Yazılarım E-postana gelsin.

Yaz E-Postanı!
Dosya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Dosya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

1 Şubat 2019 Cuma

Göğü Delen Adam - Erich Scheurmann

Özlem Ekici

  Sizlere bu kez bana çok farklı bir bakış açısı kazandıran bir kitaptan bahsetmeye geldim. Eğer şimdiye kadar bu kitabı okumadıysanız, mutlaka okuma listenize eklemenizi tavsiye ederim. Gelelim kitabımıza...

  Göğü Delen Adam, Erich Scheurmann tarafından Almanca olarak 1920 yılında yazılmış. Samao'da bir kabilenin şefi olan Tuavii'nin kabilesine mektup biçiminde yapılan Avrupa'ya dair öğütler ve anlatımlar mevcut. Almanca'daki özgün adı "Der Papalagi" ve bu kelime beyaz adam, yabancı anlamına geliyor lakin birebir çevrilince göğü delen adam anlamına geliyor. Çünkü Samoa'ya gelen ilk misyonerler masmavi deniz ve göğün birleştiği yerden kocaman beyaz bir yelkenliyle adaya gelmişler. Samoa yerlileri bu beyaz yelkenliyi ufukta bir delik olarak görmüş ve göğü deler gibi olduğu için bu ismi vermişlerdir onlara.

  Konuya gelecek olursak adada tüm doğallığıyla yaşayan yerliler ile bizim modern dediğimiz toplum arasındaki farklar gözler önüne seriliyor. Halkın lideri olan Tuvaii dünyanın birçok yerine seyahat ediyor, hiç alışık olmadığı ve garipsediği olaylara, insanlara tanık oluyor. Avrupada da bir müddet yaşamış olan kabile şefi, bu edindiği tecrübelerle halkına birçok mektup ve notlar yazıyor. Kitabın içeriği de bu mektupların toplanmasıyla oluşmakta. Bu mektuplarda Avrupalıların, yani biz beyazların; giyimine, para tutkusuna, zaman ve mekan vurgusuna, mesleklerimize, birbirimizden uzak ve soğuk tavırlarımıza, birbirimize selam verip almaktan aciz halimize, makineleşen dünyamıza, taş binalardaki yalnızlığımıza eleştiride bulunuyor. Kısacası hayatımızın her noktasına eleştiride bulunuyor. Ayrıca din ve Hristiyanlık konuları hakkında da ilginç tespitleri var. Modernleşen Avrupalıların, Hristiyanlığı bir araç ve gösteriş amaçlı olarak kullandıklarını iddia ediyor. Kabile şefine göre Avrupalı misyonerler içi boşaltılmış bir dini topluma yaymaya çalışıyorlar.

  Göğü Delen Adam, günden güne makineleşip, ruhsuzlaşan bu hayatımıza en büyük eleştiri ve aslında nasıl yaşamalı sorusuna da büyük ölçüde cevap veriyor. Farklı bir bakış açısı ve kendini tartmak isteyenler için cazip bir kitap. Ben epub olarak okudum, isteyenler iletişim bölümünden bana mail atabilirler. Kitaptan alıntılar ile bitirelim yazımızı. Bir dahaki kitapta buluşuncaya dek hoş kalın. :)
*
"Eğer bir insan çok fazla bir "şey"e gereksinim duyuyorsa, bu büyük bir yoksulluğun göstergesidir."

"Birileri çıkıp daha fazla istediği için, Tanrı, güneşini bile herkese eşit dağıtamıyor."

"Düşünceleri, duyularına düşman olan bir insandır o. İki parçaya bölünmüş bir insan."

"Derin düşüncelere dalan düşünürün yazgısı karadır."
*

Not: İsteyenler Barış Özcan'ın bu kitap hakkındaki videosuna da göz atabilir.



17 Mart 2017 Cuma

Levla'ya Göre Yazar

Özlem Ekici
 Yazar olmak dünyayı değiştirmek ve bu yeni dünyanın kapılarını aralamaktır diyebiliriz kısaca...
  Ne yazacağımı kara kara düşünürken aklıma gelen ilk cümleleri sarf etmek daha cazip geldi bir an için. Ne olursa yani öyle gelişigüzel bir şekilde… Belki bir şiir ya da bir özdeyiş, ya da bir öykü… Derken aklıma yazarlık neydi sorusu takıldı.  Yani ne içeriyordu ve hangi değerlere sahipti sorusu? Çünkü yazarlık denilen süreç sancılı bir seçimdi ve fazlasıyla acı doluydu. Ve beni meşgul eden de buydu sanırım. Yazar olmanın değerleri… İsterseniz sayalım.
O öncü olandı.
O farklı olandı.
O taşıdığı kaygıyla ve düşüncelerle kutsal olmalıydı.
Unutmayalım ki kutsallık sadece tanrıdan gelmez, üstlenilen görevler ve buna inançtan gelir, bunun uğruna feda edilenlerden gelir.

Yazar hayatı yeni baştan yorumlayandı.
Yazar sürekli düşünen, düşüncenin potasında erittikleriyle hayatı yeniden kurgulayandı. Yaratıcıydı, bu yönüyle sanatçıydı.
İktidarla sürekli başı dertte olandı, aykırıydı, farklıydı.
Kavgacıydı, bu onun uzlaşmaz kişiliğiyle bütünleşmişti.
Mükemmeliyetçiydi, insanüstü bir çabayla bunu toplumsal-siyasal-kültürel hayatta sürekli zorlayandı.
Susmayan bir bilinçaltına sahipti ve unutkanlık onu öldürürdü, bunu da zihninin bir tarafına kazımıştı.
Bir çocuk edasıyla ve saflığıyla heyecanlı bir halde geleceği bekleyendi.
Umut taşıyan bir çift gözdü.
Fazlasıyla yalnız olandı bu dünyada.
Fazlasıyla samimi ve fazlasıyla kendi topraklarına ait olandı.
Bu özellikler artırılabilir ama kesinlikle değiştirilemez. Çünkü yazar olmak ilk önce insan olmaktı. Ve bu değerler aslında yazar değil insanı tarif etmekteydi.

Kısacası yazar olmanın zor yanı gerçekten insan olarak kalmanın ta kendisiydi. 

