak bir şeyim de yok istemsizce yaptığım seçimler hayatım boyunca peşimde...

    İnsan kendinden vazgeçmek için sebepler arar ve çoğu zaman olabildiğince çok sebep bulur. Ama asıl sorun şu ki, sorunları aramak yerine o sorunları yaşamamak için hayatındaki iyi ve kötü olan şeyleri adil bir şekilde kendi bünyende tart. Bu dünyada en büyük haksızlığı da en büyük adilliği(adalet) de insan yapar kendine. Hangisini kendine reva görüyorsan odur. Sadece bir duygu karmaşasındaydım ve yazı yazmak iyi geldiği için sizinle paylaşmak istedim. Dilediğiniz gibi fikirlerinizi paylaşabilirsiniz. Farklı fikirler, farklı bakış açıları kazanmamı sağlıyor ve bu benim hoşuma gider, buradaki çoğu insanın hoşuna gideceği gibi. Yazın, karalayın, paylaşın.


26 Ocak 2018 Cuma

OKUNMALI "LEYLA"

Özlem Ekici

  Geçenlerde elime rastgele tutuşturulan bir kitabı okudum. İsmi: "Leyla". Elime tutuşturulan öylesine bir kitaptı başta, lakin gözyaşlarıyla okuyup içime sindiremediğim, acılarına katlanamadığım ve asla unutamayacağım bir kitap oldu. Bu yazıyı bitirdiğimden sadece 2 dakika sonra yazıyorum, çünkü bunu yapmalıyım. Bu acı bilinmeli. Leyla, acı dolu ve iğrendirici gerçeklerle dolu bir eser. 

  Kısaca bir giriş yapmak gerekirse Bosna Savaşı mağdurlarındandır Leyla. Savaşın gerçek yüzünü gösteren, savaşın sadece evleri yıkıp geçmediğini beraberinde hayatları ve umutları da götürdüğünü tüm açıklığıyla tokat gibi yüzünüze çarpan bir hikayesi var Leyla'nın. Ama bundan daha önemli tuttuğum bir şey var bu kitapta, kadın ve tecavüz. İğrendirici gerçekler işte tam bunlarla ilgili, o anları okurken tiksinmemek, kızmamak elde değil. 

  Okurken en çok acı çektiğim kitap olarak kalacağına emin olaraktan mutlaka okunmalı diyorum. Ben e-kitap olarak okudum ama satın alıp kütüphaneme koyacağım. E-kitap olarak okumak isterseniz bana ulaşmanız yeterli. Şimdi okurken not aldığım yerlerden birkaçını sizlerle paylaşacağım.

"Bir ulusu yok etmek istiyorsanız kadınlara ve çocuklara işkence ve tecavüz edin, bunu yapın ki asla normale dönemeyip üreyemesinler. İşte o zaman o milletin kökünü kurutursunuz."

"Üç asker ardından koştu. Kızı dövmeye başladılar, çizmeleriyle kafasına vurdular. Yüzü yaralı olan, bir anda silahını çekip karnına ateş etti.
Aslında savaşın başladığını Zerrin’in ölümüyle ancak şimdi kavramıştım. İnsanların bir değeri yoktu. Sinek gibi ölüyorlardı."

"Çok ölü görmüş olan biri, bir tek kişinin ölümüne çıkartılan gürültüye hayret ediyor."

"Bugün bir kahraman gibi gururla karşılarına dikileceğim: “Bakın! Yaşıyorum.” Ve yaşamaya devam edeceğim; her şeye karşın."

"Kaçmak intihardı. Hayvanlar herhalde bu insanlardan daha merhametle öldürülürlerdi. Kestikleri kafalarla futbol oynuyorlardı."

"Bugüne dek savaşı sadece tarih kitaplarından ve 'Rambo' gibi kötü aksiyon filmlerinden biliyordum. Kimse bu deliliği kendisi yaşamadan kavrayamaz."



BOL OKUMALI GÜNLER!!

17 Ocak 2018 Çarşamba

İNCE ZAR #11.2.15

Özlem Ekici


         Duygular her insan da farklılık gösterir.Kimisinin denize kıyısı vardır ama bir türlü açılamaz,kimisinin karanlık bir odası vardır hep oraya gizlenir,bazılarının ise ipince bir zarla kaplıdır duyguları.Her söz bir iğne gibi dokunur o incecik zara.Hiç düşünemez o sipsivri sözler zara dokunurken.Çünkü söz ağızdan bir kere çıkınca durdurulması imkansız bir hal alır.

