Yazılarım E-postana gelsin.

Yaz E-Postanı!

29 Mayıs 2020 Cuma

Uçurum - Şükrü Erbaş

Özlem Ekici

Yeni yeni anlıyorum
Yaşarken ölümünü düşünüp de
Ağlayan annem…

Seni sevincin hanesinden
Düşüren dünya
Başladı beni de bir kenara atmaya.

Işık çekiliyor yalım yalım
Sular değiştirdi yatağını
Yeni dallar buldu rüzgâr kendine.

Kime elimi uzatsam aşk diye
Kesiyor yollarımı
Kalbimle tenim arasındaki uçurum.

Ölüm alıştırıyor usul usul kendine
Alarak elimden dünya sevinçlerini
Ne kadar haklıymışsın anne…

23 Mayıs 2020 Cumartesi

Tekrar Son Kez(!)

Özlem Ekici

    Bugün "son kez"lerini duyacağımı bile bile, nedeni belirsiz bir kuyunun çevresi gibi olan gözbebeklerini kuşatmaya cesaret edemedim. Bir duvar, ancak bu kadar can acıtıcı olurdu, çünkü o duvar bütün gözlerden koruyabiliyordu. İnsanların bayağı, aydınlık gözlerinden uzakta, biçimsiz akıl yumurtalarının üstünde kuluçkaya yatmış, sönmek üzere olan gözlerimin bahçesindeki çiçeksiz yeşilliğin sebebi. Son kez, izlemek...

   En zevk aldığım şeydir, belli ki bu tasvir yeteneğine pay çıkaran bir şey. İyi bir şey. Değil midir? Sisli, titrek bir prizma artık elde tutulan kalem, rengi kararmış gövde, son bir dakikada toprakçı ruhum uzandı, yarı bu dünya, yarı öbür dünya benim için. Hayal kurmak; bir solucanı andıran filizler açığa çıkmadan önce, toprak altında yol alan bir sürgün. Ne kadar zayıfım ve bu zayıflığım beni bitkinleştirirse, yeniden gençleşmiş akılla süz, zekice dudak bük; gelişigüzel, peygamberce konuş, konuşurken keşke hep dinleyebilsem. Cümlem hiç bitmez de, aslında...

   Küçük, mermer alınlıklı, modası geçmiş mücevher gibi hissediyorum. Mala düşkün, çiftçi atalarımdan kalmış içgüdümü daha şimdiden son kez izlerken düşünmekten, son günleri saymaktan alamıyorum. Bütün bunları belki çocuksu bir üzüntüyle yazıyorum. Ama sinirliyken, birden durup düşünen; sağ eliyle yazarken sol elini cebine gizleyen, güldüğünde gözlerinin sağı üzerine kapanırken; solu tembel tembel, cömert cömert açılan el gibi. Ama hakikat neye yarar, son sabahsa. Anımsamaktan yorulunca, düşüne düşüne kaşları sızlar gibi sakalında eli. Belki, karanlıktır.

   Yerde sürüklenen bir asmayı, bükülmüş bir kamışla bağlıyor, gelecek yılın tomurcuklarına da dikkat ederek, gül ağacı yaprağı eteğini kıvırıyorum. Islak toprağı, özsuyu çekilmiş otları kazıyorum, içimde toprağın dolgun atı, içimde köstebeğin dolambaçlı koridoru, içimde daha aşağısı, içim hiç ışık görmemiş bir kaya gibi; bin ayak aşağıya saldı, kumlu taş ve pas tadı taşıyor artık su yeşili, o tişörtü gördüğümden beri.

   Bugün aslında "son kez"lere yüreğim küçülmedi belli ki! Evim benim için her zaman ne idiyse gene o olarak kalıyor, bir kutsal emanet, bir in, bir kale, gençlik mucizesi. Başka bir karanlık yeteneği şimdi, kelimelerdeki.  Son bir dakikada toprakçı ruhum uzandı, yarı bu dünya, yarı öbür dünyadayım. Belki, son sabahtır. Ders...bitti.


3 Mayıs 2020 Pazar

Orta Sınıf Yeni Proletarya Olursa - Milenyum İnsanları

Özlem Ekici

   James Graham Ballard, 1930 Şanghay doğumlu İngiliz bilimkurgu ve transgressif kurgu yazarıdır. Pearl Harbor baskınıyla beraber 1942 yazından savaş bitimine kadar tutsak kalmış; savaş, tutsaklar kampı ve atom bombası gibi şeyleri ilk elden gözlemlemiştir. 1946’da İngiltere’ye yerleşmiş ve Cambridge Üniversitesi’nde psikiyatri eğitimi görmüştür. Kısa süre Kanada’da Kraliyet Hava Kuvvetleri’nde de bulunmuştur. Yazarlık kariyerine kısa öykülerle başlamış, "Prima Belladona" adlı ilk öyküsü 1956’da Science Fantasy dergisinde yayımlanmıştır. Post-apokaliptik bir eser olan ilk romanı The Drowned World ise 1962’de yayımlanmıştır. 1984’te yayımlanan Güneş İmparatorluğu’nda savaş deneyimlerini kurgulamıştır. Eser, Guardian Edebiyat Ödülü ile James Tait Black Ödülü’nü kazanmış, Booker Ödülü’ne ise aday olmuştur.

