Yazılarım E-postana gelsin.

Yaz E-Postanı!
Oyuncağımı Benden Almayın!
Toprağını kaybetmiş bir dünya, yeşilliği solup gitmiş bir orman, yıldızları sönmüş bir gökyüzü... Tüm bunların bir farkı var mıydı oyuncağını kaybetmiş bir çocuktan? Ve 'mutluyum' dedim geceye. 'Ben mutluyum. Bu sefer mutluluğumu benden alamazsın.'
1 Ocak 2017
ÖZGÜRÜZ(?)
"Ben özgürüm!" diyebiliyor musunuz? Özgür değilsiniz. Sadece zincirleriniz uzun.
2 ARALIK 2016
Ağzı Çiçekli Adam
Bana bir iyilik yapın: Yarın sabah erkenden gideceğiniz o küçük köyün istasyonunda trenden indikten sonra evinize kadar yürüyün.
29 KASIM 2016
Dönüp Dönüp Başa Sarmanın Dayanılmaz Ataleti
Çok güzel metinler okudum sanat, edebiyat adına. Çok güzel müzikler dinleyip, çok güzel resimler izledim uzun uzun. İnsanın ürettiği her şeyin önemli olduğuna her zaman inanmaya devam ettim.
20 Aralık 2016

26 Aralık 2023 Salı

Acı Bir Parantez

Özlem Ekici

Annem, tüm kadınlığıyla karşımdaydı;
Bense her yaşta aykırı olmayı seçtim
Ancak söz vermeyi bilmeyen bir Tanrı'ya inanabilirim,
Karanlık taraftayım ve bunu hiç sorun etmiyorum
Gittikçe deliriyorum, iyileştim sanıyordum;
Ürkütücü bir varoluştan sonra bu ne tür bir yıkım?

Ne zaman yatağımda bir saç teli görsem, annem geldi sanıyorum;
Ölmek temizliktir. Önceleri korkardım ama artık alıştım,
Sana inanmadan önceki Tanrım hala babamdır.

Ancak kendi bileklerini kesen bir Tanrı olabilirdim,
Sense insanları başka kutsal kitaplara teşvik ederdin
Ve bu, adil bir paylaşım olabilirdi
İnsanın yaradılışına kırgınlığı nasıl iyileşir?

Sevgilim,
Seni öperken kendime sığındığımı fark ediyorum
Gözlerimde mavi bir ışık vardı. İşte ben onu kaybettim.
Seni sevmek için geçerli bir neden aramıyorum,
İnsan yarasını saranı sever. Tüm dinler böyle doğmuştur.
Ama biliyorsun tek omzum, tek göğsüm var benim;
Hiçbir adamı tekrar doğuramam.

Tehlikeli şiirler yazıp gazetelere çıkmak istiyorum,
Ama Türkçe‘ye küsecek kadar yorgunum.
İnsan, kendini duymayan bir bedeni nereye kadar taşıyabilir?
Herkesi görmekten renklerime öyle uzağım ki,
Bundan böyle ne işe yarar ellerim...

Bir adam gördüm.
Sağ eli kalem tutmuyor, saklamaya çalışıyordu.
Benim de sağ kolum felç oldu.
Ne diyeyim, güzel şiirdi.

Var oluşumla ilgili öyle çok şiir yazdım ki, kimse bana inanmaz oldu
Tam da bu yaşıma acı bir parantez açıyorum;
İsmimi unutup milyon kere ölmüşüm ben.
Tüm çocukların ellerinden tutar kadınlığım,
Ama her yolun sonu olacağına inanmasın hiç kimse.

Anlamlı bir cümle kurup sadece ölümü beklemek istiyorum
Seni yazamam, şiir zannederler;
Ancak anlatabilirim, yazmasını hatırlamıyorum.
Beni duyman lazım, bağıramam;
Bedenimi bu uçurumda yalnız bırakmayacağım... 


23 Eylül 2023 Cumartesi

Yılgın Bir Savaş Bu Kızım

Özlem Ekici

Aslında kurallı bir cümleyim
Herkesi kendime benzetip,
Hepsinden nefret ediyorum.
Hastalık değil bendeki, maruz kalmak.
Yoksa böyle kimsesiz olmazdım.

Bana ölmeyi unutturan ne varsa annesiyim,
Annemin doğum acısıysa yaşamdan geliyor
Yine o acıyı özledim
Yaşam amacım bu bile olabilir.

Evimde akşam üstüdür şimdi,
Çıkarın battaniyemi.
Kızıma göre şu an sokak çocuğuyum,
Daha dün doğmuşum sanki
Anne oluyorum babama.
Hepimiz kendi acımızla ölüyoruz,
Bu da benim çıkmaz sokağım olsun.

Penceresi olan evleri sevmiyorum.
Çünkü yazık oldum, hata yaptım.
Çocuk yanımı doğurdum sana.
Bir tek güzel ellerim,
Resmin bile yüzüme bakmıyor.
Değilse de söyleme;
Bilmeyeyim kimlere gülüyor,
Kimlere güzelim.

En güzel annem benim,
Sonra sen, sonra dünyanın bütün çocukları..
Eksiksiz sevdim hepsini, sarıldım sımsıkı
Ama yaşlar birikmiş hep gözünde,
Ellerinin kanayası var.
Yolumun üstünde hiç çiçek yok,
Yaralarımla anılmak istiyorum,
Onlar benim kaldırım taşım.

Sigarayı bıraktım,
Çaya attığım şekeri bile azalttım
Otobüse bile biniyorum hatta.