         Ruhun derinliğinde yatan uykusuz bir kabulleniş ise görür görmez bu hisleri hemen içeriye alabilir.Bazı kapıları aralık bırakır insan,yalnız kalmamak için.Ancak yanlış bir adım atan,körebe diye hayat oyunu oynayan insanları alır içeriye.Gözlerini bağlamış,tüm dünyaya susmuş o insanlara açık kalır o kapılar.Çok kez hislerden uzaklaşmış ve kendince bir yalan uydurmuş,o yalanla büyüyen insanlarla karşılaşırsınız o kapıda.

          İnsan ruhunu gizlememelidir,ne de duygularını. Denize kıyısı olan insanlar her duygusuyla yüzleşemez bu yüzden yüzdüremez açık denizlerde rahatça.Karanlık bir odaya duygularını hapseden insan da ölümü daha kolay kabul eder hale gelir.Çünkü herkesten bir adım önde gider ölüme doğru.Kimse karşı çıkmaz bu duruma.Bu kadar kendini düşünen insan arasında dünya mutluluğunu düşünen bir insanı çok önemsemez kimse.

          Bir zar koymak duygulara,eve güneş girmesin diye perde koymak gibidir aslında ama.Her ne kadar kaçılmışsa da o eve illa ki bir güneş ışığı girer.Perdeler tozlanır kendi kendine.Güneş ışığı o kadar güçlenir ki bazen hiç görmez o perdeyi.Zar da öyledir ya.Duyguları korumak isterken de daha da yaralar.İncecik bir zarla kaplanmışsa duygularınız,belki de 3 adım ötesi bile daha zor gelebilir.Çünkü hakkedilen gibi olmaz her şey.

          Ve büyüyüp yol alınca,akış içinde akınca,her şey kendiliğinden kendini bulur.Tüm kopmuş parçalar birbirini bulabilir.Oyunlar düzene girer,düzenden bir başka yol çıkar karşına.Yollar seni yollara,yıllar seni zamana karşı ayakta tutar.


11 ŞUBAT 2015



23 Aralık 2017 Cumartesi

YALGISIZLIK ATALETİ

Özlem Ekici


   Herhangi? Herhangiye saplandım kaldım. Bir ölünün aortunu bulamayışla mı oldu bu olagelen hal ya da bir kar artığı kire bulanmış sakal izlerinin dip bucak köşesizliğinde miydi arayışımın anlamsızlığı?

   Karartılı hüzünsen yağmurları böyle sevimsiz yüz çarpışlarla sevdiğimi kimseden duymadım. Hatta herhangi ’den dahi. Ve “dahi” en uzak sarı dişli roman sayfasında dahi tanımadığımdı.

   Bir bilgisizlik hükmüyle kahvecinin tabiriyle ancak ve ancak “öğrenci”. Öğretemediği ve örtemediği hatta öğrenemediği bir yeşil yaprak damarının çiğ bulaşmış jilet iziyle. Çünkü bir çakmak kadar kördü karanlığımız ve ölü fahişelere yalnızlığı anlatamamaya kadar yürüyordu kahkahalarımız.

    Oysa zaman zaman göz içlerimizin ortasına kan oturuyordu ve talasemi ölümler düşlüyorduk çok dumanlı susuş içlerinde. Yal- ‘dan yan- ‘a geçiş arzularını biriktirmeliydik diye diye “-gibi” ölümsüzlükleri örnek alamıyorduk. Oysa ne çok güzel geliyor ecnebi harflerle yontulmuş masalarda adını adını, sanını ve göğünü bilmediğin kahveler içmek. Çünkü ecnebi harflerle yontulmuş garsonlarla göz göze bir demli çay istemek pek bir ayıp kaçardı. Belki soğuk kuruyemişçi dükkanında bu istek çokça âli olabilirdi, hatta devleti kurtarırken dahi ama öyle olur olmaz ortalıkta bir soba kokusunu özlemek ve demli çay söylemek pek bir ayıp kaçardı sevgililiğe. Sevgililik ki, bir, ‘birlik’ elde etme çabasından ziyade –işmek ekinin yerine getirilme serüveninin mecburi istikametidir ve ikametgâh adresinin her kemirilen ruj izi sonrası değişimidir bir başka siyah taksiyle. Ki heybetli olmaktan ziyade bir şairsizlik yağmurunun yüzüne dokunmasıdır taksinin aralanmış camından ve bilhassa gece yarısı sonrası, bu evvel gidişememe sancısının ve didişme bitkinliğinin.