   “1939-1984 arasında İngilizce yayımlanan en iyi 99 eser” listesinde Sınırsız Rüyalar Diyarı adlı eseri yer almıştır. Bazı eleştirmenlerin Calvino’ya benzetmesine şaşırmadığım yazarın eserlerinde Borges’ten de izler görülür.

   J.G. Ballard’ın suç üçlemesinin son kitabı Milenyum İnsanları’nı yenik doğmaya mahkum bir devrim öyküsü olarak kurgular. Tıpkı 19.yüzyılın Paris komünü gibi. Ama roller değişmiş devrimin öncülüğünü yeni proleterya yani orta sınıf almıştır."...yeni bir devrim gerçekleşiyordu; öyle alçakgönüllü ve iyi huylu bir şeydi ki hemen hemen kimse farkına varmamıştı" sözleriyle açılan kitap umursamaz, robotlaşmış kamusal alan karşısında var edilmeye çalışılan yeni bir ütopik çabayı konu alır. Bir taraftan toplumsal değişim talebinin ayartıcılığı, sistemin her zamanki bastırma tedbirleri ve diğer taraftan günümüz dünyasında El Kaide tipi grupların sergilediği amaçsız şiddetinin sorgulanmasına yer verir. Ballard son 30 yılda yinelediği gibi soluğunu ensemizde hissettiğimiz birçok yakın gelecek tablosu oluşturur. Baskıcı olmayan her ütopya gibi ikircikli ve insan denilen tuhaf şeyin derin iç uzayını kaplayan tüm aydınlık ve karanlık yönlerini yansıtarak bunu yapar.

   Milenyum İnsanları, Kokain Geceleri ve Süper Kent ile birlikte bir ideoloji olarak elimizde yalnızca tüketicilik kaldığında neler olabileceğini inceleyen detektif romanları üçlemesinin sonuncusu. “İnsanlar yaşamlarındaki en ahlaki seçimin bir sonraki arabalarının rengi üzerine olduğu gerçeğine çok içerliyor,” diyor Ballard tahripkârca. “Elimizde kalan yalnızca kendi psikopatolojimiz. Bu sahip olduğumuz tek özgürlük -tehlikeli bir durum bu.”

Milenyum İnsanları, Heathrow Havaalanı’na yapılan ve üç kişinin ölümüne neden olan bombalı saldırıyla başlar. Romanın önermesi şudur: “Orta sınıf yeni proletaryadır.” Ballard’ın bir başka gated1 topluluğu olan Chelsea Marina sakinleri, okul ücretlerinden, özel sağlık giderlerinden, gizli vergilerden ve parkmetrelerden o kadar bıkmışlardır ki, toplumsal sorumlulukların ve tüketim kültürünün kendi kendini dayatan yüklerinden soyunmaya başlarlar. Anlatıcı psikolog David Markham gibi diğerleri de karizmatik çocuk doktoru Richard Gould tarafından orta sınıf metropolünün sembollerine -Ulusal Film Merkezine, BBC’ye, Modern Tate Galerisine- saldırmaya ve sonra da banliyölere yönlendirilirler.

Ama bu orta sınıf isyancıları, kendi ezilmişlik iddialarını kendileri ne kadar ciddiye alıyor? Kitapta, bir noktada, Chelsea Marina sakinlerine sokaklara Japon film yönetmenlerinin isimlerinin verilmesi teklif ediliyor, ama bu fikirden “mülk değerlerinin zarar görebileceği” endişesiyle hemen vazgeçiliyor…

Bu kitap da, Ballard’ın diğer kitapları gibi, sapkın altüst oluşlarla ve huzur kaçıran paradokslarla dolu -“Şiddeti huzur dolu bir gösteriden daha fazla kamçılayan bir şey yoktur” ya da “Eğer hedefin küresel para sistemi ise bir bankaya saldırmazsın. Yanı başındaki Oxfam’a2 saldırırsın,” gibi.

