Yazılarım E-postana gelsin.

Yaz E-Postanı!

19 Eylül 2019 Perşembe

O Belde - Ahmet Haşim

Özlem Ekici


Denizlerden
Esen bu ince havâ saçlarınla eğlensin.
Bilsen
Melâl-i hasret ü gurbetle ufk-i şâma bakan
Bu gözlerinle, bu hüznünle sen ne dilbersin!
Ne sen,
Ne ben,
Ne de hüsnünde toplanan bu mesâ,
Ne de âlâm-i fikre bir mersâ
Olan bu mâi deniz,
Melâli anlamayan nesle âşinâ değiliz.
Sana yalnız bir ince tâze kadın
Bana yalnızca eski bir budala
Diyen bugünkü beşer,
Bu sefîl iştihâ, bu kirli nazar,
Bulamaz sende, bende bir ma'nâ,
Ne bu akşamda bir gam-i nermîn
Ne de durgun denizde bir muğber
Lerze-î istitâr ü istiğnâ.

Sen ve ben
Ve deniz
Ve bu akşamki lerzesiz, sessiz
Topluyor bû-yi rûhunu gûyâ,
Uzak
Ve mâi gölgeli bir beldeden cüdâ kalarak
Bu nefy ü hicre müebbed bu yerde mahkûmuz...

O belde?
Durur menâtık-ı dûşîze-yi tahayyülde;
Mâi bir akşam
Eder üstünde dâimâ ârâm;
Eteklerinde deniz
Döker ervâha bir sükûn-ı menâm.
Kadınlar orda güzel, ince, sâf, leylîdir,
Hepsinin gözlerinde hüznün var
Hepsi hemşiredir veyâhud yâr;
Dilde tenvîm-i ıstırâbı bilir
Dudaklarındaki giryende bûseler, yâhud,
O gözlerindeki nîlî sükût-ı istifhâm
Onların ruhu, şâm-ı muğberden
Mütekâsif menekşelerdir ki
Mütemâdî sükûn u samtı arar;
Şu'le-î bî-ziyâ-yı hüzn-i kamer
Mültecî sanki sâde ellerine
O kadar nâ-tüvân ki, âh, onlar,
Onların hüzn-i lâl ü müştereki,
Sonra dalgın mesâ, o hasta deniz
Hepsi benzer o yerde birbirine...

O belde
Hangi bir kıt'a-yı muhayyelde?
Hangi bir nehr-i dûr ile mahdûd?
Bir yalan yer midir veya mevcûd
Fakat bulunmayacak bir melâz-i hulyâ mı?
Bilmem... Yalnız
Bildiğim, sen ve ben ve mâi deniz
Ve bu akşam ki eyliyor tehzîz
Bende evtâr-ı hüzn ü ilhâmı.

Uzak
Ve mâi gölgeli bir beldeden cüdâ kalarak
Bu nefy ü hicre, müebbed bu yerde mahkûmuz...


Ahmet Haşim



7 Eylül 2019 Cumartesi

Gidelim Mi Tezer? - Tezer Özlü'ye Bir Mektup

Özlem Ekici

"Gitmem gerek. Yeni resimler görmem gerek. Benimseyeceğim, içimdeki kıpırdanışları dolduracak bir resim bulana dek gitmem gerek."

Birkaç zamanı daha yok sayıp bu evrene küsmüş gibiyim. Yüzüm öylesine dumanlı ki neyi düşlesem o dumana karışıp gidiyor. İçimde bir yere dair mumlar yaktığımda söylediğim şarkıyı duyuyor musun Tezer? Hiçbir zaman bilemeyeceğim o soruyu sormaktan vazgeçtim ben, artık burada değilim. Ne bir baş edinebilecek kadar bilinçli varlığım ne de sonunu kutsayabilecek kadar manidar yok oluşum. Bir dar koridorda sürünüyorum. Her pencere kenarında ayağa kalkıp mutluluk pozları veriyorum ve her düşüşte başka bir maskeme yeniliyorum.

