Yazılarım E-postana gelsin.

Yaz E-Postanı!

20 Aralık 2022 Salı

Ataletim Tavan, Beni Üzmeyin Lan

Özlem Ekici


    
Bilindiği üzere kış depresyonuma girmiş bulunuyorum. İçimde anonim hasret rüzgarları ve konusuz mutsuzluklar baş gösteriyor. Bugün yine bir "Neden uyandım ya ben?" sabahına gözümü açtım. Ardından tüm miskinliğimi yorganıma sarılarak sevdim, kabullenmem kolay olunca hemen gözlerimi açtım. Böyle yatarak daha fazla gün geçiremem diyerek kahve için mutfağa yol aldım. Sigarasız günler geçiriyorum ve inanın bu oldukça kolay geçmiyor, kahve suyum fokurdaya dursun ben bir çift laf edeyim diyerek aynaya koştum. Baktım, uzunca süzdüm. Burnumun altındaki benin üzerinde gezen parmaklarıma baktım. Yanaklarımda beliren gülme çizgilerine dokundum. Yorgun ve kırmızı gözlerimin ardına bakarcasına inceledim kirpiklerimi. Hayat çok garip!

    Belki uzun bir uykuya ihtiyacım var. Belki de bu uykular beni yoruyor bu kadar. Bilmediğim hüzünler sarıyor etrafımı, sebepsiz gülücükler saçamıyorum artık. Bir şeyler oluyor, bir şeyler devam ediyor, bir şeyler bitiyor ancak ben izleyici koltuğumdan kalkıp da bunlara katılamıyorum. Bazen uyanmak istemiyorum, bazen de daha fazla uykuya katlanamıyorum. Bu böyle miskin bir yazı olmamalı dedikçe daha da miskinliğe elverir hale geliyor cümlelerim. 

    Birkaç kez kuş sesi duydum odamdan, oysa çevremde kuş sesi gelebilecek bir yer yok. Fazlaca kenarda kıyıda kalan bir odam var. İnsanın kulağına kuş cıvıltıları gelirken uykuya kapılması bir hayli zor oluyor, belki de bu yüzden kalkayım diye duymuş gibi oldum. Bir kuş sesine bağlı kalan miskinliğim daha da zorlayıcı hale gelirken toparlanıp çıkıyorum evden. Sokaktayım, hava serin bir kış sabahı, ayazı mı deniyordu yoksa. Kulaklığıma gidiyor ellerim, bir piyano solosunda takılı kalmışım. Tekrar aynı yerden devam etsin istediğimden hiç değiştirmeden başlatıyorum. Kışa ne de çok yakışıyor bu tonlar, bu notalar. Dans edesim geliyor, hüzünle açayım kollarımı, miskinliğimle döneyim etrafımda. Başımı serzenişime eş eğsem de uzaklardan bakışlarımı alamıyorum. 

    Umut etmek çok garip geliyor şimdi, otobüste sallanarak giderken nereden geliyor bu düşünceler böyle hoyratça. Bir sabaha daha uyanacağım ve her şey bugünden farklı olacak diyebilmek için umut ediyorum. Günlerim birbiri ardına dizilen boncuk taneleri gibi, fakat hepsi aynı renk ve şekilde. Aralarına şöyle minik birkaç süs taksam en güzel gerdanlık benimki olacak ama nerdeeee!

    Uzun süren yolculuğumu Kızılay'ın kalabalıklığına bırakıyorum. Biraz insanları izlemek için kenara geçiyorum. Saatin kaç olduğundan habersiz, oradan oraya koşuşturan insanların telaşına tezat ben olduğum yerde duruyorum. Ben neden bu kadar durgunum? Neden bu kadar acelesizim? Bazı günler rolüm gereği acelem varmış gibi yapıyorum. Yine de bu kadar sakin görünmekten kaçamıyorum. 

    Okula süren bir yolculuktayım. İnsanlar sabah mahmurluğunu atmaya çalışırken ben çoktan gözlerimi kapadım, müziğe kendimi bıraktım. Gelecek durakları umursamıyorum veya gelmeyecek duraklarda bekleşen insanların umutlarını. Bazen sadece beklemek için beklerim. Kimsesiz beklentilerde en çok kendimi bulurum, demek ki asıl beklediğim benim. Bilmiyorum, bu ataletime kış mı sebep oluyor yoksa Ankara'nın gri havası mı? Gittikçe alışıyorum bu durgunluğa, bu soğuk duruşa. Sessizce dans ediyorum zihnimde, ufak bir tebessüm düşüyor yüzümden, sınıfa giren ben değilmişim gibi geçip oturuyorum. 