   Roman "...ama aslında başka bir zamanı düşünüyorum o anda, Chelsea Marina’nın gerçekten bir vaatler ülkesi olduğu kısacık dönemi; genç bir çocuk doktorunun halkını özgür bir cumhuriyet, sokak işaretleri olmayan bir şehir, cezaları olmayan olaylar ve gölgesi olmayan bir güneş yaratmaya ikna ettiği o kıssacık zamanı düşünüyorum" sözleri ve geleceğe yönelik bir dönüşüm çiçeğinin filizlenen ilk tomurcuklarıyla biter. Bittiğinde acı bir tat bırakıyor sizde.


21 Nisan 2020 Salı

Calvino Tarot Bakarsa! - Kesişen Yazgılar Şatosu

Özlem Ekici

  Italo Calvino kitabın başında uzunca bir önsöz ile yazım sürecini anlatmış. Tarot kartlarıyla ilgilendiği bir dönem kimi kartları rastgele sırayla önüne açıp onları hikayeleştirerek bu kitabı oluşturmaya başlamış, daha güzel bir şekilde anlatmış bunu ama kısaca böyle diyebiliriz. Kitabın özel bir yerinin olmasını sağlayan durum da bence bu yazılış süreci.

  "Tarotla ilgilenmeyen biri için hiçbir şey ifade etmeyecek bir kitap..." hissiyatı almış olabilirsiniz, ben de bundan korkuyordum ancak Calvino, kendisinin de tarota karşı çok özel bir ilgisinin ve hatta tarotla ilgili pek bilgisinin olmadığını da anlatmış kitapta. O sebeple böyle bir fikire kapılmadan okuyabileceğimiz konusunda bizi de rahatlatmış. Birçok hikayede bir kartın anlamı değil, kartın üzerindeki desenin arka planındaki orman vb; örneğin bir karttaki şövalye karakteri değil de o şövalye karakterinin elindeki kılıç ya da şövalyenin arkasındaki bir dere hikayede kullanılırken kartın esas anlamı olan soyut kavram hikayenin içinde hiç kullanılmadan geçilmiş. Muhtemelen tarota ilgisi olanlar daha çok keyif alacaklardır lakin ben gibi ilgisi ve bilgisi olmayanlar bazı yerlerde üzerinde ayrıca durulan belirli kartların tarot falındaki anlamını öğrenmek için internetten kartı araştırabilir.
Öyküler birbirinden bağımsız gibi görünse de birinin bittiği yerde diğeri başlayabiliyor veya ortak öğelere sahip öyküler var. Bu öyküleri sıralı bir şekilde baştan sona okumak gerekiyor, zaten yazarın yolunun bir şatoya düşüşü ve öykülerin nasıl anlatılmaya başlandığı gibi bir girizgah da var ve o girizgahı okumadan rastgele bir öykü okumak da çok sıkıntılı olacaktır.

  Kesişen Yazgılar Şatosu, iki ayrı bölümden oluşuyor. Bu iki bölüm, tematik benzerlik taşıyan iki uzun öyküden oluşuyor.

  İlk bölümü oluşturan ve kitaba da adını veren Kesişen Yazgılar Şatosu, Ortaçağda yolları bir şatoda kesişen bir grup insanın yemek masasında toplanmalarını, konuşamadıklarını fark etmeleri üzerine de tarot kartları aracılığıyla öykülerini birbirlerine sezdirmelerini anlatıyor.

  İkinci bölümü ise, “Kesişen Yazgılar Meyhanesi” isimli öykü oluşturuyor. Bu öyküde de yine bir grup insanın yolları bir meyhanede kesişiyor ve yine konuşamayan insanlar yine tarot kartları aracılığıyla öykülerini sezdiriyorlar. Bu öyküdeki farklılık ise zaman olarak gösterilebilir. İkinci öyküde anlatılanlar Rönesans döneminde geçiyor.

  Kesişen Yazgılar Şatosu, biçimsel olarak da özgün bir yapıt. Calvino öykülerini anlatanların açtıkları kartları da bizimle paylaşıyor ve bu kartlar açılma sırasına göre önce metinlerin yanında sonra da her öykücüğün sonunda toplu olarak bize veriliyorlar.

  En beğendiğim öykü ise "Ruhunu Satan Simyacı" oldu ki alıntılayalım o meşhur konuşmayı:

"Neden korkuyorsun, ruhumuzun şeytanın eline geçmesinden mi?"
"Hayır, ona verecek ruhumuz olmamasından."

  Sık sık öykülere müdahale etmek isteyip bir anda kendimi o öykülerin birinde buldum. İster istemez kapılıp gittim kartların arasına. Tarota da bir ilgim başladı bu kitaptan sonra ama şimdilik bu konuyu askıya aldım. Calvino okumaya devam edeceğimden kesinlikle emin oldum bu eserle birlikte.