Ne güzel mutluluklar görüyorum,
Herkes karalar giyinmiş.
Geriye bir ben kalıyorum, bir de sokak kedileri.
Ama bitmedi daha, sürüyor kavgam.

Bilen bilir, doğduğumdan beri çıplağım.
Üzerini örtmem hiçbir şeyin,
Saçlarımı yolarım ama belli etmem
Daha sağlam ipler de öremem sana.
Canım çıkar da sesim çıkmaz
Bu, bir çeşit depremdir.

Duvarlara hak veriyorum
Bunun için en çok ben üzgünüm,
Ve en çok da kendimden af diliyorum.
Tanrı kadına kızgın, umarım dualarımı kabul eder.
İstanbul'da ölmüşüz biz,
Keşke yine hayatta olsak.


20 Eylül 2023 Çarşamba

Dersler : İnsan İyi Bir Hayat Yaşayıp Yaşamadığını Nasıl Anlar?

Özlem Ekici

    Çağdaş İngiliz edebiyatının yazarlarından biri olan Ian McEwan’ın son kitabı Dersler, çok katmanlı yapısıyla insan doğasının karmaşıklığını tüm yönleriyle ele almış. Sevdiğim bir yazardan yine şaşırtıcı ve devasa bir eser okudum diyebilirim. Hatta hiç yazarla tanışmayan arkadaşıma bile oku diye yoğun ısrarlarıma maruz bıraktım. Yazarla tanışma kitabı da olabilir pekala. 

    1959 yılında küçük bir çocuk olan Roland, babasının isteği ve annesinin buna itaarkar bir tavırla boyun eğişiyle yatılı bir okula verilir. Sessizliği ve piyanoya olan yeteneği öğretmeni Miriam tarafından ilgi görür. Bu bir dönüm noktasıdır diyebiliriz. Arkadaşlıklar, okul, müzik, dersler genellikle ergenlik sebebiyle çok da parlak bir seyirde gitmez. Tuhaf alışkanlıklarıyla yatılı okuldaki Miriam'la yaşadıkları, parlayıp sönüveren anlık hevesleri derken nelere tanık olmuyoruz ki! Romandaki karşılaştığımız bir diğer zaman dilimi ise Çernobil felaketinin olduğu yıl. Bu zaman diliminde Roland büyümüş, hatta evlenmiş, daha da arttırıyorum baba bile olmuş olarak karşımıza çıkıyor. Roland'ı karısı tarafından terkedilmiş oğlu ile eve kapanmış olarak buluyoruz. Bu noktada Roland belirli bir yaşa gelmiş ve artık kendisiyle karşılaşmak zorunda kalmıştır. Alakasız bir evlilik yapmış, zerre olgunlaşma emaresi göstermediği halde çocuk büyütmeye çalışan, elle tutulabilir mantıklı işler yapmasını beklerken sürekli ilgi alanlarıyla ilgilendiğini görürüz. İçsel hesaplaşmalar, geçmişten arınma ve bağışlanma kısmındadır hayatının ancak ne kadarını yaptığını okuyunca siz karar verin. Yaş ilerledikçe güçsüz annesinin ve bencil babasının davranışlarını da anlamaya başladığını görürüz. Bu kısımda da ben fazlasıyla etkilenmiştim. Psikolojik olarak da Roland'ın çok iyi yansıtıldığını söylemeliyim. 

    Ian McEwan, Roland'ın çocukluktan yaşlılığa olan sürecini anlatırken zaafları, tutkuları, insanın kendine bile açık edemediklerini apaçık önümüze serer. Sadece bireysel anlamda yapmaz bunu, toplumsal sürece-tarihe de tanık oluyoruz. Küba füze krizi, nükleer enerji sorunlarına, salgın hastalıklara, dijital çağa... 

    Diğer kitaplarında da olduğu gibi yine bizi şaşırtmayı başarıyor ve okuru bir şekilde yakalayıp okurken diri tutuyor. Bu arada söylemeden de geçmeyelim, kitabın içerisinde diyalog yok, dümdüz yazılmış. Bu yüzden biraz uzun ve sıkıcı da gelebilir bazılarımıza. Bölümlere ayrılmış olmasına rağmen dediğim gibi dümdüz yazılmış bir metin. Geçmişten günümüze akan bir süreç halinde anlatılmıyor bu olaylar. Bir zaman diliminden diğerine adete sıçrarcasına okuyoruz. Aslında bu karmaşıklığın da bir anlamı olduğunu düşünmeden edemedim. Dersler, adı gibi aslında bize bir insan hayatının karmaşasını en ham haliyle aktarmış gibi geldi, hayatlarımız da karmaşık değil mi zaten? Bu karışıklık sebebiyle yoğun bir anlatıma maruz kalıyoruz ve ister istemez Roland'ın hayatından çıkıp da kendimizinkine bakabilmemiz çok nadir oluyor. Tabi hangi açıdan, nereden, ne kadar bakabiliriz, bu kısım da biraz karışabiliyor. Kendime çok derin ve değerli dersler çıkardığım bir kitaptı. Roland’ın çabasız, eyleme geçmeden öylece durduğu ve her an umutlu bakışlarla sürdürdüğü hayatında kendimi sorgulayacak bir çok yer buldum.

    İçimi rahatlatan bir kısımdan bahsetmek istiyorum. Miriam Cornell, bir piyano öğretmeni ve hiçbir anlamda yaptıklarını haklı ve doğru görmedim ve kitabın sonunda o bariz ibarenin, "böyle bir piyano öğretmeni hiç var olmadı", nasıl içime su serptiğini söylemeden geçemeyeceğim. 