2 Aralık 2022 Cuma

Bi'şeyler #3: Adsız Duygular Ediniyorum

Özlem Ekici


    Duygularınızı nasıl anlatırsınız? Ben sanırım en çok bunu yazarak yapıyorum. Çağlar boyu da bunu yapmışlar deyip kendimi haklı çıkarmaya çalışıyorum. Adlandırmaktan korktuğum duygular içindeyim. Yaşamadığınız hislerin ne olduğunu bulmak en zoru kanımca, o yüzden olsa gerek adlandırmaktan geri duruyorum. Bir şeye ad vermek, onu sahiplenmek, kabullenmektir demişti Sema Kaygusuz. Ad vermediğim sürece yabancılar bana, bilinmiyorlar, bilmek istediğimden de emin değilim. 

    Mutluluk anlarda saklıdır, demişler ya kim dedi hatırlamıyorum falan ama kesinlikle haklı. Daha az mutsuz olmaya çalışmak da mottom olmasına rağmen bu bilinmeyen duygularla mutlu mu olmalıyım, mutsuz mu olmalıyım daha kesin bir karar verebilmiş değilim. 

    Yerimde olsa ne yapacağını düşündüğüm yazarlar var, Kafka mesela. Bilmediği bir duyguya karşı tepkisi ne olurdu? Bilmek için çırpınır mıydı yoksa varlığını kabul edip adlandırmadan yaşamanın tadını mı çıkarırdı. 

    Adsız duygular dedim ama hani tahminlerim yok değil, az çok bir şeyler tahmin ediyorum işte bu olabilir, şu olabilir, Aa belki de budur falan. Bilmek istediğimden emin olsam adını koyup kabulleneceğim, lakin metinsiz-adsız hisler diye kalmasını istiyorum. Bilinmemezlik belki de tadını çıkarmamda daha iyi bir aracıdır. 

Şiir yazmaya dönüyorum, sevgili okuyucu. Eskisi gibi şiirlere dalacağım, kitaplarıma sığınacağım. Adını bilmediğim duygularla yaşamanın tadını çıkaracağım. Belki cesaret ederim de adlarını koyup sahiplenmek isterim bu duyguları, ama şimdilik yaşayalım sadece. 

    Kimi insanlar, kimi izler bırakır hayatımızda. Kimileri de bir yolcu misali anlık da olsa dokunur yaşamlarımıza. Hisler her zaman dışa vurulduğu gibi değildir mesela, en saklı hislerimizi gözlerimiz ele verir. Bakma gözlerimin içine, ben utanırım. Gülmek bazen gizleme sanatlarımızdan biridir, ama belki de en saf duygunun dışa vurumudur. Bu kadar belkiler, amalar arasında bazı hisler var işte, adını koyamadığım ama bir parçam gibi hissettiğim. Onlarsız nasıl yaşadım ben şimdiye kadar diyebileceğim hisler bunlar. Tadını çıkarmalı bazı anların, duyguların. Mutluluğu yakalamışken uzatmalı o anı, mutsuzluklara daha az zaman bırakmalı. 


Hangi Parçama Hangi Eşsin?