Bu gökyüzünde nasıl dayanabilirim ki? Yaşamın hem en ucunda hem de bu kadar ortasındayken gelmek veya gitmek, yaşamak veya ölmek, her şeyden önce gülümseyebilmek… Bütün bunlara nasıl dayanabilirim ki? Kendime biçilen tüm rolleri yıkıyorum ördüğüm duvarın tam kıyısına, gitmeliyim yine Tezer, gitmeliyiz. Gitmeliyim ki bu sokaktan, evden, şehirden, ülkeden... Özgürleşeyim. Yüreğime doldurduğum özgürlük kuşlarını masmavi gökyüzüme bırakayım.

“Kalıplardan kaçmak için gidiyorum. Gitmekten yılmayacağım. Kentlere gitmek, kocalara gitmek, geri dönmek, ülkelere gitmek, tımarhaneye gitmek, gene gitmek, gene gelmek, hiçbir şey yıldırmayacak beni. Yaşamı ‘gitmek’ olarak algılıyorum.”

Sen bu dünyadan geçtin, bizler ise hala gidip gelme çabaları içerisinde yaşam sürdüğümüz yalanına inanıp kendimizi kandırıyoruz. “Burası bizi öldürmek isteyenlerin yurdu.” Hiçbir yerde olmayı sevdin sen, hiç kimse olmayı sevdiğin kadar. Bazen karıştırıyorum seni Pavese ile, duysan sevinir miydin buna? Sevinsen dahi söylemezdin değil mi? Çünkü seni duyan yine sendin.

“Hiçbir yerliyim.” Demiştin. Aslında hiçbir yer ne bize ne de biz o yere ait olamadık. Kalıplardan kaçmak için gidelim yine, yılmadan, bıkmadan, usanmadan.

Gittin, geldin senelerce. Nice sokaklarda, nice şehirlerde, nice istasyonlarda, daha nice yerlerde durakladın. Her gidenle gitmek isterdim, senin gibi. Senden duyduklarımı yine sana anlatıyorum. Gidelim mi birlikte? Sonra tekrar yollara dönelim. Arkamızda kalanların hepsini bir köşede unutarak, arda kalanları ilk kez kalem tutan bir çocuk hevesiyle karalayalım mı? İyi giyinelim mi yine?

Olmak istediğimden bihaber, ne olduğumsa koca bir bulantı. Umursamayarak alır oldum her nefesi, onları her nefeste bir adım daha çektiğimi siler gibi. Böyle olmak beni yörünge dışında tutuyormuş doğru mu? Ne avuntu ama, yine de sen hala nedenini sorma. Ne de olsa herkes kendi duvarlarının gerisinde. Herkes kendi hikayesinin öznesi. Herkes bir başkası için diğeri.

“Ölüm düşüncesi izliyor beni. Gece gündüz kendimi öldürmeyi düşünüyorum. Bunun belli bir nedeni yok. Yaşansa da olur, yaşanmasa da. Bir kaygı yalnız. Beni, kendimi öldürmeye iten bir kaygı.”

Herkesin bir duvarı vardır mesela, ardında kendini güvende hissettiği. Kaçarken sığındığı, bulunmak istediğinde bir adım öne çıktığı. Yaşamın ve insanların verdiği tedirginlikle, korkularıyla birlikte arkasına sığındıkları o duvar onları ne kadar korur bilinmez. Belki de bu yüzden bazıları o duvarın ardına saklanmak yerine içine hapseder kendini. Ve her yere kendisiyle birlikte taşır duvarını da. Biz gibi değil mi Tezer?