    Kitap bu yıl içinde basıldığından pek okuru henüz yok, daha çok okura ulaşması niyetiyle bu incelemeyi ve öneriyi yazıyorum. Umarım keyifle okursunuz. Dersler adı gibi içinden çekip alabileceğiniz bir çok ders barındırıyor. 

    Bu arada son bir hatırlatma yapalım. Bu ve benzeri birçok incelemeyi 1000kitap üzerinden paylaşıyorum. Alıtılar ve daha fazlası için de oradayım. Tıklamanız yeterli. 


8 Eylül 2023 Cuma

Günah Çıkarma Ritüeli

Özlem Ekici
Tanrı'nın yarattığı ilk pişmanlığım,
Bir ismim olduğu sürece günahlarım da olacak.
Dünya'nın kaosuna basit bir sebep olayım istedim;
Yüksek balkonlarda buldum, öptüm ellerimi.
Bana benzeyen bir kadın varsa yüzünü unutsun, ezberlesin tüm duaları.

Bütün şehir inananların olsun, ben çıkmaz sokakların kadınıyım.
Ben güzel yaşadım çünkü sonumu bir adama bırakmadım
Her gece kızım doğuyor ve günün ilk ışıklarıyla kayboluyor.
Biliyorum, çağımın kadını olamadım
Canım sıcak bir yatak ve süt çekiyor;
Bu gece çocukluğuma dönesim var.

Bedenimin bir yerinde tarifi olmayan acılar doğuyor yine
Kadınlığım, çocukluğumdan çok önce başladı.
Ne zaman büyümekten yorulsam hüzünlü dizeler yazarım,
Bitmeyen şiirlerime de kırgınım biraz...

Şiirlerimde yaptığım, çöküşümü hazırlamak
Kafamda sayfaları çeviriyorum, oysaki ellerim titriyor.
Çok kalabalık ama bir o kadar da yabancı yüreğim.
Evime olan nefretim yolumu belirledi,
Her gece dizlerim kanar dua ederken.

Belki ismime yakıştırmazsın ama,
Sözlerim en büyük günah olduğu için yazıyorum
Bir hikayenin içinde olmalıyım ki kesince kanım akmasın
İyi kalpli bir adam bana bacaklarımı verse de yedi yaşıma koşsam;
Allah'ım, annemi koru kalemimden.

Yazabilseydim, raflarda unutulmuş bir roman olmak isterdim
Dokunduğum her şeye saçlarımın kırmızısını bulaştırdım,
Beyaz elbiseler giyiyorum yaralarımı sergilemek için.
Gece olur soyunurum, korkularımı anlatacağım önce.
Sanki Tanrı izin verdikçe kendimim, hem de başka biriyim
Bir sanatçı gibi sevdim, devletler gibi acı çekiyorum.
Gençliğimi kadınlığımdan utanarak geçirdim,
Bir asır daha barındır beni dünya.

Sevgilim sen hangi kutsal kitabın günahısın;
Defalarca keşfedilmiş bir topraksın, seni de öldürmüş toplum.
Sana hayranlıkla bakıyorum sanki ben yaratmışım gibi
Bana kötü alışkanlıklarımı bıraktıracağını biliyordum;
Duaları, kitapları ve annemi reddettim.
İsmimi senin koyduğunu öğrendiğimden beri adlara inanmıyorum
Beni ne diye çağırırsan o olurum.
Kimliğimi ilk kavgamda bıraktım;
Seni herkesten koruyabilseydim oracıkta terk ederdim.
O günden beri senden yana hiçbir şeyim yok
Ellerim, en çok da ellerim yok;
Onları bile sana verdim, hadi beni alkışla!


Not: Kendi şiirlerimi tekrar paylaşma kararı almamın üzerine, uzun bir aradan sonra ilk kez kendi şiirimi paylaşmamın sevincini yaşıyorum 😊

6 Eylül 2023 Çarşamba

Gönülden Gönüle Bir Bağ Vardır

Özlem Ekici

    Gönül, Sōseki'nin hayatının son demlerinde kaleme aldığı kurgularından biri. Adından olsa gerek bir aşk romanı okuyacağım diye düşünseniz de sizi bu konuda ters köşe yapıyor. 

    Gönül -Japonca adıyla Kokoro-, Modern Japonya edebiyatının önemli temsilcilerinden Natsume Sōseki'nin kült eserlerinden biri olarak görülüyor. Ülkesinde Dazai’nin İnsanlığımı Yititirken’iyle birlikte en çok okunan iki romanı ünvanını paylaşıyor. Bunun başlıca nedenlerinden biri; Japonya’da modernleşmenin en yoğun yaşandığı döneme, Meiji Dönemi’ne ışık tutmasıdır. Öyle ki kitabın olay örgüsü, ilerleyişi ve karakterlerin gelişimi bile İmparator Meiji’nin ölümü gibi tarihsel bir olaya bağlıdır. 