Özlem Ekici



Karanlıktım, koyuluğunda kaybolduğum

sığ bir deniz uzanıyordu içimde

Solan çiçeklerimin üzerinde bir kül

Savrukluğu tüm cihana dair

Bir gece bir kıvılcım düştü göğüme

O parıltıya koştum önce

Parıltı büyüdü, aydınlattı tüm göğü

Bir çiçek tomurcuklandı dalımda, sen gelince

Sonra bir ormana umut oldun gönlümde

Duvarlarımda sarmaşıklar, çiçekler rengarenk

Bir ses titretiyor dalları inceden, 

aşkın en berrak tonu bu göldeki


kimse bakmadı sen gibi bana

kimse uzanmadı ellerime, yaralarıma

parmak uçların kırmaktan korkarcasına tenimde beliren minik kıvılcımlar gibi

bir koku duydum, boynunun en saklı köşesinde

göğsünün inip kalkışlarına ilmekledim nefesimi

bir güvercinin göğsünde geldim kondum sana

kollarının arasına yerim dedim, sığındım

güldüğünde oluşan çukurlara bıraktım gülüşlerimi

sevdim, belki de tek yapabildiğim buydu


bazen kayıp parçalarını ararmış insanlar

ben aramazdım, bu kadar parçama hangi eş

Nereden, nasıl olsun da gelip yerleşsin tam ortasına

Olabilirmiş, rüya değilmiş bu masallarda anlatılan

İnsan şaşar kalırmış öylece

Solan çiçekleri döker, yeni tomurcuklar ekermiş

Kopan dallar yeni sürgünler verirmiş

En sığ denizler dağılır, kurulurmuş yemyeşil ormanlar

İçi titrermiş bir çift dudaktan çıkan bir sedaya

Yürekten yüreğe usul usul çizilirmiş o yol

Bir çift el en güçlü yapabilirmiş seni

O içine düşüp durduğun kuyuyu kapatıp en mavi resmi çizermişsin oraya

En çok da severmiş bir insan, böylesine, delicesine

İlmeklediğim nefesimi tuttuğum yerden dokudum hayallerimi

Kokun, nefes, eller ve bir parça yürek sızım

Hepsi de eksik parçaları ruhumun

Tam orta yerinde, yerlerinde.


19 Kasım 2022 Cumartesi

Bi'şeyler #2: Evrensel Tabu

Özlem Ekici

    Merhabalar, geçtiğimiz hafta sonunda gittiğimiz bir sergiden sonra nedense bu konuda konuşmak istediğimi fark ettim. Tabu adında Çankaya Belediyesi bünyesinde Serdar Yörük'ün küratörlüğünde bir sergide düştüm bu fikirler havuzuna. Tabu, insan davranışlarının belli alanları ya da belli normlarla ilişkili olarak kutsal veya dokunulmaz olarak tanımlanmış oldukça güçlü sosyal yasaklara denir. Ben demedim, Vikinin yalancısıyım. :) Bazı tabular geçici, belli dönemler içinken bazıları süreklidir. Bazı kozmik ya da kutsal sayılan bölgeler, kimsenin yaklaşmaya cesaret edemediği yerler, bazı mezarlar gibidir. Toplumsal olarak tabuları olan bir milletiz, tabuların bu kadar geçmişimizden beri var olagelmesi benim hep ilgimi çekmiştir. 

Vikide de gördüğüm bir paragrafı aktarmak ve bunun üzerine düşünmenizi istiyorum. 

Evrensel bir tabu yoktur ancak tabu mekanizması her zaman aynıdır. Bazı nesneler, kişiler ya da bölgeler tamamen farklı bir ontolojik sisteme dahil olurlar ve bunlara dokunmak ontolojik düzlemde ölümcül sonuçlar doğuracak bir kırılmaya neden olur.

    Okuduktan sonra "Nasıl ya? Evrensel bir tabu yok mu cidden?" dediğimi duydunuz herhalde. Sergide de bu dikkatimi çekmişti. Evet toplum gereği birçok tabumuz var, birçok toplumda birçok ortak tabular var, kişisel olarak da insanların tabuları olabilir. Peki evrensel bir tabudan neden söz edemiyoruz? 

    Bazı tabu örnekleri kaygı ve uzaklaşma yaratan, tuhaf, uğursuz, gizemli olanların normal olanlardan ayrılarak tabu haline getirildiğini gösteriyor. Küçüklüğümden hatırladığım bir anı canlanıyor zihnimde, inanması güç ama çevresinden dolaşmak şöyle dursun gözlerimizi dikip bakmanın bile uğursuzluk getireceği atfedilen bir mezar vardı. Çok garipserdim, bakmak istediğimde gözlerimi kapatan elleriyle annemin bana kızması hala hatırımdadır. Bu mezara, kişiye ya da davranışlara bir aşağılanma değil elbette, tersine bir değer atfediliyor.