  Farklı ve son derece ilginç bir yazım süreci ile ortaya konmuş bir eser okumak isterseniz mutlaka denemenizi öneririm.

Alıntılarla bitiriyorum, iyi okumalar.

"Farklı kuşaklar birbirlerine hep ters bakar, salt anlaşmamak için konuşurlar, mutsuz yaşamalarının ve düş kırıklığı içinde ölmelerinin suçunu hep birbirlerine atarlar."

"Ay, yenik bir uydudur, ama üstün gelen yeryüzü, onun tutsağı durumundadır."


14 Nisan 2020 Salı

Geceye Şarkı - Georg Trakl

Özlem Ekici



Bir nefesin gölgesinden doğma bizler
Dolanıp durmaktayız terk edilmişliklerde
Bizler, yani sonrasızlıkta yitirilenler,
Kurbanlarız, adandıklarımızı bilmezcesine.
Dilenciyiz sanki, yok benim diyebileceğimiz,
Kapalı kapılar önünde birikmiş delileriz.
Körler gibi kulak kabartmışız, içinde
Fısıltılarımızın yitip gittiği sessizliğe.
Hedefi olmayan yolcularız bizler,
Bulutlarız, rüzgârlarda dağılan,
Ya da ölümün soluğunda üşüyen çiçekler,
Yerimizden kopartılmayı beklemekteyiz.


2
Varsın, son acılar da somutlaşsın bende,
Savunmuyorum kendimi, ey karanlık güçler.
En büyük sessizliğin yolu sizlerden geçer,
O yoldan yürürüz en serin gecelere.
Soluğunuzla daha sesli alevlere boğmaktasınız beni,
Sabır! Yıldızlar kora dönüşürken, düşler kaymakta
Bize adlarını söylemekten kaçınan diyarlara,
Oralara ancak feda edersek girebiliriz düşlerimizi.


3
Sen ey kapkara yürek, ey karanlık gece,
Kimdir yansıtan, en kutsal zeminlerinizi,
Ve kötücülüğünüzün son vadilerini?
Acılarımız karşısında donup kalmış maske -
Acılarımız ve hazlarımız karşısında
Taştan bir gülümseme boş maskenin dudaklarında
Bir kaya, bütün ölümlülerin çarpınca kırıldığı,
Üstelik varlığı bize bile kapalı.
Ve sonra dikildiğinde karşımıza bir yabancı düşman,
Alaylarıyla aşağılayarak ölesiye didinmemizi,
O zaman daha bir hüzünlü olur şarkılarımız ezgileri
İçimizde ağlayan ise kalır anlaşılamadan.


4
Sensin, sarhoşluğu geçiren Şarap,
Ben, şimdi güzel danslarla kanamaktayım
Ve taçlandırmak zorundayım acımı çiçeklerle!
Bağrındaki en derin anlamın istediği buysa, ey gece!
Kucağındaki bir arpın telleriyim sanki,
Ve son acılarım uğruna şimdi
Senin karanlık şarkın boğuşmakta yüreğimde,
Beni ölümsüz kılıp, bir şişe çevirmekte.


5
Bu huzur - ey derin huzur!
Yok artık dini bütün çan sesleri,
Sen, ey acıların tatlı anası, sen -
Barışın, sanki ölümün enginliği.
Sar o serin ve sevecen ellerinle,
Sar bütün yaraları -
Böylece içten kanasınlar yalnızca -
Sen, ey  acıların tatlı anası!



Bırak, suskunluğum senin şarkın olsun!
Ne ifade edebilir ki fısıldayışları sana,
Hayatın bahçesinden ayrılmış bir yoksulun?
Bırak, hiç adın olmasın iç dünyamda -
Ruhumda oluşmuş, ama düşlerden yoksun,
Artık sesi kalmamış bir çan gibi,
Tatlı gelini acılarımın,
Ve uykularımın sarhoş gelinciği.



Toprakta ölüşlerini duydum çiçeklerin,
Ve havuzların sarhoş yakınmalarını,
Bir de çanların söylediği bir şarkıyı,
Gece, ve fısıldayan bir soru;
Ve bir yürek - yaralanmış ölesiye,
Yoksul günlerinin ötesinde.


8
Suskundu karanlık, beni söndürdüğünde,
Gün ortasında ölü bir gölgeydim -
O zaman çıkıp mutlulukların evinden
Yürüdüm gecenin derinliklerine.
Şimdi bir gölge oturmakta yüreğimde,
Bir gölge, hissetmeyen günün çoraklığını -
Ve dikenler gibi sana doğrulup gülümseyen,
Senden, yalnız senden yana, ey gece!