Bir ışık yakıp karanlığa hakarete yeltenmeyeceğim Tezer. Işıklarını unutun. Sadece durup izleyelim. Benden kaçan hayallerimi yakalamalıyım ensesinden. Ardı arkası kesilmeyen telkinlere sağırlaşmalıyım. Sadece durup izlemeliyim. Beni benden alıkoyan her neyse bulup yok etmeliyim. Geriye kalanları çocuklara masal diye okuruz senle. Yazıp bağıralım, yollar edinelim kendimize. Yolları yıkalım, dönelim ve yollardan çıkalım. Kapılarımı kapattım Tezer. Kapılarımı yaratıyorum artık bak. Çiziyorum, boyuyorum. Bak nerelere varıyor gökyüzüm? Hangi zamanlara, hangi sonsuzluğa… Gidelim mi Tezer? Oralarda gülebilir miyiz dersin?

Levla'nın kaleminden Tezer Özlü'ye ithafen....


25 Temmuz 2019 Perşembe

Kitabın Çocuğu

Özlem Ekici

            Marcel Proust, “Bize yaşanmamış gibi gelen çocukluk yıllarımızda, çok sevdiğimiz bir kitapla geçirdiğimiz günler kadar dolu dolu yaşanmış başka bir zaman belki yoktur. ” diyor. Proust’a göre, çocukken okuduğumuz kitapları özlerken bir kitaba gömülüp tamamen uzaklaştığımızda okumamızı bölen, hatta o an en çok kızdığımız şeyleri özlüyormuşuz.
            Bir süreliğine yeniden çocuk olsak ve en sevdiğimiz kitabımıza dalsak mesela… Kapıdan başını uzatıp “ Meyve soydum, getireyim mi? ” diyen annemizin sesi bizi yine deli eder mi? Çünkü harikalar diyarındaki bay tavşanı  kaçırdı sesi. Sanmam. Tersine hoşuma giderdi. Zaman yavaşlar, büyümemiş hissederdim kendimi.
              Çocukken herkes bir an önce büyümek ister ya, ben de isterdim; kim istemez ki? Maceralar yaşayayım, herkesi kendime hayran bırakayım, hiçbir şeyden korkmayayım, bütün dilleri konuşayım, çok ama çok sevileyim…
              Oysa o zaman öyle bir yaştasın ki kaçıp uzaklara gideyim desen varabileceğin tek yer bahçe duvarı. Diyelim ki yüreklisin; atladın, iki sokak öteden kös kös geri dönerdin. Çocuktuk sonuçta, nereye gidebilirsin ki?
            Zamanı hızlandırıp yeryüzünü şahsi alanın haline getirmenin en garantili ve güzel yolu kitap okumaktı. Kitaplar seni alıp götürürdü. Bahçe duvarından atlamana gerek kalmazdı. Denizkızı olup balıklarla yarışırdın. Öyle eğlenirdin ki sonradan çekeceğin acılar aklına bile gelmezdi, '' Bana bir şey olmaz! ''derdin, masalların sonunu değiştirmeye muktedir sanırdın kendini. Kızılderili çocuklarla dost olup dağları keşfe çıkardın. Hem iyi kalpliydiler, hem de türlü çeşit harikulade şey biliyorlardı. Robinsonculukta birinciydin. Su arardın, çakıl taşlarını sürterek ateş yakmaya çalışırdın; kolay değil, ıssız adaya düşmüşsün. Kılıcını kuşanıp şövalyelerle düello eder, define adaları keşfederdin. Tom Sawyer'la yeraltı dehlizlerine dalar, Huckleberry Finn gibi çıplak ayakla serserilik ederdin. Ok ve yay kullanmakta üstüne yoktu. Mary Poppins’le uzak diyarlara uçardın; rüzgâr eteklerini savururdu. Brooklyn’de bir ağaç olurdun.