    Kutsal yasaklar, Türk halk kültüründe "Koruğ" sözcüğü ile karşılanıyormuş. Bu kelime "Kor" sözcüğünden türemiş ve korumak fiilinden gelmektedir. Türk halk inancında, Şamanizmde ve mitolojide sık sık rastlanan bu yasaklara Koru veya Korı da denir. Yapılması, dokunulması, gidilmesi, söylenmesi dinsel veya metafizik içerikli bir sonuca bağlanmış olan yasaklardır. 

    Size biraz da sergiden bahsetmek isterim. Sergide elbette aklımıza ilk gelen tabu örneklerini haliyle bulabildik. Çıplaklık, esaret, zıtlıklar vb. durumlar için yapılan eserler bir hayli güzeldi. Beklendiği şekilde kuş motifleri ve bağlanmışlık (bağnazlık) durumlarına örnek eserler de fazlacaydı. Bir de böyle beni çok etkileyen şaşırtan eserler vardı ki size onları tabi ki göstereceğim. 


"Aile Putsaldır" adlı bu çalışma sergide en çok etkilendiğim eserdi sanırım. Bir aile içinde bile tabulardan söz edebiliyoruz. İnsanın olduğu her yerde tabu var demek geliyor içimden. 


Peki ya zıtlıklar? Görünen veya görünmeyenin arkasında gizlenenler? Tabuların kendi aralarındaki ilişkilere dair uzun çalışmalar yapılmıştı, bu konuda ünlü çalışmalar da var. Freud okumadıysanız bile tabuların bilinçaltı ile ilişkisi için yaptığı çalışmaları duymuşsunuzdur. Freud tabuların bilimsel bir analizini yapmış ve bu tür yasaklara karşı güçlü bilinçaltı güdülerle hareket edildiğini ortaya çıkarmıştır.

Tabular bizim gelecek nesillere bıraktığımız birer miras olabilir mi? Geçmişten günümüze birçok tabu yaşadığımız müddetçe bize eşlik ediyor. Mirasımızı düşündüğümüzde tabuların da içinde olması beni biraz ürkütüyor. Her tabu kötü anlamda olmak zorunda değil elbette. Lakin bir fikri dayatmak gibi değil mi, tabuyu aktarmak da?

    Anne karnındayken başlıyor bazı tabularımız. Biz daha doğmadan karşılaşılan tabuları düşündünüz mü? Doğumunuzla birlikte karşı karşıya kalınan tabuları? İnsan yaşamının başlangıcını ifade eden ve ilk geçiş dönemi olan doğuma, kutsallık atfeden pek çok inanış ve pratik bulunmaktadır.  Bu inanış ve pratikleri şekillendiren en önemli unsurlar toplumun kültürel, sosyal, tarihî, dinî birikimleri ve değer yargılarıdır. Bu değer yargıları doğrultusunda doğumla ilgili bazı inanışlar ve pratikler tabulaşırken bazıları da devam ettirilmesi için desteklenmektedir. Doğum bu şekilde korunup gelecek nesillere sağlıklı bir şekilde aktarılabilmektedir.
    Türk kültüründe ise doğum tabuları yalnızca hamilelikle başlamıyor. Toplum içinde kadın henüz bir çocukken bile çocuğu olmayabileceği hatırlatılarak sıklıkla ayağını sıcak tutması, soğuk yerlere basmaması konusunda uyarılır. Bu durum bile doğuma ne kadar değer verildiği ve bununla ilgili tabuların henüz kişinin çocukluk döneminde ortaya çıktığını gösteriyor.


    Tabu deriz de kadınlara değinmeden olur mu? Kaç yaşından başlıyoruz bu tabularla yaşamaya? Markette erkek kasiyerlerle "ıhhı ıhı ıhı ped aldım ama napim lazım" bakışmalarımızı kim yapmadı ki? 


    Peki ya anılarımız tabu olabilir mi? Yaşadıklarımızın bir süre sonra bizim saklı topraklarımız olduğu durumlar elbette var. Bir daha yaşamamak adına çizilen sınırlar da tabu olabiliyor. Geçmiş geleceğimize tabu olarak devam edebiliyor. 

    Taassup yani bağnazlık nedir? Bir düşünceye, bir inanışa aşırı ölçüde bağlanıp ondan başkasını düşünememe durumu denebilir, bir nevi fanatiklik de denebilir. Ölümüne savunanlar, kesin inançlılar da bu gruba dahildir. Kesin İnançlılar deyip Eric Hoffer'a da selam çaktığımıza göre artık devam edebiliriz. 