  Her eline kalemi alıp yazana da yazar demek elbette ki Tolstoy'a, Dostoyevski'ye hakaret olabilir niteliktedir ancak onlar gibi olduğumuzda ve bu kriterler çevresinde yaşadığımızda birer yazar olabiliriz. Yazar olmak insan olmak olduğu kadar daha birçok etmeni de içinde bulunduruyor mesela;
 Her yazarın kendine ait bir dili ve uslübu vardır, bunlar çerçevesinde çağını veya çevresini aktarır satırlarında. 
 Yazar olmak için çok okumak veya çok yazmak gerekmeyebilir kimileri için ancak akıcı bir dil ve özgün bir tarz mutlaka gerekir.
  Okuduğumuz bir yazı boş bir içerikse bunu kaleme alana yazar demek ne kadar doğrudur?

İşte tüm bu noktalar çevresinde yazar oluruz, olunur. 

 Eğer bir yazarsanız öncelikle insan olmalı ardından da gerçek bir yazar olma kriterlerini barındırmalısınız. Aksi takdirde Tolstoy'a veya Dostoyevski'ye veya bildiğiniz diğer yazarlara haksızlık etmiş oluyoruz. 

2 Mart 2017 Perşembe

Çekinceli İnsan

Özlem Ekici

  Çoğu insanın yapmaktan imtina ettiği şeyler: özür dilemek, teşekkür etmek, birini yaptığı bir iş için/başarılı olduğu için övmek ve gözyaşı dökmek. İçlerine bir de bilmiyorum demeyi katabiliriz. İnsanın gururu bu tür şeyler yapmasına engel. İnanın bana bu kelimelerden kaçtığınızda ne siz daha yüce birisine dönüşüyorsunuz ne de dünya daha güzel bir hal alıyor.

  Geçenlerde, insanların merak ettiklerini sordukları, sorulan konu hakkında bilgi sahibi olanların da cevap verdiği bir mecrada güzel bir soruyla karşılaştım. Soru şuydu: "bir öğretmenin öğrencilerine 'bilmiyorum' demesinin bir sakıncası var mıdır?" Bu soru çok hoşuma gitti. Sonra verilen cevaplara baktım, çeşitli profesörler, doktorlar soruya cevap vermişti. Burada cevap verenler o pek sık karşılaştığımız kendi gururuna zarar gelmesin diye bizim gururumuzu, öz güvenimizi yerle bir eden, bu ne biçim soru deyip bizi aşağılayan hocalardan değildi. Bazı şeylerin farkına varmışlardı bu belli. Mesela birisi şöyle kısa bir cevap vermişti: "'bilmiyorum' bir öğretmenin söyleyebileceği en güzel şeylerden biri. Bunu geliştirmenin yolu 'bilmiyorum ama haydi öğrenelim!' demektir."

  İnsanlar her şeyi bilemeyeceklerinin, mükemmel biri olamayacaklarının farkına varsa ve kendilerini mükemmelmiş gibi göstermeye çalışmaktan vazgeçse ilişkiler de daha düzgün bir hal almaya başlar. Örneğin, bilmediği bir şey hakkında soru soran öğrencisini azarlayan öğretmeni ele alalım. Bu öğretmen karşısındakini azarlayıp, bilmediğini gizlemeye çalışmak yerine bilmiyorum dese ve öğrenmek için çaba gösterse, ne karşısındakinin ona olan güveni sarsılır ne de hem onun hem de bilgisine saygı duyanların hayal kırıklığı, gizlemeye çalıştığındakinden daha az olur. Başlarda bilmiyorum demesini yadırgayacak öğrenciler çıkacaktır. Ancak sonrasında sarf ettiğiniz çabayı, öğrenme sürecindeki yolunuzu gördüklerinde bu düşünceleri değişecektir. Öğretmenler, öğrencilere bilgi aktarmaktan ziyade bilgiye ulaşmanın yöntemlerini göstermelidir. Esas yenilginin bilmediklerinde pes etmeleri olduğunu anlatmalıdır. Öğrenmek ölünceye kadar sürmelidir.

  Gelelim bir diğer sihirli sözcüğe: özür. Özür dilerim, bağışlayın... Bunları kullanmaktan çekinmek de, kullananı istismar etmek de kötü. Kullanmaktan çekinmek biraz gururumuzdan, biraz da istismar edileceği korkusundan dolayı oluşuyor. İstismar şöyle gerçekleşiyor: kelimeyi kullandığımız kişinin gururu bir anda ön plana çıkıyor, bu kişi bizim kendinden alçak biri olduğumuzu düşünmeye başlıyor (iç ses şöyle diyor: ne de olsa gururlu olsaydı özür dilemezdi.) ve ona göre davranıyor.

  Peki bu durumda ne yapmalı? İnanın ben de bilmiyorum. Kendimi alçak görmek, başkalarına o şekilde göstermek niyetinde değilim ama başkalarının ne düşüneceğini, ne söyleyeceğini düşünerek yaşamanın anlamsız olduğunu da öğrendim. İnsan eğer gerçekten özür dilemesi gerekiyorsa dilemeli; karşısındaki, bu özre karşılık iyi niyetini suistimal etmeye çalıştığında da bunu fazlaca kafaya takmamalı.

  Teşekkür ve övgü de olması gerekenlerden. Birine yardımı, yaptıkları için teşekkür etmek; işini iyi yaptığında ya da davranışlarını, düşüncelerini beğendiğimizde onu övmek bu kadar zor olmamalı. Teşekkür ve övgü hayatımıza girdikçe mutluluğumuz da artacaktır. Bir öğretmen düşünün. Her gün derslere giriyor, dersi elinden gelen en iyi şekilde anlatıyor ama hiçbir öğrencisinden olumlu ya da olumsuz bir dönüt alamıyor. Aslında burada övgü ve teşekkürün eksikliği de değil sorun. Belirsizlik hali… Bir öğrencisinden ders çıkışında teşekkür sözcüğü duysa, "çok güzel bir dersti, daha önce anlayamadıklarımı sayenizde anladım." gibi cümlelerle karşılaşsa sonraki dersleri daha iştahla anlatır. Ya da öğrencilerinden "hocam siz anlatıyorsunuz ama biz anlayamıyoruz." şeklinde bir dönüt alsa kendini, anlatış tarzını, anlatımda kullandığı materyalleri değiştirmeye çalışır. (belki de çalışmaz, ama çalışmalı.) Ama işte böyle olamıyor bir türlü. Öğrenciler anlamasalar da ses etmiyorlar, dersten keyif alsalar da dile getirmiyorlar.