             Hepsi sendin. Kütüphanende kaç kitabın varsa senin de o kadar kişiliğin, o kadar maceran vardı. Ne kadar okumuşsan o kadar çoktun. Kitaplar yaşamın yerini tutmazdı; ama yaşamı sınırsız biçimde zenginleştirirdi. Peter Pan ile gökyüzünde uçmak sizce de cazip değil mi?
            Çok kitap okursak bize kitap kurdu ismini takarlardı. Kıvrım kıvrım kitap sayfaları arasında geziniyoruz, bir sürü kitabımız var. Mükemmel bir şeydi bizler için.
              Kitap, bize çeşitli bilgiler veren, karanlık gecelerimizi aydınlatan güzel bir arkadaştı. Yorgan altında fenerle kitap okumak ne tatlı gelirdi, kızgın anne ve babamızın sesine rağmen. Hem de öyle güzel bir arkadaş ki bize hiç yalan söylemezdi. Bizi hiç aldatmazdı. Bizim en iyi dostumuzdu.
            Geceleri pencere kenarından dışarıyı gözlerdin, yeşil kıyafetli bir çocuğun gelip camı tıklatmasını beklerdin. Kapı kenarlarından, koltuk arkalarından bizi bay tavşanın izlediğini sanıp peşinden koşardın.
            Yeni kelimeler öğrenir diğer çocukların yanında kullanırdın, ben bak ne öğrendim dercesine. Bilgiliydin sen, daha çok okuyup daha çok öğrenmeliydin. En çok en fazla sen bilmeliydin.
              Mis gibi de kokardı kitap. Uyuyakalırdık yüzümüzde, yanağımızda, elimizde. Kim bilir hangi düşlerde, maceralarda; kiminle?
              Kitaplar bizim evimizdeki düş makinalarıydı. Okuduğumuzu kurgular, kimi sevdiysek o olur, maceradan maceraya koşardık. Kılıç kuşanır, at biner, denizlerin en cesur kaptanı olur; kocaman bir ülkenin en güzel prensesi veya prensi olurduk.
               Yanımızda kitabımız varsa asla yalnız sayılmazdık. Kül kedisi ile oturur üvey annesini ve kız kardeşlerinin gelmesini beklerdin. Güzel ile çirkinden kaçardın. Sen buydun, en sevdiğin kitabın içinde beliriveren biriydin. Sayısız ülke görmüş, sayısız macera yaşamıştın. Daha fazla görmeli, daha fazla yaşamalıydın.
              Bir kitaptı sana bunları yaşatan, gösteren. Yüzleri eskimiş, sayfaları dağılmış çocukluk kitaplarımızı karıştırırken gülümsememiz bundandı. Çocuk kitapları değildi onlar, kitapların çocuğuyduk biz.





Açıklama: Bu yazım daha önce bir dergide yayımlanmıştır. Ben sizlerle de paylaşmak istediğim için blogumda yayınlıyorum. Düşüncelerinizi ve görüşlerinizi paylaşırsanız sevinirim. 

16 Temmuz 2019 Salı

Bağ Bozumu - Paul Verlaine

Özlem Ekici


Başımızdan bir şarkıdır yükselir 
Belleğimizin yok olduğu an. 
Kanımızın şarkısıdır duyulan 
Ki uzak bir musiki gibi gelir.

Dinleyin bu kanımızdır ağlayan, 
Ruhumuz bizi terkedip gidince, 
O ana dek işitilmeyen ince 
Bir ses gelir başlar başlamaz susan.

Ey şarap, kan; kızıl üzüm kanının 
Kara damar şarabının kardeşi, 
Tanrısal iksirleri insanların.

Şarkı söyleyin, ağlayın, belleği 
Ruhu atın; karanlıklara değin 
Garip bedenimizi sürükleyin

Paul Verlaine

5 Temmuz 2019 Cuma

Jurnal #10 : Bir zamanlar Levla, şimdilerde bolca Özlem!