"Mecruh" adlı bu çalışma da diğer en sevdiğim eserdi sanırım. Kelime anlamı "yaralanmış" olması ve parçalar içinde ufak notlar halinde aksettirilmesi beni en çok etkileyen kısımdı. 


    Sergide beğendiğim ve etkilerini size yansıtmaya çalıştığım eserler bunlardı ama sergi sonunda aklımda tek bir soru vardı. "Evrensel bir tabudan neden söz edemiyoruz?" Evrensel tabu yoktur tezine ilk verdiğim karşıtlık "Ensest"di. Sergide de buna bir atıf göremedim ve kesinlikle bu koca sorudan daha büyük bir merak bıraktı ardında, "Acaba ensest konusu sanatta nasıl karşımıza çıkıyor?" Tabi ki hemen araştıran parmak uçlarıma güvenerek girdiğim bu yolda birkaç görsel sanat eserinden başka örnek bulamadım. Belki de benim beceriksizliğimdir diyerek İngilizce aramalara, literatür taramalarına da giriştim. Tatmin olmamış olacağım ki hala buraya yazıyorum, biri beni aydınlatsın! Kafamda kurmaya devam ettiğimde "Acaba bu öyle bir TABU ki sanatta da resimde de yazında da kendinden bahsedilmeyecek kadar uç bir örnek mi" diye de sormadan edemedim. Tabi bulamadığım görsel eserler ve yazılı basın öyle ki beni buna itiyor. 

    Görsel sanatlarda aradığımda tabi ki Kral Oidipus Mitine ve Lut Kavmine ilişkin görseller bulmak mümkün. Ama nedense bu ikisi dışında çok ama çok az çalışma var olacak ki ben onlara bu internet çağında hala ulaşamıyorum. Ben tatmin olacak yanıtlar alamadım, yeni dillerde aramaların gücüne inanıp devam ediyorum lakin şimdilik tünelin ucunda ışık görünmüyor. 


Sizde de soru işaretleri yaktığımı düşünüyorum, fikirlerinizi merakla bekliyorum. 


22 Ekim 2022 Cumartesi

Bi'şeyler #1 : İlk Yazı, İlk Tura

Özlem Ekici

 Uzun bir süredir yazmayınca eksik hissettiğimi anlamam üzerine ve son girişimim olan podcastlere devam edemiyor oluşumdan buraya artık daha gündelik yazılar girmeyi uygun buldum. Podcastlere devam edemiyorum çünkü kısıtlı bir internet erişimim var ve bu durumda yayını hazırlamak şöyle dursun yükleyemiyorum bile. 

Okul son zamanlarda fazlaca vaktimi alıyor lakin bu yoğunluk iyi, bu yoğunluk bana çok iyi geliyor. Kitap okumaya pek vaktim kalmasa da ağır ağır birkaç kitabı sıraya alıp başlıyorum. Günün çoğunu okulda geçirmek insanı bir süre sonra yoruyor ama neden bunu çekilebilir hale getirmeyeyim ki? 

Spora verdiğim ara sebebiyle de biraz mental olarak depresif olsam da hayatın güzel yönlerine odaklanmaya çalışıyorum. Aktif bir iş yaratma konusunda üstüme tanımadığımdan yeni bir proje seçip onu geliştirmeye çalışacağım sanırım. Gelsin matrix kodları, aksın yeşil yeşil :)

Fotoğraf çekilecek havalardayız, Ankara'da sonbahar pek güzel. Bir boş anım olsa da kampüsü turlasam dediğim halde bir türlü o vakti bulamıyorum. 

Evde ilkel çağlardan esintilerle yaşıyorum, internet minimum düzeyde, telefon ve televizyon da aynı şekilde derken çalışmak ve üretmek için daha iyi bir fırsat bulunmazdı herhalde :)

Bu ilk yazı, ilk tura derken aslında bu sıralar olasılık teorisine takılmış durumdayım. Programlama dersim sayesinde olasılık teorisi ve uygulamalarına ayrıca ilgi duymaya başladım. Gelecek günlerde bu konuda yazmayı planlıyorum. Kitap hakkında bir inceleme veya bir fizikpedia yazısı gelebilir belki, kim bilir :) Hazır nobel fizik ödülü falan da verilmişken kısa bir giriş konuşması hazırlayabilirim sanırım.