    "Kokoro", kalp, ruh, zihin ve duygu gibi anlamlar içeren bir kelime olarak bilinir. Çoğu dilde bu anlamı karşılayacak bir kelime bulunamadığı için ‘’Kokoro’’ olarak basılmıştır. Neyse ki Türkçemizde ‘’Gönül’’ olarak karşılık bulabilmiş. Kitaptan da anladığımız kadarıyla gönül ile kastedilen, "bağ". Kitaptaki gencin "hocam" diye bahsettiği kişiye hali, tavrı ve yaşı sebebiyle saygı duyduğu bu adamla kurduğu bağdan bahsediyoruz. Kitap üç bölümden oluşuyor. İlk bölümde hocam diye bahsettiği kişi ve onun eşi ve anlatıcı rolündeki genci görüyoruz. Bu kısımda daha çok anlatıcı gencin kurduğu bağın yönlerini, sebeplerini, genç için önemini görüyoruz. İkinci kısımda ise gencin hayatına biraz daha dahil oluyor ve ailesinin evine konuk alınıyoruz. Bu bölümde aile ilişkilerinin yanı sıra tarihsel süreçten haberler alıyoruz. Üçüncü ve son kısımda ise hocam diye bahsettiği kişinin itiraf mektubunu okuyor ve onun hayat hikayesini dinliyoruz. Benim için kitabın en can alıcı noktası burasıydı ki birçok okur için de öyle olduğunu tahmin ediyorum. İtirafına başlarken ettiği ağır söz de aslında bunu destekler nitelikte: "Şimdi kendi ellerimle kalbimi parçalayıp yüzünüzü bu kana bulamaya yelteniyorum. Kalp atışlarım durduğunda, sizin gönlünüzde yeni bir yaşam kendine bir yer bulsun, o yeter."

    Üslup olarak Japon edebiyatının o sade, akıcı, duru yanını en güzel şekliyle görebiliriz. Kurgu olarak da oldukça güçlü bir sarmal yapıdan bahsedebiliriz; şimdiki zaman ve geçmiş arasındaki bağlar, tarihsel anekdotlar oldukça iyi bağlanmış. İlk iki bölümde anlatıcı olarak gördüğümüz gencin yerini son bölümde hocam diye bahsettiği kişi ele alıyor ki bu aradaki anlatıcılar arasında üslup ve anlatım yönünden farkı da çok rahat hissettirmiş. Anlatıcıların değiştiği bu tarz kitaplarda bazı yazarlarda tek elden çıktığını bariz şekilde anladığımız durumlar olduğunda olsa gerek okurken biraz bu duruma dikkat ediyorum. 

    Sōseki, bu başyapıtında karakterler ve onların düşünceleri aracılığıyla Japonya’nın modernleşme sürecindeki atmosferini ayrıntılı bir biçimde tasvir ediyor. Kültür çatışmaları, karmaşık insan ilişkileri, kuşaktan kuşağa değişen toplumsal değerleri, aşkı, yalnızlığı ve bir çağın dönüşümünü ele alıyor. Bir yandan geleneksel ve modern Japonya arasındaki kuşaksal uçuruma odaklanırken, bir yandan da atmosfere melankolinin hakim olduğu bir hikâye anlatıyor ve bunu yaparken de okuyucuyu asla sıkmamış, kitabı üç bölüme ayırdığı gibi bu üç bölümü de kendi içerisinde genellikle iki-üç sayfadan oluşan kısa bölümlere bölmüş. Zaten sade olan anlatımla bu teknik de sayesinde sayfalar nasıl akıp bitiyor pek anlaşılmıyor. 

    Aslında "hocam" dediği ve ona saygı duyduğu bu adamın öyle pek etkileyici nitelikleri yok, sessiz ve çoğu yerde yeter artık susma dedirtecek kadar bıktıran biri. Tabi ki saygı duyabilir, etkilenebilir ve herkese göre bu kriterler farklılık gösterir ancak ben mantıklı bir yere oturtamadım bu durumu, yine de bir bildiği vardır diyerek çok da karışmadan okumaya devam ettim. Fakat okuduğunuzda anlayacağınız üzere bu karakterin onur algısı da arkadaşlık algısı da öyle çok da övgüye değer değil. Bu sessizliği hanımında zaman zaman değersizlik duygusuna yol açmasına, eşinin kendisinden dolayı mutsuz olduğunu düşünmesine sebep olan bir sessizlikti. Sırlarıyla yaşayıp, herkesi mutsuz edip aynı şekilde emaneti vaktinden önce teslim etmesi falan derken ben açıkçası saygıdan öte biraz nefret etmiş bile olabilirim. Sessizlik de iyidir ancak her şeyin bir yeri vardır ne de olsa. 

    Gönül'ü okumaya başladığım sıralarda ufak çaplı bir yazarın hayatına dair araştırmaya girişmiştim ve anı-günlük tarzında bir eseriyle daha karşılaştım, "Cam Kapının Ardında". Araya onu olup bitirdikten sonra "Gönül"deki yolculuğuma kaldığım yerden devam ettim. Bu sayede gönüldeki biyografik noktaları da görmüş oldum. Sōseki, ailesinin ilerlemiş yaşında doğan, tekne kazıntısı diye tabir edeceğimiz türde en küçük evladı. Annesi geç yaşta çocuk doğurmuş olmaktan hicap duyduğu için, onu 1-2 yaşlarında evlatlık vermişler. 5 yaşına geldiği sıralarda ablası onu evlatlık verildiği ailenin dükkanında üstü başı perişan bir halde görünce dayanamıyor ve kucakladığı gibi eve getiriyor. 11 yaşına gelene dek anne-babasını büyük babası ve büyük annesi zannediyor. Bir gün evlerinde çalışan hizmetçi kız gelip bunu ona söyleyince gerçeği öğreniyor. Gönül'de de evlatlık verilen, kendisini hiçbir yere ait hissetmeyen, sonu hazin çizilmiş bir karakter var. 