Özlem Ekici


  Öncelikle bu öylesine bir yazıdır, sonuçta çok ciddili işler de gördük buralarda ama arada bir böyle biz bize sohbet de etme ihtiyacı duyuyorum. Bilindiği üzere okul değiştirdikten sonra blogtan baya bir uzak kalmak zorundaydım. Malum biraz ağır geldi dersler, öncekine göre baya ağır. Tabi ki bir sene daha bitti, daha da güzeli oldukça iyi biten bir yıl yaşadım. İyi kısmı sadece okul ve kariyer üzerine olan kısım, kişisel yaşamım pek de iç açıcı değildi. Twitterdaki o iç karartıcı onlarca yazdıklarım ile birçoğunuzu darlamış bile olabilirim ki biliyorum yaptım. Pek hoş geri dönüşler de aldım, zamanla :) 

   Şimdi bunları şu köşeye bırakalım ve neler var anlatmaya başlayalım. Öncelikle dün bir yıl daha yaşlandım ve grip ile girdik yeni yaşıma. Birlikte nice mutlu yıllarımıza dedik ama umarım ciddiye almamıştır da beni çabuk bırakır. Şu sıralar bir durgunluk dönemindeyim ve bir yaş daha almak bunu daha bir durgunlaştırdı denebilir. Ayıca bir durgunluk dönemini de dil konusunda yaşıyorum. Dil öğrenmeyi çok seviyorum demiştim ama bu kez yeni başladığım ile artık bunu demeyi bıraktım. Çünkü bu kez beni çok zorladı ve güzelim CV'me beşinciyi ekleyemedim diye daha bir canım sıkılıyor. Ocaktan sonra dil çalışmak işkence gibi geliyor hatta nasıl bir zorladıysa istek falan kalmadı bende. Tabi yine boş durmadım ve dil çalışamıyorsam yeni bir şeyler bulayım kendime dedim ve yeni bir şey bulamayınca müzik konusunda tekrar bir kendimi geliştirmeye karar verdim. Ama dedim ya, iç karartıcı birkaç olay sayesinde moralimi tutan kolonların altında kalan ben müzikle yarı yolda ayrılmak zorunda kaldım. Yine de bu dönemde tek dayanağım laboratuvar dersim oldu, diğer dersleri bir kenara bırakıp kafamı onunla ayakta tuttum. Sonuç olarak gayet tatmin edici bir okul dönemi yaşadım ama iç dünyamın karmaşılığı o sevinci uzun sürdürmedi. Vakit buldukça da okudum; şiirler, romanlar, öyküler, makaleler... Aklımı oyalamak için tüm yollara başvuruyorum. Kısa bir süre sonra sizle birkaç kitaptan, birkaç da şarkıdan konuşacağız. 

   Gelelim edebiyat hayatıma ki bu daha da durgun şu sıralar. Son yazdığım şiirden sonra elim kaleme gitmedi, kaleme gitse kalem deftere çizemedi. Bir durgunluk çağı yaşıyoruz ki inşallah bunun sonunda ilerleme çağına geçeriz. Şayet yazmaktan başka bir iş de bulamıyorum bu tatil. Halen okuyorum ama aklım hep kalemde, bir iki dize koysam şuraya benden mutlusu olmaz ama nerde o günler! Neyse efenim, o bu şu derken baya da iç dökesim gelmiş benim, annem de hazır evdeyken azıcık da onun içini karartayım :) 

   Bu arada şunu da dinle, bunu da oku, şöyle de yap dediğiniz varsa bekliyorum. Ah, bir de başım dertte dediğim dil de Rusça, öneriniz varsa çok sevinirim. E o zaman bir klasik olaraktan:

Biz hep buralarda görüştük, bir daha görüşelim. Hoş kalın!


1 Temmuz 2019 Pazartesi

Kaçışa Gazel - Federico Garcia Lorca

Özlem Ekici


Birçok kere yitirdim denizde kendimi
Yeni kesilmiş çiçeklerle dolu kulaklarım
Dilim sevgiyle, acıyla dolu.
Birçok kere yitirdim denizde kendimi
Bazı çocukların kalbinde yitirdiğim gibi.

Kimse yoktur duymasın öpüşürken
Yüzü olmayan insanların gülümseyişini
Kimse yoktur dokunurken bir bebeğe unutsun
Durgun kafataslarını atların.