21 Eylül 2022 Çarşamba

Podcast #1: Mitoloji ve Edebiyat

Özlem Ekici

 


Merhaba, dün bir karar alıp podcast yayınlamaya karar verdim. Yanıma çok değer verdiğim arkadaşım Emre Bozkuş'u alıp "Mitoloji ve Edebiyat" hakkında konuştuk. 

Spotify için tık tık

Umarım dinlerken zevk alırsınız. 




8 Eylül 2022 Perşembe

Yüzünde Bir Yere Sığsam

Özlem Ekici

 Bir incir masalı bizimkisi, yüzünde bir yere konma misali, anlatıp duruyoruz Hızır ile İlyas'ı, Eliha'nın diktiği bir incir dalıyken Bese'nin gelmeyen İlyas'ı oluyoruz. 

 Sema Kaygusuz bize mitlerle efsanelerle bezenmiş bir kısa roman sunuyor, edebi sanatlar ve kurmacalar birbiriyle o kadar ahenkli ki okuduğumuzun tadı damağımızda kalırken sonuna geliyoruz. Yaşanan acılar, kimsesizlikler, yalnızlıklar, geçmiş ve şimdiyle aralarında duran bir salıncak misali aktarılıyor. 

"İncire ve zeytine andolsun ki" diye başlıyor Kuran'daki Tin süresi; "biz insanı en güzel biçimde yaratık". Yaradan'ın yarattıklarının adıyla yemin etmiş olması muhteşem bir dil eğretilemesi...

Kurmaca olarak bakıldığında geçmiş ve şimdi arasında sınırların tam belirlenmediği kısa bölümler halinde bir sarmal karşılıyor bizi. Mitsel ve tarihsel öğelerin yanında bir incir metaforu var ki tekrar tekrar okumak isteyebileceğimiz cinsten. Dil olarak bakarsak ağır ağır okumaya müsait olmasının yanı sıra şiir gibi gelen bir üslupla seslenmiş yazarımız, oldukça basit bir dil fakat bir o kadar da yoğun bir anlatım diyebilirim. Anlatıcı olarak biri seçilmiş ve onun ağzından dinliyoruz her şeyi, muhatap aldığı kişiye seslenmeleri ve anlatıları ile ilerliyoruz. Bu bize farklı bir tat veriyor, onunla hararetlenip onunla seviyoruz. 

Zamansal bir bütünden çok uzak olması okurken biraz zorlu bir yolculuk sağlıyor, fakat kitabın bir kurgusal omurgası olmaması zaten bu kitabı bize bu kadar eşsiz kılıyor. Zaman belirsiz ve karmaşık, dil öylesine şiirsel ve sanatsal ki okurken bir masal dinliyoruz edasına kapılıyoruz. 

Ben özellikle "incir" metaforu ve "Hızır" kavramına değinmek istiyorum. İncire neden incir dendiği, ve  incir ile neler anlatılmaya çalışıldığı kitabın bence bel kemiği olan bir olgu diyebilirim. İnciri de mitsel ve tarihsel anlamda ele alıyoruz, "inciri hiç böyle okumamıştınız" diyebileceğim bir anlatı sunuluyor. Kültürümüzdeki Hızır kavramından da bahsediyor. Hepimiz duymuşuzdur, "Hızır gibi yetişti" denir, çeşitli efsanelerde ve anlatılarda ismi bolca anılır. İşte bu Hızır kavramını da romanına ekliyor ki zamansızlık daha bir vurucu hale geliyor. Böylece zamanın insanlar üzerindeki etkilerini daha iyi anlamamıza, zamansızlığın ve zamanın o vurucu ürpertisine tanık oluyoruz. İki farklı zaman arasında yaşanılan deneyimlerin ve olayların insanlar için ne kadar etkili olduğunu resmediyor. 