Ey gece, acılarımın önündeki dilsiz kapı,
Gör artık bu karanlık yara izinin kanadığını
Ve kabından taşmak üzere olduğunu çektiklerimin!
Ey gece, ben hazırım artık!
Ey gece, unutmuşluğun bahçesi, darmaduman,
Yoksulluğumun dünyaya kapalı ihtişamında,
Salkımlarla, dikenli çelenkler de solmakta,
Gel, ey en yüce zaman!


10 
Bir zamanlar gülmüştü içimdeki şeytan.
Ben, bir ışıktım parıltılı bahçelerde,
Oyunlarla dansların eşliğinde,
Bir de aşkın şarabı, başımı uyuşturan.
Bir zamanlar ağlamıştı içimdeki şeytan.
Ben, bir ışıktım sancılı bahçelerde,
Kadere boyun eğişin eşliğinde,
Parıltısıyla, yoksulluğun evini nura boğan.
Şimdi ağlamadığına ve gülmediğine göre o şeytan,
Yitip gitmiş bir gölgeyim bahçelerde
Ve ölüm karası eşliğinde,
Boş gece yarısının  sessizliğiyle dolaşan.


11 
Zavallı gülümsemem sana ulaşma çabasında,
Hıçkıran şarkım ise yitip gitmekte karanlıkta.
Artık yolumun sonuna varmak, tek istediğim.
Bırak gireyim senin tapınağına.
Bir zamanlar ki gibi, çılgınca ve dindarca
Ve sessiz bir duayla önünde eğileyim.

12 
Geceyarısının derinliğinde, sen
Ölü bir sahilin suskun denizin yanında,
Ölü  bir sahil: Bir daha asla!
Gece yarısının derinliğinde, sen
Gece yarısının derinliğinde, sen
Gökkubbesin, bir zamanlar yıldızının parladığı,
Bir Gökkubbe, artık hiç bir Tanrı'nın çiçek açmadığı.
Gece yarısının derinliğinde, sen
Gece yarısının derinliğinde, sen
Döllenmeden kalansın sıcak bir rahimde,
Ve hiç can bulamamış, öylece!
Gece yarısının derinliğinde, sen

Georg Trakl

Çeviri: Ahmet CEMAL


9 Nisan 2020 Perşembe

Calvino'dan Dantel Gibi Dokunmuş Kentler

Özlem Ekici


   Calvino’nun kendi ifadesiyle “Görünmez Kentler, Marco Polo’nun Tatar İmparatoru Kubilay Han’a sunduğu bir dizi gezi notu…” . Çağdaş İtalyan yazınının bu büyük ustası, insan ile nesne arasındaki yaşam kavgasını bu başyapıtında şiirsel bir dille sunar bizlere. Kitaptaki metinler Venedikli Gezgin Marco Polo ve tüm ağırlığı ile dünyanın ve insanlığın üzerine çökmüş bir imparatorluğun başındaki Kubilay Han’ın; görünürde kentleri konu aldıkları, aslında insanı, doğayı, iktidarı sorgulayan konuşmalarından oluşur.

   Anlatılan yerler, her birine bir kadın ismi verilmiş kurmaca kentlerdir. Calvino, anlatıyı göstergeler üzerine kurmuştur ve kitap göstergebilim açısından temel yazınsal yapıtlar arasında yer alır. Yapıtta, diyalektik ikili karşıtlıklar ön plandadır. Göstergebilim hakkında da şöyle bir makale buldum, merak edenleri böyle alalım. Tık tık


   Görünmez Kentler'de zaman ve mekan hem iç içe geçip birbirine karışarak kendine özgü ve aynı zamanda bütüncül bağlamını yaratır, hem de bu bağlam içinde çözünerek kendini bağlamından koparır. Böylelikle Görünmez Kentleri görmeye çalışan okuyucu, hem bunları akıl yoluyla var etmeye çalışırken, hem de görünen/var olan kentleri, birer imge haline getirerek buharlaştırır. Calvino belirli bir kurgu üzerine oturtmuş yapıtını. Marco Polo’nun anlattığı kentler ayrı bir sıra izlerken, Marco Polo ile Kubilay Han’ın felsefi içerikli söyleşileri yine ayrı bir biçimde şiirsel metinler olarak sunuluyor. Benim en sevdiğim kısımlar da bunlardı açıkcası. Kentlerle bağlantısı yokmuş gibi görünen bu metinler aslında kentlerle bir bütünlük oluşturuyorlar.