   Herhanginin sonrasını düşünmek olmuyor. Seyr ü sefer diyor çokları bu Neptün bulanıklığına, büsbütün kandırmaca geliyor göz ardı boşlukları. Bir ülser gecesine yal- ‘ı “yalnızlık” ile tamamlayarak yollanmak kâfi gibi geliyor çok zaman. Çünkü kefalet ödemek bir bana müşkül gelmiyor bir de saçım ve sakalım rulo olmuşken kül birikintisiyle, kül birikintisine. Yadsımaktan ziyade yatmayı yeğliyorum bir kâbusun dehşet hazzına koşar ayak sürüklenerek. Çünkü zaten dizaynlarımda iz suskunlukları haylice fazla ve hatta acıyacak bile demiyorum.

   Ama fecri görmeden, kirpik uçsuzluğumla emzirdiğim karanlık, tükenmeden hemen önce, yal- ‘ı “yalgısızlık” ile tamamlamak daha bir damar dolusu kan hükmünde (yalgısızlık ki yalnızlığa sürülmüş yaşlı forsaların kırbaç yazgılarına hapsolmuş handikaptır) 

-Bir dakika! Dur şimdi burada. Sobayı tutuşturmamız lazım. Bak camlar buğu yapmaya başladı.

-Boş versene sobayı. Bak ne dedi adamın teki, “gülleri ne kadar yakından sularsan o kadar dikensiz olurmuş”

-Söylesene nerede ne zaman bir gül suladın da bu pek eskimiş pek bayağı romantizmi –ki sığ bir kayalığa vurmuştur bu saçmasalaklık- durup durup gevelersin! Ateşi ver soba sönmüş!

-Ne bekliyorsun ki geviş getiren hayvanların etine ağız suyu dökerken...

-Bi’  b.k beklemiyorum ısınmaya çalışıyorum sadece! Şurada şu ölü çay dolusu susamaz mısın?

-Tamam. Susuyorum. Al ateşi. Yalnız bu siyasi mecmuayla tutuştur bari sobayı.

   Susmak, bir ölüye boylu boyunca biçilmiş en incisiz kaftan. Boyundan büyük gelmesine aldırış eden olmamalı. Ancak ahkam kesilir böyle susuşla bürünenlere. “Ölmek değildir ömrünün en feci işi/müşkül odur ki/ölmeden evvel ölür kişi” deyimlemeleri ancak bir baygın kavuna yaraşır. Çünkü susmayı yeğlememiştir kanlı canlı eni konu tamamlanmış bir şiir. Ki bu noktada “yazgısına boyun eğmek” en hovarda tabirdir. Ama yine de susuyorum. Öyle içli içli ete sulanırken gözlerin.

   Hayır! Ağır geliyor! Susamıyorum. Gittikçe sarmalanıyor içimde rutubetli bir kapıya, bu divan şairsizliklerinin bir rahat ve çok yanı şaraba bulanmış “hilal kaşlı” sevgililer uğruna oturdukları divanın en yağlı kısmından hazır ettikleri “ışk”

-Bari bir şeker ver de kanayım, kandırayım, hatta bulut pembesi çokça pamuğa yalıtılmış, bir şekerimsi olursa en iyisi. En mendebur çocuk bile kandırılabilir bununla. Ki kanarım be dahi. Bakma sakalımın gözüme battığına. Daha dün bilyelerimi kaptırdım kum ağızlı bir oyunda pantolon askılı o çocuğa.

-Tutuşmuyor lanet soba! Piç ettin ısınmaya çalışmamızı. Çay söyle bari!

-Tamam. Söylerim. Ama sen de şunu söyle bana, bak kendimi sana anlatma çabam çayın demi kadar sahici ve bir iç bulanıklığı kadar berrak. Şimdi, şurada, şu sefil kahvede, tüm karıncalanmış kırık şekerler hatırına söylesene -hem belki de en belli olacak yalan benimkisi ya- söylesene……

-Yaktım sonunda lanet sobayı! Üşüdüm lan adamakıllı. Şekeri uzatsana.