  Gözyaşı yani ağlamak konusunda ise şunları söylemek istiyorum: bir insan ağladığı için aciz, acınacak duruma düşmez ya da insanın herkesin ağladığı cenaze gibi ortamlarda gözünden yaş akmıyorsa bu üzgün olmadığı anlamına gelmez. Duygular farklı kişilerde farklı şekillerde ortaya çıkar. Bu yüzden kişiler bu tür durumlarda yargılanmamalıdır. Örneğin; oldukça sulu göz olan ben, babaannemin cenazesinde ne kadar üzülsem de ağlayamamıştım. Bu benim duygusuz olduğum anlamına gelmez. Bir çocuk kitabına ağlamam da beni yadırganacak biri yapmamalı.


  Yazı bayağı bir uzadı. Bir sonuca bağlamak lazım artık. Gururunuzu ön planda tutmak yerine düşüncelerinizi, beğenilerinizi dile getirin. Teşekkür edin, özür dileyin, ağlayın, gülün... Başkalarının ne düşündüğü önemli değil, kendiniz olun. Ve en önemlisi ön yargılardan sıyrılın, empati kurmaya çalışın ve ne kadar empati kursanız da karşınızdakinin ne durumda olduğunu tam olarak anlayamayacağınızı unutmayın. 
 Siz de bu konu hakkında görüşlerinizi yorumlara bırakabilirsiniz. Hoş kalın. 


11 Şubat 2017 Cumartesi

LEYLİM LEYLİM

Özlem Ekici
Leyla Erbil ve Ahmed Arif…
Ahmed Arif’in büyük sevdası Leyla… Leylim Leylim’i.

  Leylim Leylim; Ahmed Arif’in Leyla Hanım’a yazdığı mektuplardan oluşan bir kitap. 1954-1957 ve en son 1977’de olmak üzere 60’ın üzerinde mektup göndermiş Ahmed Arif. Leylâ Erbil bu mektupları yaşamının son günlerine kadar özenle saklamış. Hastalığının ağırlaşmaya başladığı, belki de pek fazla ömrünün kalmadığını fark ettiği günlerde bu mektupları gün yüzüne çıkartmaya, bastırmaya karar vermiş. “Onun gibi bir adamın, büyük bir şairin yazdıklarının basıldığını niye görmeyeyim” diye düşünüyormuş. Mektupların kitaplaştığını görmeye ise ömrü yetmemiş.

  Hikaye başladığında, Leylâ Erbil henüz 23 yaşında, İstanbul’da yaşıyor, orta halli bir ailenin çocuğu. Lise yıllarında şiir yazarak edebiyata başlamış. 14 yaşındayken şiirleri bir taşra dergisinde yayımlanmış (1945). İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi İngiliz Filolojisi Bölümü’nde öğrenime başlıyor. 1951’de kısa süren ilk evliliğini yapıp üniversiteyi bırakıyor. 1953 sonunda hayranı olduğu Sait Faik’le tanışıyor. “Şiirlerimi eleştirdi, hikâyelerimi övdü. Alıngan, sinirli, dürüst, utangaç ve alabildiğince alçakgönüllü bir adam… Yüreklendirdi beni; ben de kararımı düzyazıdan yana koydum. Oysa aynı yıllarda Ahmed Arif şair olduğumda ısrar ediyordu…” diyerek anlatır durumunu. Erbil’in ilk öyküsü “Uğraşsız” Ahmed Arif’in yüreklendirmeleri, Metin Eloğlu’nun yönlendirmesi ile 1956’da Seçilmiş Hikâyeler dergisinde yayınlanıyor ve yerleşiyor.

  İkili tanıştıklarında Leyla Erbil de Ahmed Arif gibi yalnız. Hatta o dönemdeki mektuplar daha bir flörtöz havada gibi ama araya üçüncü kişilerin neden oldukları yanlış anlamalar ve uzaklaşmalar girmiş. O ara Leyla Erbil eşi Mehmet ile tanışmış. İkili arasındaki anlaşmazlıklar halledildiğinde Leyla Hanım evlilik kararını almış çoktan.
  Ahmed Arif’in bu konuda da sessiz bir kabullenişi var. Hatta Leyla Erbil’e ‘düğün hediyesi’ olarak bir de şiir gönderir: Suskun. O ne olursa olsun Leyla Erbil’i hayatında tutma derdinde o sıra. Öyle bir yere oturtmuş ki genç kadını, neredeyse bir Tanrılaştırma söz konusu ki bunu Ahmed Arif de kabul ediyor.

  Leyla Hanım evlenip Ankara’ya yerleşiyor. Birbirlerinin sanatları üzerine etkileri de göz ardı edilemeyecek cinsten. Ahmed Arif zaten yazdığım tüm dizelerde sen varsın demeye getiriyor. Leyla Hanım’ın yazması konusunda da acayip teşvik edici oluyor. Yine de neticede bir şeyler olmamış, olamamış… Bu olmamışlık da en az Ahmed Arif kadar dokunuyor okuyana.

  Ahmed Arif’in Leyla Hanım’a mektup yazdığı dönemde başı dertte. Siyasi davalarla uğraşıyor, yargılanıyor, sürgün cezası yiyor, iş bulamıyor bulsa da bir süre sonra siyasi niteliği anlaşılıp işten atılıyor, yoksul ve sıkıntılı bir hayatı var. Diyarbakır’da yaşıyor, Urfa’ya sürgün ediliyor. Kitaptaki ilk mektup Bismil’den. Çoğu mektupsa Diyarbakır’dan yollanmış. Bu boğucu günleri yazarak aştığı anlaşılıyor. O dönemde tüm siyasi engellemelere rağmen yoğun bir yayın hayatı olmuş. Şiirin yanında birçok eleştiri ve deneme yazmış. Tek kitabı “Hasretinden Prangalar Eskittim”in birçok şiirini bu dönemde yazmakla kalmamış, sonradan yok ettiği bir roman da kaleme almış. Hemen her mektupta Leylâ Erbil’e yeni şiirler yolluyor, yazdığı şiirlerden söz ediyor, dizeler paylaşıyor. Birçok şiirinin yazılış öyküsü hakkında önemli bilgiler var mektuplarda. Bazı şiirlerin yazılırken nasıl bir süreçten geçtiğini, nasıl değişip son halini aldığını da görüyoruz. Şiirle birlikte yaşama tutunmasını sağlayan en önemli şey Leylâ Erbil’le ilişkisi. Ona aşkla bağlı. Görüşlerine çok önem veriyor. Her yazdığı dizede desteğini arıyor. Yazdıklarının çoğu bir anlamda Erbil’e aşkının da ilanı. “Sana ulaşmadan, kavuşmadan da bazı iyi mısralar yakaladığım oluyordu. Senden sonra, yahut seninle daha bir şair oldum” diyor bir mektubunda. İlk şiir kitabını Leylâ Erbil’le birlikte çıkartmayı hayal ediyor, Erbil’i şiir yazmaya teşvik ediyor. Onu yayın dünyası hakkında uyarıyor. Şiirlerini, öykülerini dergilerde yayınlatmasında yardımcı olmaya çalışıyor.