   “Görünmez Kentler” insanı, yaşadığımız evreni, içsel dünyamızı irdelemeye, sorgulamaya itiyor. Okurdan da katkı bekliyor bir bakıma, yer yer düşünecek, yer yer de gözlerinizi kapatıp hayal edeceksiniz. Yapıtı dilimize Işıl Saatçioğlu İtalyanca aslından çevirmiş. Benim elimdeki Remzi Kitabevinden basımı ve kütüphaneden ödünç aldım, en kısa zamanda da YKY basımını da satın alıp kütüphaneme ekleyeceğim. Özenli, keyifle okunan bir metin. Çevirmenin yapıtın sonuna eklediği İtalo Calvino ve Görünmez Kentler üzerine bizlere aktardığı bilgilendirici çalışması da önemli bir kaynak, bence ilk olarak onları okumada fayda var. Düşünmeyi seven, kolaycılıktan kaçan okur için kitaplıklarında bulundurmaları önemle rica olunur. Özellikle Borges severler mutlaka bir bakmalısınız demeden geçmeyelim.

   Kitaptan birkaç alıntı ile bitiriyoruz.

*Doğru yolu bulmak için kaybolmak gerekir. Labirent, içine giren kaybolsun ve dolaşsın diye yapılır. Ama labirent, o aynı kişiye, yeni bir plan çizmesi ve labirentin gücünü yok etmesi için bir başkaldırıyı da düşündürür. Bunu başardığı takdirde insan labirenti yıkacaktır; onu boydan boya geçen biri için labirent yoktur.

*Kitap bir alan; okur içine girmeli, dolanmalı, belki kendini kaybetmeli, ama belli bir noktada bir çıkış hatta birçok çıkış bulmalı. Kitap, dışarı çıkabilmek için bir yola koyulma olanağı.

*Biz canlıların cehennemi gelecekte var olacak bir şey değil, eğer bir cehennem varsa burada, çoktan aramızda; her gün içinde yaşadığımız, birlikte, yan yana durarak yarattığımız cehennem. İki yolu var acı çekmemenin. Birincisi pek çok kişiye kolay gelir: Cehennemi kabullenmek ve onu görmeyecek kadar onunla bütünleşmek. İkinci yol riskli: sürekli bir dikkat ve eğitim istiyor; cehennemin ortasında cehennem olmayan kim ve ne var, onu aramak ve bulduğunda tanımayı bilmek, onu yaşatmak, ona fırsat vermek.

*Ya­şanmamış gelecekler geçmişin dallarıdır yalnızca: kuru dalları. "Bütün bu yolculuklar geçmişini yeniden yaşamak için mi?" diye sordu bu noktada Han. Şöyle de sorabilirdi aslında: "Bütün bu yolculuklar geleceğini yeniden bulmak için mi?” Şöyle cevap verdi Marco: "Başka yer, negatif bir aynadır. Yolcu sahip olduğu tenhayı tanır, sahip olmadığı ve olmayacağı kalabalığı keşfederek.”

*Merdivenli yolların kaç basamaktan oluştuğundan, kemer kavislerinin açı derinliğinden, çatıların hangi kurşun levhalarla kaplandığından söz edebilirim sana; ama şimdiden biliyorum, hiçbir şey söylememiş olacağım sonunda. Zira bir kenti kent yapan şey bunlar değil, kapladığı alanın ölçüleri ile geçmişinde olup bitenler arasındaki ilişkidir.

*Edebiyatın sınırsız evreninde, dünya imgemizi değiştirebilecek yepyeni veya çok eski yollar, üslup ve biçimler açılır önümüzde her zaman... Ama edebiyat sadece düş peşinde koşmadığım güvencesini bana veremiyorsa, o zaman içinde her türlü ağırlığın çözülüp dağıldığı hayallerime gerekli besini bilimde ararım.

*Eğer bir gün kendinin yarısı olabilirsen, ki bunu bütün gönlümle dilerim, bütünlüğü olan beyinlerin sıradan zekâsını aşan şeyleri anlayacaksın. Kendi yarını ve dünyanın yarısını yitirmiş olacaksın, ama geride kalan o yarı, bin kez daha derin, daha değerli olacak. Hatta her şeyin sana benzer şekilde ikiye bölünüp parçalanmasını isteyeceksin, çünkü güzellik, bilgelik ve adalet parçalardan oluşan şeyde vardır.

*Yolculuk yapa yapa farklılıkların kaybolduğunu fark ediyor insan: her kent bütün öteki kentlere benziyor sonuçta, biçim, düzen ve uzaklıkları değiş tokuş ediyor aralarında yerler, 'biçim'siz, ince bir toz bulutu kaplıyor kıtaları.

*Keşke her şey böyle ikiye bölünebilse... Böylece herkes bön ve cahil bütünlüğünden kurtulabilse. Bir bütündüm ben ve her şey doğal, karmakarışık ve anlamsızdı gözümde; her şeyi gördüğümü sanıyordum, oysa gördüğüm bir kabuktu yalnızca.