    Tüm kitap boyunca sakin ve istikrarlı bir şekilde ilerliyoruz. Ritmini hiç kaybetmiyor, merak duygunuzu taze tutuyor ve okuduğunuzdan zevk alarak kapatıyorsunuz arka kapağını. Japon edebiyatındaki enlerin içinde yer etmesi gibi bende de kesinlikle enlerimden biri oldu. Bitirdiğimde edebiyat damağımda hoş bir tat bıraktı. Japon edebiyatının bu sade ve duru olan akıcılığını doya doya yaşattı. Farklı dünyalara ve kültürlere misafir olmak, edebiyat damağında hoş bir tat keşfetmek isteyenlere tavsiye ederim.

"Özgürlük, bağımsızlık ve bencillikle dolu bu devirde doğmanın bedelini yalnızlıkla ödüyoruz." (s.48)

"Vaktiyle bir insanın önünde diz çöktüğün gerçeğinin hatırası, zamanla o insana tepeden bakmaya yöneltir kişiyi." (s.48)

"Doğduğun yerde gökyüzünün rengi farklı olur, toprağının kokusu bir ayrıdır, ana babanın hatıraları yüreğini ısıtarak gözünün önüne gelir." (s.191)

"Vücuda hayat veren kanın gücüdür ne de olsa. Sözcükler, sadece havada yayılan dalgalar değildir, çok daha güçlü şeyler üzerinde çok daha güçlü etkileri vardır ne de olsa." (s.196) 

Eğer aşk denilen gizemin iki ucu varsa ve üstteki uç kutsal hisleri uyandırır, alttaki uç ise şehveti uyandırır dersek, benim aşkım şüphesiz ki üst uç tarafındaydı. (s.209)

"Gerçek aşkın, dindarlıktan çok farkı olmadığına yürekten inanıyorum." (s.213)

"Bedensel olsun ruhsal olsun, tüm becerilerimiz dış uyaranlar ile kâh yok olur. Hangisi olursa olsun dış uyaranı gitgide güçlendirme gerekliliği muhakkaktır. Eğer bu süreç düzgün ölçüp tartılmazsa son derece tehlikeli bir yöne doğru ilerleyebileceğinden ötürü kişinin kendisinin de etrafındakilerin de fark etmeyeceği riskler ortaya çıkabilir. Doktorların açıklamalarına bakarsan insanoğlunun midesi kadar tembel bir organ yokmuş. Sadece yavan prinç lapası yediğin takdirde, daha farkına bile varamadan sert besinleri sindiremez hâle geliyormuş. O yüzden doktorlar, "Her şeyi yeme talimi yapın," diyor. Ancak ben bunun sadece alışkanlık kazanmak anlamında olduğunu sanmıyorum. Kademe kademe uyaranlar arttırıldıkça sindirim işlevinin direncinin de arttığı anlamına geliyor olsa gerek. Eğer tam tersine midenin gücü yavaş yavaş azalırsa sonuç nasıl olur diye gözümüzde canlandırırsak hemen anlıyoruz değil mi?" (s.243)

4 Eylül 2023 Pazartesi

Bi'şeyler #6 : Ruh Havadır(!)

Özlem Ekici

    Uzun zamandır bloga uğramıyorsun kuzum sana neler oldu diyerekten birden yazsam sanki ne yazacağım diye kendimle çekişirken tam şu anda buldum kendimi, şaka yapıyorum canım, o kadar zor bir hafta geçirmişim ki gelip kendimi rahatlatmak için buraya attım. Eski üretkenliğimi sağlayamıyorum diye dolaşırken ne yapsam ne etsem diye evde turluyordum ki yine kendimi o her şeye burnunu sokup devamını getirmeyen biri olduğuma ikna edip vazgeçtim. Ardından yahu "büyücüler bu saatte açılmamıştır daha, sen ne halt yemeye bloga yazı yazıyorsun" diye de bir güzel azarladıktan sonra tabi ki söz dinlemeyen ben, ta da, işte karşınızdayım. 

    Şimdi neler oldu, neler yaptım falan diye başlayacağım. Hazır mıyız? 

    Özellikle geçtiğimiz hafta inanılmaz zor günler yaşadım ki hala biraz etkileri sürüyor. Her şeyden bihaber uyanmış ve yüzümü soğuk suya tutup daha da kendime gelmek üzere gittiğimde aynada nur cemalime bakayım sabahki saç stilim nasılmış falan diye bir baktım ki ne göreyim, sol gözüm kıpkırmızı! Yani evet, bu kadar şok geçirmedim tabi ki, ne de olsa kitaplara dalıp koltukta iki büklüm uykuya kapılıverdiğim bir günün yine bir sabahı, çok da endişelenecek bir durum yok diyerek az inceledim, ardından kahvemi yapmaya gittim. Tabi gün içinde o çok sevdiğim yeşil göz kalemim ve rimelimden (Levla'nın maksimum makyaj anlayışı) uzak kalsam da geçer ya edalarıyla işlerime devam ettim, tabi tabletten okumalarıma ara verdim, basılı kitaplara da çok kapılmamak için kendimi dizginledim. Ertesi gün geçmeyince tabi ki endişe katsayım arttı ancak bir yolunu bulup tam sağlığıma kavuştum dedim ve o da ne, ta da, yaz biterken grip mi oldum yoksa midemi buzlu suları içerken üşüttüm mü bilemeden yataklara düştüm. Mecazi anlamının yanı sıra hakikaten bir ara halsizliğim tavan yapınca kendimi yatağın kenarında bırakıverdim süzülüşüme. 