Çünkü aranır alında güller
O katı görünüşünü kemiklerin.
Başka işe yaramaz erkeğin elleri
Toprağın altındaki köklere benzemekten.

Bazı çocukların kalbinde yitirdiğim gibi
Birçok kere yitirdim denizde kendimi.
Gidiyorum aramaya, suyu bilmeden,
Beni çürütecek, ışık yüklü ölümleri.

Federico Garcia LORCA


2 Haziran 2019 Pazar

Suskun - Ahmed Arif

Özlem Ekici
Sus, kimseler duymasın.
   Duymasın ölürüm ha.
   Aydım yarı gecede
   Yeşil bir yağmur sonra...
   Yağıyor yeşil.

   En uzak, o adsız ve kimselersiz,
   O yitik yıldızda duyuyor musun?
   Bir stradivarius inler kendi kendine,
   Yayı, reçinesi, köprüsü yeşil.
   Önce bendim diyor ve sonra benim...
   Ölümsüz, güzel ve çetin.
   Ezgisidir dolaşan bütün evreni,
   Bilinen, bilinmeyen ıssızlıkları.
   Canımı, tüylerimi sarmada şimdi
   Kendi rüzgarıyla vurgun...
   Sarıyor yeşil.

   Rüya, bütün çektigimiz.
   Rüya kahrım, rüya zindan.
   Nasıl da yılları buldu,
   Bir mısra boyu maceram...
   Bilmezler nasıl aradık birbirimizi,
   Bilmezler nasıl sevdik,
   İki yitik hasret,
   İki parça can.
   Çatladı yüreği çakmaktaşının,
   Ağıyor gök kuşaklarının serinliğinde
   Çağlardır boğulmuş bir su...
   Ağıyor yeşil.

   Yivlerinde yeşil güller fışkırmış,
   Susmuş bütün namlular...
   Susmuş dağ,
   Susmuş deniz.
   Dünya mışıl-mışıl,
   Uykular derin,
   Yılan su getirir yavru serçeye,
   Kısır kadin, maviş bir kız doğurmuş,
   Memeleri bereketli ve serin...
   Sağıyor yeşil.

   Aydım yarı gecede,
   Neron, çocuk kitaplarında çirkin bir surat,      
   Ve Sezarsa, bir ad, yıkıntılarda.
   Ama hançer taşı sanki
   Koca Kartaca!
   Hani, kibrit suyu vermişlerdi üstüne
   Bak nasıl alıyor, yigit,
   Binlerce yıl da sonra
   Alıyor yesil.

   Vurur dağın doruğundan
   Atmacamın çalkara,
   Yalın gölgesi.
   Kuş vurmaz, tavşan almaz,
   Ama aç, azgın
   Köpek balıklarıydı parçaladığı
   Bak, Tiber saygılı, suskun.
   Bak nilüfer dizisi zinciri.
   Bunlar bukağısı, kolbağlarıdır,
   Cihanın ilk umudu, ilk sevgilisi,
   Ve ilk gerillası Spartakus'un.
   Susuyor yeşil.

   Sus, kimseler duymasın,
   Duymasın, ölürüm ha.
   Aymışam yarı gece,
   Seni bulmuşam sonra.
   Seni, kaburgamın altın parçası.
   Seni, dişlerinde elma kokusu.
   Bir daha hangi ana doğurur bizi?

   Ruhum...
   Mısra çekiyorum, haberin olsun.
   Çarşılarin en küçük meyhanesi bu,
   Saçları yüzümde kardeş, çocuksu.
   Derimizin altında o olüm namussuzu...
   Ve Ahmedin işi ilk rasgidiyor.
   İlktir dost elinin hançersizliği...
   Ağlıyor yeşil.

Ahmed Arif



Leylim Leylim isimli bir araştırma yazımıza bakmak ister miydiniz?

Özlem Ekici, Personal Blogger Templates | Blog aa

Levla'nın Not Defteri - Kişisel Blog | Bütün Hakları Saklıdır | Copyright © | 2016 - 2023