  Ahmed Arif, derin bir tutkulu ile bağlı olduğu Leylâ Erbil’e olan aşkının somutlaşıp bir ilişkiye dönüşemeyeceğinin, platonik kalacağının farkında. Bu yöndeki arzusunu belirttiğinde de Erbil’in ona gerçekleri hatırlattığını anlıyoruz. Ahmed Arif 27, Leylâ Erbil 23 yaşında ama Erbil’in çok daha olgun davrandığı anlaşılıyor. Erbil, çoğu mektuba cevap yazmayarak da tavrını bildirmeye çalışmış. Dost kalalım demiş, Ahmed Arif de bunu kabullenmiş. Nihayette de Leylâ Erbil bir mektupla bu ilişkiyi bitirmiş. Tüm bunları Ahmed Arif’in yazdıklarından çıkartıyoruz.
Dediğimiz gibi; olmamış, olmamış… Ahmed Arif’in Yarı parçan imzasıyla gönderdiği mektupların sonucunda bi'aşk yarım kalmış.


Kitaptan:
15 Mayıs 1954
Ankara
Leylâ, Canım,
Kayb, berbat ve sessizim… Sessiz ve dolu: Allahtan ki sen varsın. Yoksa halim korkunçtu. 
Burası bir köy! Yakınlarımın bütün ısrar ve gayretine rağmen, hemen anneme gideceğim. Pazartesiye trendeyim. Eve gidince senin mektubunu bulmalıyım. Anneme ilk sorum o olacak zaten.
Sen nasılsın ömrüm? Son telefonda canını sıktım mı? Ben artık annenden korkmuyorum. Aksine onu, kendi annemmiş gibi seviyorum. Buna ne dersin?
Hınca hınç mısra doluyum. Kara ve yeşil fon, hepsinde hâkim. Biraz kendime geleyim, mendillerine, bluzlarına, yastığına mısralar serpeyim. Ha?
Fotoğrafındaki “halbuki…”yi hâlâ anlayabilmiş değilim. Anlatır mısın?
Bütün bunlar, beyhude biliyorum. Şaheser olan, benim uçakla oraya gelebilmemdir. Allah kahretsin, bu hastalık, bu rezaletler ve bu aile mecburiyetleri… Ne yapsam?
Gözlerinden öperim canım. En çok da burnundan. Gülme, ciddi söylüyorum. 
Yarı parçan.”

“Canım benim,
Bilir misin, ‘canım’ dediğimde içimden canımın çıkıp sana koştuğunu duyarım hep.”

“Öpüyorum ama doyamıyorum. Mutluluk ya da cehennem bu galiba. Sana doymak, korkunç ahmaklık olur. Hadi gel …”

“Seni cehennem bir hasretle öperim.”

Şu mektupla da son bulsun yazımız:

Leylâcık,
  Bazıları öyledir, okumazlar, ciddî düşünemezler. Gene de aydın olmaktan vazgeçemezler. Hatta aydın kişi oldukları için kendilerinde mutlu bir baht, gizli de olsa, bir müstesnalık bulurlar. Bu, bir toplum derdidir. Ferdi bunlardan ötürü ayıplamak pek doğru ve yerinde olmaz. Bilirsin ki insan, muhitiyle doğru orantılı gelişir, örnekleşir vs. Şimdi bunları niye yazıyorum değil mi? Aramızda ve etrafımızda öyleleri var ki, onlarsız edemeyiz demeyeyim de, rahatça münasebetlerimizle öyle bir tiryakilik peyda etmişizdir ki kopamayız. Kopmak da yanlış ve zararlı. Bunları böylece kabullenmeliyiz, az çok kendimizde de bu haller vardır. Bu tiplerin belirli vasıflarından biri boşluk, ne yapacağını bilmemezlik, eğlence ya da bir iş uydurma gayretidir.
  Dedikodu cadısı bunların alt şuurunda tezgâh kurmuştur. Bir hamallar, bir de bilginler dedikodu yapmaz, işleri, gerçekten buna ne vakit bırakır ne de müsaade eder. Kimselere hor bakıyorsam, gözlerim kör olsun. Sevdiğim, sevdiktir gene. Ama seninle aramızı bu hale getirenleri affedemem. Tahminlerim yüzde yüz sıhhatli olmayabilir. İnşallah aldanıyorumdur ve bütün kabahat bendedir. Böylesi daha kolay halledilir çünkü, ama sana yazdığım gibi, kimseye hakkımda ya da hakkımızda konuşmak, gevezelik yapmak imkânını bol keseden bağışlama. Yahu bana yazmağa, hasta mı, ölü müyüm, halimi sormağa tenezzül etmeyen veya üşenen bir kimse, ne hak ve cesaretle hâla arkadaşlarımla, sevdiklerimle oturup beni konuşur? Bu tek taraflı hürriyet hangi din, hangi mezhep, hangi cihanda varmış? Yani bu değerli kimseyi tanımakla pişman mı olayım? Ben, askerde, hapiste, tımarhanede, okullarda bir alay değerli, hünerli veya hünersiz insan tanıdım ama hiçbirinden pişmanlık duymadım. İlle rahatsız edilmek istemiyorsam, bu işin sonunda zararlı çıkacak olan ben değilimdir. Beklemesini, dayanmasını bilen biriyim, ama çok ayıp ve yazık olur. İnşallah buna mecbur olmam.
  Kafanı şişirmeyeyim. Şu şu şu kimseyle konuş, filân filânla konuşma da diyemem. Ne terbiyemiz ne de insanlığımız ve dostluğumuz bu seviyeye düşmez. Ancak artık senin de bir kesin karar alman gerek. Hattâ geciktin bile. Bir hal çaresi bul da ne yaparsan yap. Ben kendi düşüncemi bundan önceki mektubumda yazdım, tekrar etmeyeceğim…
  Gelelim ikimize. Şaştığım ne bilir misin? Tonla zeki, budala, normal, sapık şu veya bu türlü erkekle, kadınla tanışıklığın, ahbaplığın oldu. Hepsinin densizliğini, zaaflarını hattâ ihanetini affettin, onları ayıplamadın, hırpalamadın. Şüphesiz bu değerli bir vasfın senin, gelgelelim, mahut mektupların biçarelikleri bir yana, sana yukarıdakilerin yaptıklarının hiçbirini ne yaptım ne de yeltendim. Hâl böyleyken hâlâ sorgu suâl yağmurunla karışık çirkin sıfatlar ve benzetmelerle beni üzmeğe uğraşman niye? Başka biri belki bu özel davranış ve muameleden iftihar payı çıkarabilir. Ama ben çıkaramam. Aksine kendime kızıyorum. De bana, budala mıyım yoksa zekâ zehriyle belâda mı? Hiç şüphesiz, dostluk ya da yakınlığımızın âdeta benzersiz ve tek oluşu, özel ve çok itinalı davranışlar ister. Ama bu cehennem kıvılcımı, hasta ve bencil “püflemeler”le böyle ikide bir sönmek tehlikesi geçirecek mi? Bence ve benim yönümden bu imkânsız. Sana da güven ve sevgim, gerçekten, matematiğin değil, şiirin diliyle SONSUZ… Ama. Bir “ama” var, psikolojik yapının zorunluluğu olan etkilenmemden endişe edeyim mi? Uzun sözün kısası, ne kadar seversen sev, hangi mecburiyetle gidersen git, sevdiğin ya da gittiğin kimseyi dönüp dolaşıp Ahmet Arif hikâyesine dökülünce, susturacak mısın? Bunu rica ediyorum. Çok ağır bir külfet mi acaba? Özlemin ağzına kilit vurmak da zor, susturamasan bile, dalga geçebilir, ciddiye almayabilirsin. Bunu yap bari.
  Bak, ben bir hal çaresi buldum. Uygun buluyorsan sen de böyle yap. Ben, senin hakkında senden gayri hiç kimsenin (ama hiç kimse!) dediklerine inanmayacağım, kulak asmayacağım. Farkındaysan şimdiye kadar da, belki hissi olarak, böyle davrandım. Hiç kimsenin, seni küçültücü hakaret ya da sözlerine müsaade etmeyeceğim!
  Bırakalım artık bu timsah sofrası, katil dırıltıları. Senin deyiminle “Bunlar bitti artık ve bulduk birbirimizi.” Sahi, ne oldu bu yahu? Ah, çok zalimlik ettin, çok… Demek, seni o kadar üzmüş, kırmışım ki buna mecbur oldun… Görüyorsun ya, önce otokritik! Bitti değil mi, sevgili dost? Benim yiğit, benim bahâsız kardeşim. Bir daha böyle “çocuk hastalıkları” yok! “Sen” varsın. Bildiğin, yaşadığım ve övündüğüm sen. (yahu, sen ahlâki mecburiyetten, Güner’e okuyorsun, peki o sana okudu mu, okuyor mu? Şunu niye düşünmedin, okusaydı bütün bunlar olmayacaktı, biliyor musun?)
  Leylâ, ben burada şehirdeyim. Bir müddet, ben de it hali çalıştım. Bir elbise yaptırıyorum şimdi! Ne yaparsın, çıplak gezilmiyor. Bir iş umudum daha var. Şu mahkemem bir bitsin de daha da keskin olacak. Yani, Ekim içinde ya burada kalacağım ya da oraya geleceğime dair mecburî karar verebileceğim. Doğrusu, bu kış kıyamette (Alplerden önce bizim Dördüncü Orduya; Süphan dağına kar düştü) hiç de gelmek istemiyorum. Galiba ihtiyarlıyorum, sefaleti artık hatırı sayılır bir düşman olarak düşünüyorum. Eskiden pek takmazdım… Ama bundan, senden kaçtığım, seni görmekten çekindiğim manâsını çıkarma. Çok, belki de en çok bunu istiyorum. Ama insanoğlu ve hele benim gibi bir deli şâir her istediğine, her zaman nail olamıyor. 
  İyi bir şâir olmak yolundayım sanıyorum. Sen de durulup olan biteni ve olup bitirilmeğe çalışanları anlayarak, sakince, Leylâ’ca düşünebilecek havaya bir giriver de yazdıklarımı göndereyim. Ha, anlaşmamızı unutmuş değilim. İhtiyarlayacak olsam bile, seni bekleyeceğim. Ancak bir dergiye bir şiir gönderdim. Tabii senden hiç haber alamazken. Sonra sanat basım çevrelerindeki dostlarımda bazı şiirlerim var. Olur a, onlar da fırsatını bulup yayınlarlar. Bunları sözünde durmamazlık saymazsın herhalde? Asıl olan kitaptır. O da sensiz çıkmayacak. Artık kendine gel de yazmağa başla.
Ruhum…
Mısra çekiyorum, haberin olsun.
Çarşıların en küçük meyhanesi bu,
Saçları yüzümde kardeş, çocuksu.
Derimizin altında o ölüm namumssuzu…
Ve Ahmedin işi ilk rasgidiyor.
İlktir dost elinin hançersizliği…
Ağlıyor yeşil.
  Bu parça, “Suskun”un son bölümüdür. Bilmem sana biraz bir şeyler anlatabiliyor mu? Sondan üçüncü mısra!
Yahu, hâlâ “şay” mısın? Yoksa yeniden “şay” mı oldun? Sana ne, diyeceksin belki…
  Bak, bir daha mektubuna tarih atmazsan, dininden imanından başlarım. Bu kadar da perişanlık olmaz…
  Şunu da bir iyi belle: Benim için çok mühim olan, sana âşık olmak veya âşık olmadığımı bağırıp yırtınmak değildir. Aslolan, seni kırmamak, üzmemek, kaybetmemektir. Anladın mı canım? Daha kâfi görmediğin izahlar, açıklamasını istediğin hususlar varsa yaz. Mektubunu hemen bekliyorum. Gözlerinden öperim. (Gözlerini öpemeyeceğim birine yazmak, mektup atmaktan tiksinirim. Bunu da böyle kabul edeceksin.)