Yüzünde Bir Yer'i Elazığ'da okumaya başlıyoruz. Elbruz dağlarının eteğine kadar varıyoruz, oradan Salem'e. Bir ara Dersim' e gidiyoruz, burada yaşıyor ve dinleniyoruz bir müddet. Ardından bir Hıdrellez'de ateşin üstünden atlarken başparmağında kemik olmayan birisiyle dans ediyoruz. Bazen Bese oluyoruz bazen de Eliha. Eliha gibi incire düşkün ve sevdalı oluyoruz, Bese gibi İlyas'ımızı bekliyoruz. Hızır'ı, Zükarneyn'i tanıyoruz. Sevdiğimiz şeylere bir isim veriyoruz, bizim oluyorlar, inciri tadıyoruz, hiç böyle sevmemiştik birini. İstanbul'a uzanıyor bir anda kelimelerimiz, bitmesine çok yakın öykümüz. 

Sema Kaygusuz ile ilk kez tanıştım ve edebi doyuma vardığım bir roman ile kalemini tattım. Genel olarak mitsel ve de zamansızlığın bu derece işlenmiş halini sevdim, hiç duymadığım öyküler dinledim, bazen Bese oldum bazen gözü olmak isteyen ona. Masalsı bir üslup bana kalırsa ama kendini sevdiriyor ve okutuyor. Sindire sindire okunmalı ve içine girmek için Hızır üzerine bir ufak araştırma yapmak da fena olmaz sanırım. Yüzünüzde bir yere sığınıyor bu roman ve siz istemeden parçanız oluyor. İmgelerle dolu bir yolculuğa hazırlanın, bu oldukça güzel olacak. 

Seni doğuran anne, seni düşleyen baba henüz dünyada yokken, atalarının çizdiği kederli bir sima, tenden tene geçen yakıcı bir ağıtın son defteri olmuşsun. (s.11)

Bütün varlıkların aynı yıldız tozuyla mayalandığı bilgisi bundan böyle hükümsüz bir teselliydi onun için. Meğer sağ kalmak yeni bir tutum devşirmekti hayattan. Yeni bir gam, yeni bir ahlakla yeniden dirilen Bese bu kez başka bir yarayla doğuyordu. (s.15)

Hayat şeylere yüklediğin anlamlarla sınırlıdır ne de olsa. (s.16)

Bir şeye ad vermek onu kendine alışmaya zorlamaktır. Yeryüzündeki bütün kinsiz, gurursuz, yalın ve dingin canlıyı evcilleştirmenin ilk adımıydı bu. (s.17)

"Hisler düşünceyi tetiklemediğinde hissedilmiş olanı hissetmekten başka elden bir şey gelmiyor. Yarın ölü uyanmayacak olsan da, ertesi gün, daha ertesi gün, şu anki hissinin yarattığı yıkıcı yavanlığa alışarak yeniden ölgünleşeceksin. Tam da böyle bir ihtimal varken güzel gözlüm, şu anki varlığının cesedi olmaya birkaç gün kala yalvarıyorum ağla. Hisler düşünceyi tetiklemediğinde hissedilmiş olanı hissetmekten başka elden bir şey gelmiyor. Yarın ölü uyanmayacak olsan da, ertesi gün, daha ertesi gün, şu anki hissinin yarattığı yıkıcı yavanlığa alışarak yeniden ölgünleşeceksin. Tam da böyle bir ihtimal varken güzel gözlüm, şu anki varlığının cesedi olmaya birkaç gün kala yalvarıyorum ağla." (s.22)

Halbuki bir alacakaranlık sanatıdır senin yaptığın. Fotoğraf zamanını nostaljik bir devir olarak şakkadanak ortaya koymanın çok ötesinde, çerçeveye sızan boşluğu sezdirerek o dokunaklı eksiği vurgulamak. Hiç olmazsa bundan böyle boşluğu ver bana, her çerçevede kendine yer bulan o ezeli boşluğu ver. Varlığını varoluşa azmettirecek olan, hislerin değil boşluğundur çünkü. (s.22)

İnsanın olmadığı haliyle kusursuzluğa özendiği bu viran çağdan, olduğu haliyle kusursuzluğa eriştiği olası bir çağa sıçrayalım seninle. (s.23)

Madem yerimizde duramıyoruz, bir sesli bir sessiz iki harf gibi yan yana, dokunaklı bir çığlığın hecesi olalım ikimiz. (s.23)

Şu benlik dediğin muamma ne el hüneriyle yapılan nesnelerde tamamlanıyor ne de zihinsel yaratılarda. Eksik daima eksik. (s.27)