Levlacım, sen ne oldun böyle, bir türlü düzelmiyorsun dedikçe, ki bu mızmızlanma oldukça kısık sesle ve minimum enerjiyle yapılıyor, daha da kötüye gittiğimi gördüm. Yatmaktan ve evde kapalı kalmaktan bunalma katsayım arttıkça artıyordu. Bu süreçte zorlandım falan ama tamam, sağlığın kıymetini çok iyi anladım, hatırladım. 

    Velhasıl, onu da atlattık, tabi evde geçen günlerin sıkıntısından çatlamış olacağım ki hafta sonu çabuk geldi. Gün ışığı gören kader mahkumu sevinciyle oksijeni içime çektim. Tabi çekilen havanın ne kadarı oksijen, ne kadarı kirlilik bilemiyorum, yine de oh mis gibi Ankara havası. Önce tabi ki Kuğulu Park'a gitti bu kız diyeceksiniz, ama çok köklü bir değişiklik(!) yapıp Seğmenler'e gittim. Hava güzel, sandalyem kolumda, zaten duvarların arasında durmaktan ruhum bunalmış, neşeli şirin gibi dolaşıyorum ortada bir güzel yürüyorum. Düşüp sırılsıklam olana kadar işte bu duygular içindeydim. Yani tam iyileştim, oh mis gibi hava diye sevinirken sakarlığım bak ben buradayım dedi ve evet, sen kalk Denizli'de koskaca derelerin içinden hoplaya zıplaya gezen kız, azıcık suyun içine düş. Uzatmayalım acısı tabi ki ertesi gün daha çok çıktı ama uzun süredir bu kadar ağrılı acılı bir düşüş yaşamamıştım, hamlamışım. 

    Gidilecek sergiler, okunacak kitaplar, dinlenecek podcastler vs beklerken olan şeyler beni oldukça bunalttı. Tabi ki bunalmadan kaçış yolum olan yazmak... 

    Bu ay Çankaya belediyesinin kültür merkezlerinde genel olarak sinema kültürü konu alınmış ve tabi ki ilerleyen günlerde bunlara katılmayı planlıyorum, bloga da belki koyabilirim, emin değilim. Okuduğum kitaplardan üzerine bir şeyler yazmak istediğim bir kitap ve notları ise halen beklemede, ona da bir bakacağım elbette en kısa sürede. Yağmurlu bir Ankara sabahında felaket haber ajansından düştüğümüz notlar bu şekildeydi. Daha hayırlı bir zaman diliminde görüşmek dileğiyle... 

11 Ağustos 2023 Cuma

Kadının Yine Adı Yok - Solak Kadın

Özlem Ekici

    'Solak Kadın' ismini ilk duyduğumda oldukça şaşırmıştım, belki de çağrıştırdığı o şarkı yüzünden diye düşündüm. Bu kez yazarına bir baktım ki Nobelli yazar 'Peter Handke' ile karşılaştım. Önce kitabın arka kapağına bir göz atalım. 

Peter Handke'den hiç değilse bir süre için tek başına kalmak isteyen bir kadının öyküsü...

İnsan günün birinde bir "aydınlanış'la uyanıp yaşamını değiştirecek bir karar verirse ne olur? Bu roman, kocasından ayrılıp çocuğuyla (evi, korkuları, cesaretiyle) birlikte yalnız kalmayı seçen bir kadının birkaç günlük serüvenini anlatıyor. Dramatik olmaktan çok olağanlığı, herkesçe-yaşanabilirliği vurgulayan bir serüven bu.

Bir kadının, başı dik yürüyüşünün ilk birkaç günü...

    Tam olarak da bu aslında, öyle bizi olaylar ve akan bir zaman beklemiyor. Oldukça durgun ve sarkık gibi ilerleyen bir anlatımla karşılaşıyoruz. Açıkçası bu çok da can sıkıcı bir hale gelmiyor, ancak öyle akıcı bir şey bekleyip de elimize alırsak çok üzülürüz, çünkü bununla uzaktan yakından alakası yok. 

    Biraz yazar hakkında konuşalım. Peter Handke, 6 Aralık 1942'de Avusturya'da doğdu. Öz babası, daha o doğmadan annesinden ayrıldı ve annesi daha sonra Peter Handke'ye adını veren Bruno Handke ile evlendi. Peter Handke,1944 yılında ailesiyle birlikte Doğu Berlin'e göç etti, ama Berlin'in Ruslar tarafından abluka altına alınmasından hemen önce oradan ayrıldılar. On iki yaşına kadar, din ağırlıklı eğitim veren bir okulda okudu, sonra normal liseye geçti. Anne tarafından büyükbabası Slovak olduğu için küçük yaşlardan başlayarak bu kültüre ilgi gösterdi. 1961 yılında hukuk fakültesine girdi ve öğrencilik yıllarında yazmaya başladı. İlk roman denemesi olan Die Hornissen'in Suhrkamp Yayınevi tarafından kabul edilmesiyle birlikte eğitimini yarıda bıraktı. Bu romanın yayımlandığı 1966 yılından sonra Peter Handke yazarlık dışında bir iş yapmadı. 1971 yılında annesi intihar etti. Kendisini çok etkileyen bu olayı, Wunschloses Unglück adlı romanına konu edindi. 1972 yılında eşinden ayrılan Handke bu evlilikten olan kızını tek başına büyüttü. Yetmişli yıllarda Peter Handke hem kişisel görüşleri ve yaşam tarzı, hem de başkaldıran kişiliği nedeniyle fazlaca eleştiri aldı. 1973-78 yılları arasında Paris'te, 1978-79'da Amerika'da yaşadı. 1979'da Salzburg'a döndü. Şiir, roman ve tiyatro oyunları bulunan yazarın bazı yapıtları Türkçeye de çevrilmiştir. Birkaç dile çevrilen Hiçkimse Koyunda Bir Yıl adlı romanı da Can Yayınları arasında çıkmıştır. Peter Handke, Paris'te yaşamaktadır.