Ufacık Bir Not: Bizi Facebook üzerinden takip edebilirsiniz...

2 Şubat 2017 Perşembe

SON AKŞAM YEMEĞİ

Özlem Ekici

  Sizlerle bugün Rönesans’ın en büyük ressamlarından biri sayılan Leonardo da Vinci’nin Son Akşam Yemeği adlı tablosunu ve bu tablonun içerdiğini söylenen gizlerden söz edelim istedik. Ancak bu tabloyu anlayabilmek ve ressamın yorumuna doğru bir şekilde yaklaşabilmek için öncelikle Vinci’nin yaşamını incelememiz gerekiyor.
  Leonardo da Vinci 14 Nisan 1452’de Floransa’nın Vinci kasabasında doğdu. Babası kasabanın noteri Piero, annesi de noterin ev hizmetlerini gören köle Caterina idi. Leonardo gayrı meşru bir çocuk olarak dünyaya gelmişti ve Piero hiçbir zaman Caterina’ya nikah kıymadı. Babasız kalan Leonarda’ya annesi sahip çıkmış ve bakımını tek başına üstlenmiş. Ancak annesi birkaç yıl sonra evlenmiş ve böylece Leonardo büyük babasının yanına yerleşmiş. 1466 yılına kadar burada yaşayan Leonardo, büyük babası ve büyük annesinin ölümünden sonra  Floransa’ya geri döndü. Burada Verrocchio ustanın yanına çırak girdi, resim ve deseni Verrocchio’nun atölyesinde öğrendi. 16 yıl kadar burada çalıştı.


  Günümüzde bile gayrı meşru çocukların tutucu çevrelerde kabul görmediğine tanık oluyoruz üstelik o günün Katolik İtalya’sında bu durumda bir çocuğun ne denli dışlandığını düşünmek zor olmasa gerek. Bu durum elbette Leonardo’nun annesine karşı bir başkaldırıyla başlayıp tüm kadınlardan nefret etmesine kadar gitmişti. Bunu hayatının hiçbir evresinde hiçbir kadına yaklaşmamasından çıkarabiliriz. Öte yandan tüm insanların kendisini dışladığını ve uzaklaştığını düşünen Leonardo onlara kendini kanıtlama çabasına girdi. Bu yüzden kanat takıp uçmaktan köprü yapmaya, yeni bir topun projesini çizmekten köprü tasarımlarına kadar değişik birçok dalda eser vermeye çalıştı. Bunların bazılarında başarıya ulaştıysa da çoğunluğu hüsranla bitti. Kendini kanıtlama arzusu uğruna  İtalyancayı bile soldan sağa yazmak yerine özgün olmak için sağdan sola yazmayı adet edindi. Böylelikle kolayca okunamayacak ve anlaşılamayacaktı.
 Tabi tüm bunları yaparken aynı zamanda kadavra üzerinde yaptığı çalışmalar sonucu insan anatomisinin doğrularını resim sanatına kazandırmasını, geometrik perspektive katkısının ötesinde aerial perspektivi bulmasıyla ünlü olan da Vinci’nin insan havsalasını zorlayan sanatını yadsımak nankörlük olur.

  Vinci’nin resimleri her zaman, karakterinin önde gelen özelliği kabul edilen kendine özgünlüğü ve üstün zekasının sanatsal oyunlarını içermiştir. Vinci, çağdaşlarının onda gördükleri büyük ressamın ötesinde, sözde anlatılamaz bir şiir içinde, biçimleri yıkayan buğulu alacakaranlık tekniğini bulmuş, Batı resminin en ünlü birkaç ana örneğini yaratmıştır: 1481 tarihli yarım kalmış Müneccim Kralların Tapınması (Uffizi Sarayı); Kayalıklar Meryemi (Louvre Müzesi); Son Akşam Yemeği (Milona’daki Santa Maria delle Grazie Manastırı’nda yaptığı duvar resmi); Meryem Ana, Çocuk İsa ve Azize Anna (Louvre Müzesi); La Gioconda vd.

          


         

Gelelim şimdi onun Son Akşam Yemeği adlı devasa boyutlardaki eserine.

  Leonardo da Vinci’nin Son Akşam Yemeği tablosu dünyada bu zamana kadar bilinen tablolar arasında en çok hayranlık toplayan, üzerinde en çok çalışılmış ve tekrar resmedilmiş olanlardan biridir. Öncelikle tabi ki neden devasa dediğimizi açıklayalım. Sayısız kez farklı boyutlarda resmedilmesine rağmen tablo sandığımızdan da büyük hatta orijinal boyutu 4,6 m x 8,8m. Bildiğimiz üzere tablonun İsa’nın yakalanıp çarmıha gerilmeden önce havarileriyle olan son akşam yemeği tasvir edilmiştir. Ancak da Vinci özellikle, İsa’nın arkadaşlarından birinin ona ihanet edeceğini bildiğini açıklamasından hemen sonraki tepkileri yansıtmak istedi. Da Vinci yorumunda, bu resim, İsa’nın Hıristiyanlar için kutsal sayılan ekmek ve bir kase şaraba uzandığı Eucharist denen ekmek ve şarap ayininin doğuşundan hemen önceki anı resmeder.
  Son Akşam Yemeği dünyanın kolayca bulunabilen en ikonik tablolarından biri olmasına rağmen, asıl yapıldığı yer İtalya’nın Milano şehrindeki bir manastırdır. Doğruyu söylemek gerekirse tablonun taşınması bir hayli zordur. Da Vinci, bu dini çalışmayı 1495 yılında Santa Maria delle Grazie manastırının yemekhane duvarına yapmıştır.
  Duvara resmedilmesine rağmen fresk değildir. Fresk, kireç suyunda eritilmiş madeni boyalarla, yeni sıvanmış olan ıslak bir duvar yüzeyine yapılan resimdir. Freskler ıslak zemin üzerine boyanmaktaydı. Ancak da Vinci, çeşitli nedenlerden dolayı bu geleneksel tekniği reddetti. Öncelikle, freskin sağladığından çok daha görkemli bir parlaklık elde etmek istiyordu. Da Vinci’nin freskte gördüğü daha da önemli bir diğer sorun ise sıva kurumadan sanatçının çalışmayı bitirmek zorunda olduğudur. Bu yüzden da Vinci başyapıtında yepyeni bir teknik kullandı.