*Eğer erkek ve kadınlar o kısacık düşlerini yaşamaya kalkışsalar her hayal bir kovalamaca, bir aldatmaca, bir anlaşmazlık, karşıtlık ve baskı hikâyesinin yaşanmaya başlayacağı bir insana dönüşür ve hayallerin atlıkarıncası duruverirdi.

*Bir kentte hayran kaldığın şey onun yedi ya da yetmiş yedi harikası değil, senin ona sorduğun bir soruya verdiğin yanıttır.

*Anlatıya yön veren şey ses değil, kulaktır.

*Bellek denen şey çok zengin: Sürekli yineler göstergeleri, yineler ki kent var olmaya başlasın.

*Başka yer, negatif bir aynadır. Yolcu sahip olduğu tenhayı tanır, sahip olmadığı ve olmayacağı kalabalığı keşfederek.

*Kentler vardır, yıllarla ve değişerek arzuları biçimlemeyi sürdürürler; kentler vardır, ya arzularca silinir ya da arzuları siler, yok ederler.

*Kentlerle ilişkimiz rüyalarla olduğu gibidir: hayal edilebilen her şey aynı zamanda düşlenebilir, oysa en beklenmedik rüyalar bile bir arzuyu, ya da arzunun tersi, bir korkuyu gizleyen resimli bir bilmecedir. Kentleri de rüyalar gibi arzular ve korkular kurar; söylediklerinin ana hattı gizli, kuralları saçma, verdiği umutlar aldatıcı, her şey başka bir şeyi gizliyor olsa da.

*İki yolu var acı çekmenin: Birincisi pekçok kişiye kolay gelir: cehennemi kabullenmek ve onu görmeyecek kadar onunla bütünleşmek. İkinci yol riskli: sürekli bir dikkat ve eğitim istiyor; cehennemin ortasında cehennem olmayan kim ve ne var, onu aramak ve bulduğunda tanımayı bilmek, onu yaşatmak, ona fırsat vermek.

KENTLER VE ANI 1 – DIOMIRA
“İnsan oradan yola çıkar, üç gün hep doğuya giderse, Diomira’da bulur kendisini.”
KARINA PUENTE ITALO CALVINO’NUN GÖRÜNMEZ KENTLER’İNİ İLLÜSTRE ETTİ

1 Nisan 2020 Çarşamba

Müsveddeler - Didem Madak

Özlem Ekici



“Tekirdir tekerlenir bir saranı bulunmaz”
diyen o adama....

1-
Anlatarak bitiriyorum hayatımı
Bilmiyorum başka nasıl bitirilir bir hayat
Bir çiçek çizdim bu akşam avcuma
İsmini her şey koydum.
Simli ojeler sürdüm yalnızlıktan sıkıldığımdan.
Müsveddesi gibi şimdi tırnaklarım
Yıldızlı bir gecenin.

Yıl 2000
Tekke ve zaviyeleri kapatıldı kalbimin
Tombul güvercinler dolaşırdı kiremit çatısında
Bulutlar akardı paçalarından, uğuldarlardı.
Kuşların şarkılarından anlarım.
Kimse hayra yormaz beni
Kuşbaz ve uçmaya meraklı, 
Ütüsüz giyerim karabasanlarımı
Sakarım, sık sık çarpar deviririm yazgımı
İçimdeki suyu döktükten sonra işte, ondan sonra
Şikayetim yok, rahatım.
Taşralı ve safım.
Yağmurda unutulmuş bir Tanrı’yla ahbabım
Balkonda asılı kalır günlerce gökkuşağım, 
Deterjan reklamına çıkacağız biz ikimiz Tanrı’yla
Ben böğürtlen lekeli çocuğu oynayacağım, 
O kirli beyaz gömleğim.
Ah bir de şu gömleğe, göynek diyecek kadar 
Cesur olaydım.

Teyzem öldü.
Kırkı yeni çıktı
En iyi hikayeleri ölüler anlatır
Ölülerin anlattığı hikayeler
İnşirah suresi gibi insanı ayartır

Kırmızı günleriyim ben takvimlerin
Okullar tatil oluyor ben söz konusu olduğumda
Şeker istemeye geliyor çocuklar.
Oyun oynuyoruz, 
Sağlam bir halatla çekiyorum acıyı kendime doğru.
Siyah iş günleri müdahale ediyor hayatıma
Mor bir köşe yastığı gibi isyankar oturmak istiyorum, 
Ben oysa divanın en ucunda.
Çorba pişirmek istiyorum, 
Sonra kalkıp ekmek kızartmak, 
Bıçağın ucuyla kazımak aşkı fazla kızardığında.
Söyleyin ateşe, 
Ruhunu üflemesin benden gayrısına.
Çiçek silindi bu sabah ellerimi yıkadığımda
“Ellerim bomboş...”
Kötü şiirlerden koru beni Tanrım
Amin!