    İsveç Akademisi, 2019 Nobel Edebiyat Ödülü'nü Avusturyalı yazar Peter Handke'ye verildiğini duyurdu. Handke'nin "insan deneyiminin özgünlüğünü ve sınırlarını dilbilimsel ustalıkla araştıran etkili yapıtları" nedeniyle ödüle layık görüldüğü kaydedildi. 

    Oldukça başarılı bir yazardan etkileyici bir kitap okuyoruz. Şimdi gelelim şu şarkıya, 'Left-handed Woman', Cadillac grubundan dinlemenizi tavsiye ederim. İçinde şöyle güzel bir cümle geçiyor: ”başkalarıyla bağrıştı zincirli salıncakta, sonra da onu yalnız bir daha ancak düşlerimden geçerken gördüm.”  Şahsen bu şarkının da kitaba çok uyduğunu düşünüyorum. 

    Kadının adı yok diyorum lakin aslında adını yazardan hiç duymuyoruz. Başımıza vura vura "kadın" diye dayatıyor adeta. Yoksa adının 'Marianne' olduğunu ve kimdir, nedir, ne yapmaktadır bilgisine de sahibiz. “Aniden aydınlandım.” der Marianne, ve kocasını terk eder. Böylece yalnızlığa adımını atar. Bu yolda kendi içinde savaşlar verdiğini sezeriz, yer yer de tanığı oluruz. İşte bu tam da kitabın özeti niteliğindedir. “Daha iyi bir hayat nasıl olurdu” temalı bir ödev hazırlayan çocuğuna bakarken mi düşünmüştür bu kararı kadın, yoksa sürekli uzakta olan kocasının yokluğunda da pekala yaşayabileceğini mi fark etmiştir, bilinmez. Bilinen, bu kararın çok, saçma görünecek kadar çok ani olduğudur. Bardağın nasıl dolduğunu uzun uzadıya anlatmaz Handke, taşmasını gösterir. Bizi nedenlerle değil, sonucun içindeki çelişkilerle uğraştırır.

    Kadının ve etrafındaki birkaç insanın durağan yaşamlarını da okuruz. Tıpkı kitabın sonundaki Goethe alıntısındaki gibi, “düşünerek ya da düşünmeden.. dehşetengiz durumlarda bile sanki hiçbir şey yokmuş gibi nasıl yaşar giderse, öyle” yaşayıp giden insanları. Ama durağan olanın içindeki çelişkileri, ruhun çırpınışlarını, bastırılmış duyguların gizli tuttuğu şiddeti açığa çıkarır: Erkeğin terk edilince ortaya çıkan şiddeti, kadının içinde dönüp duran ve aslında nefret ettiğini düşündüğümüz çocuğuna yansıttığı şiddet, ve çocuğun aslında mutlu olmayan ebeveynlerine karşı duyduğu hınç.. O yüzden bu kitabı okurken, çok az olay anlatımı olmasına rağmen, sanki çok hareketli bir metin okuyormuş gibi hisseder insan. Handke’nin sevdiğim yanı sanırım bu: durağanlığın kendi aksak ritmiyle anlatabilmesi.

    En dikkat çekici ayrıntılardan biri, bir kadının yalnız kalabilmesine en az tahammül edebilenin yine kadınlar olmasıdır. Kendisinin yapamadığını başkasında gören ve kararını değiştirmek için çırpınan o acınası insan tipini çok güzel verir yazar. 'Bir kadının en büyük düşmanı yine bir kadındır' sözünü tasdik eder bize. 

    Eşini terk etme, yalnızlık kararı kitapta iki arada bir derede bırakılır. Kafada çoğu şeyler çözümlenmişken hayatın gene de başka bir yerde olduğu duygusunu inceden inceye sezdirir insana. Tek ve sabit bir sonuca varamayışımızı kitabın sonunda kadının yalnızlık kararını sürdürüp sürdürmediği okura bırakmasına borçluyuzdur. “Ee, ne oldu şimdi, döndü mü, yalnız kalmaya devam mı etti.” dersiniz, cevap gelmez. Hayatın içinde kusursuz hiçbir seçenek, yegane bir kurtuluş yoktur mesajını verir sanki.

    Bir kadın yazarın, bir erkek karakteri başarıyla anlatması zor değildir bana göre. Çünkü erkeklerin dünyasında yaşıyoruz, ve biraz gözlem, biraz üzerine düşünmek yetiyor. Ama erkek bir yazarın, bir kadını yazarken gösterdiği beceri beni her zaman etkilemiştir. Çünkü bu çabayla kazanılmış bir duyarlılığı, sağlam gözlem gücünü ve empati yeteneğini ortaya koyar. Tıpkı Peter Handke gibi. Yazarı da bu konuda övmeden geçmeyelim dedim. :)

    Hani bazı kitaplar vardır okuduktan sonra evet ya kesinlikle böyle olur dersiniz. İşte Solak Kadın'da aynen öyle bir roman. O kadar gerçekçi ve o kadar yalın bir roman ki okurken çok ekstra bir olay ya da olağan dışı bir şey beklemiyorsunuz. Sıradan bir hikaye aslında. Ama Peter Handke bu sıradan hikayeyi bile o kadar güzel kaleme almış ve o kadar güzel kurgulamış ki bir solukta okuyup bitiriyorsunuz. Aldığınız edebi zevk de bir başka... Sonrasında satır aralarında söylenmiş olan o muhteşem sözler kalıyor.