Saldırı Sonrası Santa Maria delle Grazie Manastırı

  Da Vinci, her ayrıntıyı mükemmel kılmak adına sahip olduğu tüm zamanı harcayarak taş üstüne tempera boyası uygulayıp kendine has bir teknik icat etti. Da Vinci, resmi neme karşı koruyup temperayı kabul edecek bir malzeme ile duvara astar boyası uyguladı. Ancak da Vinci’nin taş üstüne yaptığı tempera deneyi başarısız oldu. Daha 16. yüzyılın başlarında boya dökülmeye ve çürümeye başlamış, 50 yıl içerisinde ise Son Akşam Yemeği’nin eski ihtişamı bir harabeyi andırmıştı. İlk restorasyon girişimleri de daha çok hatanın oluşmasına neden oldu. İkinci Dünya Savaşı sırasında atılan bombalarla resim harap oldu. Nihayetinde 1980 yılında, 19 yıllık restorasyon çalışması başladı. Son Akşam Yemeği, tamamıyla restore edilse de orijinal görünümünden artık çok çok uzaktı. Üstelik yapılan onarımlardan Son Akşam Yemeği’nin bir kısmı olumsuz etkilendi. 1652 yılında duvara resmi tutacak bir kapı eklendi. Bu inşa ile İsa’nın ayak kısmına denk gelen resmin alt kısmı kayba uğradı.


  Son Akşam Yemeği’ni bu kadar çarpıcı kılan şey, izleyiciyi dramatik sahnenin içine davet eden bir perspektifinden resmedilmiş oluşudur. Da Vinci bu illüzyonu yakalayabilmek için önce duvara bir çivi çaktı, daha sonra resmin açılarını yaratmada ona yardımcı olan işaretleri belirlemek için de çiviye ip bağladı. Bir çekiç ve bir çivi, da Vinci’nin tek kaçışlı perspektifi çizmesine yardımcı oldu.
  Son Akşam Yemeği, İsa Mesih’in çarmıha gerilmeden önce 12 Havarisi ile yediği son akşam yemeğini resmetmektedir. Eser, İsa’nın havarilerine birazdan içlerinden birinin ona ihanet ettiğinin ortaya çıkacağını açıkladığı dramatik anı yansıtır. Bu şok edici açıklamanın etkisi ile havariler sorgulama, inkar etme, suçlama ve tartışma gibi farklı yönlerde tepkiler vermektedir. Tüm bu duygusal ve ruhsal yüklü atmosfere rağmen İsa resmin tam ortasında huzur ve sükûnetini korur halde durmaktadır. İsa’nın üçlü gruplanmış havarilere göre apayrı bir noktada izole olmuş şekilde duruşu onu resimde ana karakter olarak vurgular.


Üçlü gruplanmış havarileri incelersek:
  Sol baştaki üçlü – Bartholomew, Alphaeus oğlu James ve Andrew – olay karşısında şaşırmış ve sorgulayıcı tavırlar içindedirler.
   İsa’nın hemen solunda yer alan üçlü gruptan en dikkat çekici olanı İsa’ya ihanet etmiş olan Judas’tır. Judas (Yehuda) sırrının açığa çıkmış olmasından dolayı korkmuş ve geri çekilmiştir. Paniklemiş halde geri çekilirken sağ kolu ile hemen önündeki tuzluğu devirmektedir. Yakındoğu’da sahibine ihanet etmek anlamına gelen “betray the salt” deyimine de bu şekilde bir gönderme yapılmaktadır. Judas sağ elinde bir kese tutmaktadır. Bu kese Judas’ın ihaneti karşılığı almış olduğu gümüş paraları içermektedir. Yüzü karanlık içinde olan Judas’ın kafası aynı zamanda havariler arasında da en düşük seviyededir. Judas’ın hemen ardında yer alan Peter elinde bir bıçak tutmaktadır. Birazdan odaya girecek olan askerlerden birinin kulağını bu bıçakla kesecektir.
  Bu üçlünün İsa’ya yakın duranı, en genç havari olan John (Yuhanna), kendinden geçmiş haldedir. Bu figürün aslında John yerine Magdalalı Meryem figürünü gizlice betimlemek için yerleştirildiği tartışma konusudur. Bu teoriye göre Magdalalı Meryem de son akşam yemeğinde yer almaktadır. Hatta İsa ile gizlice evlenmiştir ve ondan bir çocuk doğuracaktır. Bu sırrı resimde gizlice ifade etmek isteyen Leonardo’nun da bu figürü kadınsı özelliklerini vurguladığı John karakteri ile resmettiği öne sürülmektedir. Bu konu, Dan Brown’ın Da Vinci Şifresi isimli kitabı ile de yeniden gündeme gelmiştir.
  İsa’nın hemen sağındaki üçlüden - Thomas, Büyük James ve Philip – Thomas üzgün, Büyük James donaklamış dururken Philip ise bir açıklama bekler halde elini kaldırmış olarak betimlenmiştir.
  En sağdaki grupta – Matthew, Jude Thaddeus ve Simon – Simon’a doğru dönen diğer iki havari sorularına yanıt aramaktadır.

   Masada İsa “Eucharist” denen ekmek ve şaraplı yemek ayinin açıklamak üzeredir. İsa “Beni anmak için bunu yapınız” diyerek bu ritüele işaret etmiştir. Ekmek İsa’nın bedenini, şarap ise kanını temsil etmektedir.

  Resim Hristiyanlık kutsal üçlemesine birçok noktada gönderme yapmaktadır. Arka planda ve yanlardaki pencereler üçlü gruplar halinde yer alırken, havariler de üçlü üçlü gruplanmış, İsa ise duruşu itibari ile bir üçgen şekli çizmektedir.