2-
Bir şaşkınlık şarkısı olarak besteliyorum aşkı
Kaprisli notalar, huysuz sololarla
Bekçisi olmayan geceler denk geliyor bana, 
Çaresiz bekliyorum, 
Düdük çalıyorum, 
İki el ateş ediyorum havaya.
Gecenin bir yarısı oturup ağlıyorum bir çocuk parkında
Ulumak gibi ağlıyorum
Köpekler koşuyor sağımda solumda
Tanrım! 
Diyorum sadece
Başka bir şey diyemiyorum zaten o an.
İyi niyetli ve sevimli bir kızdan kalanlar
Sallanıyor durmadan boş salıncaklarda
“Üzgünüm” diyor, 
Bir mutluluk şiiri yazamam bu saatten sonra!

Yoksul çocuğuydun sen benim 23 Nisan sabahımın
Şiir okutmadım sana, folklor oynatmadım.
Yoksulluk diyorum, 
O an, 
Ucuz lafların çalılarına takılıyor şiirimin elbiseleri.
Sen tuz ol en iyisi sevgilim
Ben ekmekle duruma müdahale edeyim.
Bırak hazır soyunmuşken
Kuru öksürüğüne elma kabuğu ve tarçın tavsiye edeyim.
Tasfiye ettiler beni kediler aralarından
Yar olmaz bundan sonra sarmandan sana.
Beni tasfiye ve tavsiye arasındaki karışıklıkta
Müsait bir yerde bırak sevgilim.
Hem otuzumu geçtim azıcık
Gerisini ben yürürüm artık.
Çizgili olsun, buruşsun yüzü, 
Şiirlerim için yaşlanma etkilerini geciktirici krem kullanmayacağım.

Yokuş aşağı şarkımı söylerdim, sarhoş
“Kanatlarım vardır benim uçarım”
Koşup kaşe kabanından yakalardın uyduruk şarkılarımı
Ne çok ısıttın beni, 
Ne çok ısıttım seni, 
Buruştu ve kirlendi
23 Nisan’da takılan simli ve tül kanatlarım
Kurtulamadım, üstümde kaldı.
Ben sevgilim...
Bir çocuk bayramı gibi yaşamak isterdim her aşkı
Cezaya kaldım.
Bir mutluluk şiiri yazamamaktan dolayı
İmlamı iyice bozsam da farketmez artık.
Kime ne “de-da”ları ayırmasam? 
Noktalarda durmasam, 
Bir ünleme koşsam yalnızca, 
Sonu uçmak olan çığlığa.
Kime ne anlatarak bitirsem hayatımı? 
Ölümüme de bir şiir yamar nasıl olsa birileri artık.

3-
Bazı vakitler tren geçiyor evin yakınından
Yaşlanıyorum pencereden her bakışımda
Anna Karenina’yı taklit ediyor zaman, 
Atıyor kendini raylara.
Neden her aşk
Bir kadının cenazesini kaldırır mutlaka.

Sevdiğim adamlar çarpıyor camlarıma
Bir kelebek gibi kocaman, kara
Pervazlarımda kuruyorlar sonra
Begonya tozlanıyor, 
Unutmanın gözyaşları sanki bu tozlar.
Annemin temizlik günleri gibiyim
Yorgun, solgun ve beyaz.
Kardeşim ayağını sallıyor sevdiği şarkılarda
Birini çok sevmek gibiyim
Sütle siliyor tozlarımı kardeşim.
Kestane pişiririz diyoruz sobada
Hayallerimiz çatlıyor sonra, çıtırdıyor, kızarıyoruz.

Bu şiirden bir bölümü attım
Kilometrelerce uzağa
Tavşanlı pijamalarımla balkona çıkıp el salladım ardından
Havaya uçuracaktı şiirimi az daha, 
Attım.
Lokum getirmişti ve kitap, 
Ben ruhunu getirsin istemiştim oysa.
Onu da tam buradan attım.
Ben ne de olsa yakıp yıkanlar listesinde
Ölü yada diri arananlardanım.

Bir Doğuş şarkısı söyletiyorum bazen hayatıma: 
“Aramızda uçurumlar söz konusuyken”
Uçurumlarda tenzilat varken hazır
Uçalım, hadi uçalım
Ben nasıl olsa
Bu müsveddelerin ortasında yalnızım.

Didem Madak


Özlem Ekici, Personal Blogger Templates | Blog aa

Levla'nın Not Defteri - Kişisel Blog | Bütün Hakları Saklıdır | Copyright © | 2016 - 2023