Onun meşrebinde sevmek her süreci yapıtlaştıran bir yoğunlaşma haliydi. Bir varlığı aşkla sevmenin törenine kendini bulaştırmadan katılıyor, saçlarını okşarken ruhunu da okşuyordu. Sevilirsen her ne olursa olsun sırtının yere gelmeyeceğini doğaçtan biliyordu. (s.35)

Geçtiğin bütün patikaların sensizliğini, parmak uçlarında dallarına dokunuverdiğin defnenin sallantısını, şöyle bir göz ucuyla bakıverdiğin süs havuzundaki yosunların hücre hücre ilerleyişini gördükçe ölüp ölüp dirilmişliğim vardır benim. (s.43)

Ta o zamandan beri vasat düşüncenin müptezelliğini açığa vuran göz kamaştırıcı bir ışıktı, yalınlık. (s.56)

Gönül dediğin bir dipsiz hazne, akılla kavramaya yeltendiginde bitimsiz anaforuna kapılıp dengeni yitiriverdiğin bir karanlık yer. (s.56)

Gözünü seveyim bırak bu çoğulluk çabasını, hiç sırası değil. Şu an yalnızca sen ve ben varız. Beni seninle, seni benimle ölçen bir acının kurbanıyız ikimiz. (s.59)

Sanmak ne harikulade bir şey. Bir şeyin olma veya olmama olasılığını aynı anda benimseyip olabileceğine daha çok inanmak ne tılsımlı bir düşünüş. (s.60)

Sömürünün böylesi derinleştiği bir çağda hayvanla insan arasındaki ortak zihin üstüne düşünmek, küçük burjuvanın yararsız felsefe üretme özentisinden başka bir şey değildi. (s.60)

Ama hayatla aralarındaki uzaklık öyle aşılmaz ki şimdi, ruhları geride kalmış bedenleriyle yokluğa bürünmüşler. (s.63)

Elinde fotoğraf makinesi, nereye gidersen git bu gülüşü asla yakalayamayacağını henüz bilmiyorsun. (s.78)

İnsanın insana neler edebileceğini anlatırken trajedinin en kaba ve ham görüntüsünü sakınmaksızın kesip çıkarıyordu zamandan. (s.80)

Kahramanlığı öven bütün tabletlere yazılıyor kötülüğün yordamı.Kahramanlığı öven bütün tabletlere yazılıyor kötülüğün yordamı. (s.82)

Sanmak ne harikulade bir şey. Bir şeyin olma veya olmama olasılığını aynı anda benimseyip olabileceğine daha çok inanmak ne tılsımlı bir düşünüş. (s.90)

Onunkisi kelam değil, kuyruklu bir harf yalnızlığı. (s.103)

"Yüzünde bir yer açılmıştı, kendimi sığdırabileceğim." (s.108)

Ateşle tütsülenirken dört dilek diledim Hızır'a. Yak beni, dedim, küllerimle tanınmaz olayım. Beni anlamamaya alıştır, illaki bileceğim diye çırpınmayayım. Hamlıktan arındır beni ,kavrula saflaşayım. Başkasının imanıyla sofu olmayayım. (s.108)

"Fantezi tehlikeli bir oyun. Hayal kurduğunda ne denli şiirselsen, fantezilere kapıldığında o denli yavanlaşıyorsun."  (s.114)

“Gitmek diye bir şey yok…Sadece çağrılmak var."
(...)
"Kimse gitmez durduk yere, biri çağırmasa, çağrılmış olmasa  bir yerden, kimse yerinden kımıldamaz.” (s.117)

Değil mi ki duran kendinde duruyorsa öylece, giden de kendine yürüyor yollarını. (s.118)

Hayal kurmak kalbe yapılan bir muamele sadece. Şimdiki zamanı yerli yerine oturtan insanca bir tahammül biçimi. (s.126)

Rica, şeytanın eliyle istemektir bir şeyi.Şeytan önce akıl verir,sonra rica eder. (s.136)

Bir dil arıyordun kendine. Kimseden emanet alınmamış, kimseninkine öykünülmemiş bir incir lisanı… (s.151)



Özlem Ekici, Personal Blogger Templates | Blog aa

Levla'nın Not Defteri - Kişisel Blog | Bütün Hakları Saklıdır | Copyright © | 2016 - 2023