"Hayır, mutlu olmayı istemiyorum, memnun olayım yeter. Mutluluktan korkuyorum. Sanırım mutlu olmaya katlanamam, şu kafam dayanamaz. Çıldırır, bir daha düzelemem, ya da ölürüm. Ya da birini öldürürüm..." 

    Konu aslında bu kadar fakat bahsettiğim gibi bu basit gibi görünen konu kitabın içindeyken sizi oldukça düşündürecek ve bir kadının neler yaşadığını size anlatmış olacak.

"Seni yabancı bir kıtada görmek isterdim. Çünkü ancak orada yalnız görürüm seni başkalarının arasında..." Bu alıntı ise kadının sürekli dinlediği plaktan...

"Bruno kendi kendisine bir şiir söylüyordu.
'Bir pervane gibidir acı 
Tek farkı, insanı alıp götürmez bir yere
Döner de döner habire " 

"Bana bu akşam, sanki ömür boyunca dilediğim her şey gerçekleşmiş gibi geliyor. Sanki bir büyüyle, bir mutluluk durağından öbürüne, arada hiç yol kat etmeden geçebilirmişim gibi bir duygu. Büyülü bir güç hissediyorum, ve sana ihtiyacım var. Ve mutluyum. Alabildiğine bir mutluluk çağıldıyor içimde.”

"Yüzünüz o kadar yumuşak ki, günün birinde öleceğimizin bilincindesiniz sanki." 

    Marianne, bir kadın, sadece yalnız kalmak isteyen bir kadın. Kimliği, yaşı, görünüşü önemsiz. Başta Bruno olmak üzere hayatındaki bütün erkeklerin emreden, isteyen, denetleyen halleriyle onu güçsüzleştirdiği farkındalığını yaşayıp kendi ayaklarının üstünde durarak her şeye göğüs germeye çalışan bir kadın. Bu isteğini paylaştığı eşinden uysal bir destek görünce bireyselliğine duyulan saygıdan etkileniyoruz. Fakat kadın bu kararında diretip de bir başına hayatını sürdürmeye gerçekten başladığında çevresindeki insanlar onun kadın olduğu için yalnız kalamayacağını, bu yaptığının mistik, mantıksız, sadece modaya ayak uydurmak olduğunu söylediğinde gerçek gün yüzüne çıkıyor.

    Marianne sadece bir kadın. Kendini deneyimlemek isteyen bir kadın. Öyle çok güçlü, huzur ve umut dolu, mutlu bir kadın da değil. Saçları saç kokan, yürüyüşü sadece yürüyüş olan gerçek bir kadın. Sakin tavırlarının ve beklentisiz halinin altında yatan öfke kimi zaman öyle ansızın çıkıyor ki bu kadını aslında hiç de tanımadığımız hissiyatı ile doluyor insan.

    Hikâye sık sık karlı manzaralara yer verse de iç ısıtan, mum ışığında yaşam hissiyatı uyandıran türden. Melankolik halinin içinde yaşam tohumlarını, sevgiyi, doğallığı hissedebiliyorsunuz.

    Marianne hikayenin başında nasılsa sonunda da öyle. Çevresindeki kişiler değişiyor, mekânlar değişiyor, en çok da Bruno değişiyor. Karısına bağlılığından ve feodalitenin yıllardır süregelen hizmet anlayışının en inceleşmiş halinin zarafetinden bahseden modern erkek Bruno; karısına el kaldıran, evine gelip ona bağırıp çağıran birine doğru evrilirken Marianne, sadece Marianne olarak kalıyor. 

“Nasıl da yitik hayatlarmış bu bizimkiler, değil mi?”

    Kitap hacim olarak oldukça küçük hatta kısacık bile diyebilirim. Ardında bıraktığı soru işaretleri ve tabi ki okurken içine düştüğümüz nedenler ve nasıllar okyanusunu saymazsak bir çırpıda okuyup bitiveriyor. Okumaya bir şans verilmesi taraftarı olsam da herkese hitap etmeyebileceğinden de eminim. Bu arada ufacık bir not ki bu çevirmen konusunda, eğer okumak istiyorsanız Tevfik Turan çevirisi yerine Süheyla Kaya çevirisini tercih edin derim. Birini dinleyip birini okudum. İlki fazla teknik bir dil olarak kalmış. Hatta düpedüz olmamış. O kopukluk-sarkıklık dediğimiz kısımlarda uçurumlar kol geziyor. Şayet okursanız şimdiden keyifli okumalar. :)

Bahsi geçen şarkıyla bitirelim. 


Ah unutuyordum az daha, sinemaya da uyarlanmış bir hali varmış. Onun için de şöyle bir fragman buldum.




Özlem Ekici, Personal Blogger Templates | Blog aa

Levla'nın Not Defteri - Kişisel Blog | Bütün Hakları Saklıdır | Copyright © | 2016 - 2023