   Bir emperyal otel kadar ağız burukluğu susuyorum yeniden. Sahiden anlamıyormuş numarası yapıyor olamaz. İmkân yok buna. Öyleyse ben haddimden fazla mı susuyorum? Ya da haddimden fazla mı anlatıyorum? Evet, evet! Haddimden çok fazla anlatıyorum. Ve söyledikçe bu söyleyedurduğum kelimesizlikleri, bütün değersizliğini beş milyar kat daha arttırıyor. Ki beş rakamını neredeyse sevmem hiç! Yedi’yi seviyorum galiba. Ama ne önemi var ki? Tabi ki de hiçbir önemi yok. Burada bunları anlatmamın ve dehşet derecede soğuk olmasının ve yağmurun önemi yok hatta hiçbir kıymeti yok.
-Bir dakika! Ne yani? Şimdi burada böyle oturmamın hiçbir kıymeti yok mu? Nasıl ya? Ben sahiden bu lanet soğukta ve lanet acı çayı içmemin pek bir kıymetli olduğunu düşünmüştüm. Yoksa düşünmemiş miydim? Tamam düşünmemiştim. Ama şimdi düşünüyorum. Tamam, doğru söylüyorsun, kandırmayacağım. Hiçbir kıymetim yok burada bunları söyleyip – bunlar ki pek bir amaçsız oysa benim için dehşet şekilde acıklı- midemi daha da leş hale getiren çayı içmemin ve ölü teknelerin ve soğuğun ve yağmurun. Dur ama! İşte tam burada. Bir şey söyleyeceğim. Hatta bir isim vereceğim. “S..” neyse söylemeyeceğim. Söyleyince o da kıymetsiz kalabilir. Öyleyse susacağım. Ama. Bu sefer. Bir saniye. Ya da neyse. Hayır! Susamayacağım. Farkındayım.

-Neyin? Kendinin mi?

- Hayır, değilim.

-Lanet mi?

-Değil.

-Neyin farkındasın o zaman lanet çocuk! Hiçliğin mi?

-Değil.

-Of! Ne o zaman söyle artık! Neyin farkındasın!

-Dur bir dakika.

-Çay söyle o zaman.

- Bak burası, işte tam şu serçe parmağımın altı, çok acımıştı bir keresinde. Uzun uzun acısını çekmiştim yaz gecesi boylarınca. Ama kimseye inandırmamıştım biliyor musun denizde, tam bu serçe parmağımın altına, zıplayan bir balık çarptığını ve balığın kırmızı kanatları olduğunu. Sonra acıdığını da. İnanmadılar zaten. Ama gerçekten acıdı. Hep orası acıdı. Hatta yaşlandığımda bile. Bak yine aynı yer, işte tam burası, kırıldı. Ben suçu balıkta buluyorum. Çünkü o balık zıplayan kırmızı kanatlı balık, bu serçe parmağımı bu kadar kırılgan yapmasaydı, yaşlanınca öyle kolay kırılmazdı belki de. Suçu kime atacağımı bilemiyorum bu sefer. Bak yine tam burası acıyor. Balık yüzünden. O balık çarptığı zaman çizgili şortum vardı üzerimde ve kırmızı çizgileri aynı balığın kanatları gibiydi. Ama bunu da söylemedim kimseye biliyor musun

-Bilmiyorum!

- İçimde sayıklayan, çok garip bir yerde, bir şarkı var, karanlıkta sakladığım, suskun hüzünleri deşeleyen hem de hiç dehşete düşmeden. Bak işte tam şu anda, kışın orta yerinde içime hazin bir akşam sokulduğunu söylemeliyim sonra yine ne kadar üzgün olduğumu sonra yine ne kadar üzgün olduğumu sonra yine ne kadar üzgün olduğumu….

-Lanet konuşman daha ne kadar böyle devam edecek?

-Tamam. Sobanın yanına ısınmaya gidiyorum.

    Ellerim, hayli şahit hayli tanıklıksız, hayli çirkin ve hayli beyaz bir el tutuşmasız ellerim hayli giz kapaklı, hayli üşümeli, hayli korkak. Önce pervasızsa bir sıcak yüze koşan sonra birdenbire bir kitaba-herhangi- ulu orta dalan ellerim, hayli kırılgan hayli yakışıksız hayli yalgısız hayli kelime bazlı hüzünbaz hayli tren camı, hayli kar kiri birikintili, hayli yağmursuz, hayli kedi yüzsüz ellerim ısınıyor sobanın boğuk karanlığıyla. Kül tablası olmayan bir masaya olabildiğince sahiplenmeden ve bir o kadar bağır çağır ağlamak sustuğumu belli etmeden.


Özlem Ekici, Personal Blogger Templates | Blog aa

Levla'nın Not Defteri - Kişisel Blog | Bütün Hakları Saklıdır | Copyright © | 2016 - 2023