  Leonardo’nun eserini çarpıcı kılan noktalardan biri sıra dışı ve etkili perspektif kullanımıdır. Duvarda yer alan bu resim bu perspektif kullanımı ile duvardan içeri giren ayrı bir oda varmış gibi bir göz yanılması yaratmaktadır. Bunun yanında muhteşem teknik aynı zamanda resmin doğallığını da gözler önüne sermektedir. Resmin özgün halinde masadaki kalay tabakların havarilerin giysilerinin renklerini yansıttığı bilinmektedir. Günümüzde İsa’nın ayakları açılan kapı nedeniyle görülmemektedir ancak zamanında görünen ayakların duruşunun çarmıha gerilmiş durumu sergilediği ve buna işaret ettiği sanılmaktadır.

  Havarilerin her birinin görüntüsünün gerçek yaşam modellerine dayandığı söylenir. Sıra hain Judas’a bir yüz aramaya gelince, da Vinci en alçak görünümü bulmak için Milano hapishanelerini gezdi. Bu Judas’ın gerçek bir suçludan esinlenerek resmedilmiş olabilirliğini akıllara getiriyor.

   Bu resme ait bir diğer teori de; İsa’nın sağında parmağını havaya kaldıran Thomas duruyor ve kimi söylentiye göre bu hareket, daha sonra İncil’deki İsa’nın ölümden sonra göğe yükselmesi hikayesine konu olan Thomas’ın parmağını resmin geri kalanından soyutlamak amacı taşır. Thomas, İsa’ya şüpheyle bakar ve bu yüzden ona inanmak için parmağıyla İsa’nın yaralarına dokunmak ister.

  Judas’ın önüne dökülen tuzun ihaneti temsil ettiğini ya da ihanet etmek için seçilmiş olmasındaki kötü şansın bir işareti olarak görüldüğü söylenir. Aynı şekilde, sunulan balıkla ilgili de farklı yorumlamalar vardır. Resimdeki bir yılan balığı ise bu, öğretiye yani İsa’ya olan bağlılığı temsil eder. Ancak, balığın cinsi ringa ise, bu yiyecek dini inkâr eden bir inançsızı simgeliyor olabilir.

   Son Akşam Yemeği bir dizi teoriye ilham vermiş ve popüler hikayelere de ilham kaynağı olmuştur. Tapınak Şövalyelerinin Gizli Tarihi adlı kitapta, Lynn Picknett ve Clive Prince, İsa’nın solundakinin John değil, Mary Magdalene olduğunu ve Son Akşam Yemeği’nin, Roma Katolik Kilisesince İsa’nın gerçek kimliğinin saklandığının önemli bir kanıtı olduğunu öne sürer.
  Müzisyenler Son Akşam Yemeği’nde saklanan asıl mesajın tabloya eşlik eden bir beste olduğunu iddia etmişlerdir. 2007 yılında, İtalyan müzisyen Giovanni Maria Pala, da Vinci’nin tablosunda belirgin kompozisyon içinde kodlanmış notalar olduğunu ileri sürerek bu notaları kullanıp 40 saniyelik kasvetli bir şarkı ortaya çıkardı.
  Üç yıl sonra, Vatikanlı araştırmacı Sabrina Sforza Galitzia tablonun matematiksel ve astrolojik işaretlerini, da Vinci’nin dünyanın sonu ile ilgili bir mesaj verdiğine yordu. Galitza, Son Akşam Yemeği’nin, dünyayı silip süpürecek sel felaketin 21 Mart 4006’da başlayıp 1 Kasım 4006’da kıyametin kopmasıyla sona ereceğini işaret ettiğini öne sürer.

Sadece Da Vinci Şifresi’ne ilham kaynağı olmadı elbet. Da Vinci’nin Yehuda için yüzyıllardır uygun bir model aradığı hikâyesi, resmin herkesçe bilinen mitolojik bir yanınıdır. Da Vinci, o modeli bulur bulmaz onun bir zamanlar kendisine İsa figürü için modellik yapan adam olduğunu hemen fark etti. Üzücü olan, yıllarca süren zor yaşam ve günah onun bir zamanlar var olan melek yüzünü mahvetmişti. Bu, etkileyici bir hikâye olduğu kadar aynı zamanda tamamıyla da yanlış bir hikâyedir.
  Bu hikâyenin doğru olmadığını nereden biliyoruz? Birincisi, da Vinci’nin ertelemeci huyundan dolayı Son Akşam Yemeği resmini tamamlamasının yaklaşık üç yılını aldığına inanılır. İkincisi, kendini fiziksel olarak gösteren ruhsal çöküş hikâyeleri varlığını uzun süre sürdürmüştür. Bu süreçte birisi, benzer bir hikaye ile Son Akşam Yemeği’ne ahlaki bir mesaj yüklerken bu mesaja tarihi bir tutarlılık da ekleme çabasına girmiş olabilir.
  Güzel sanatlar ve popüler kültür, taklit ve parodilerle Son Akşam Yemeği’nin çok ekmeğini yemiştir. Buna; 16. yüzyıl yağlı boya reprodüksiyonundan, Salvador Dali, Andy Warhol, Susan Dorothea White ve eserinde çikolata şurubu kullanan Vik Muniz’e kadar birçok örnek verilebilir.
  Son Akşam Yemeği’nin farklı sunumu Mel Brooks’un Dünya Tarihi, Bölüm 1 komedisinde, Paul Thomas Anderson’un Gizli Kusur adlı kara filminde ve Luis Buñuel’in Vatikan tarafından “dine küfür” olarak yorumlanan filmi Viridiana’da görülebilir. Da Vinci Şifresi ve Futurama’da ise olay örgüsünü oluşturmaktadır.
    

  Son Akşam Yemeği, İtalya’da görülmesi gerekenlerden biri olmasına rağmen, bulunduğu manastır büyük kalabalıklar için inşa edilmemişti. Resmin, yalnızca 20-25 kişilik gruplar halinde 15 dakika ziyaret edilmesine izin verilir. Son Akşam Yemeği’ni görmek için en az iki ay öncesinden bilet alınması ziyaretçilere önerilir. Ayrıca uygun kıyafetler giydiğinize emin olun; aksi takdirde manastırın kapısından geri çevrilme ihtimaliniz de var.


Ufacık Bir Not: Bizi Facebook üzerinden takip edebilirsiniz...


30 Ocak 2017 Pazartesi

Zweig’den Veda

Özlem Ekici
 Geçtiğimiz aylarda Avusturyalı Yahudi yazar Stefan Zweig’in intihar mektubu, İsrail Ulusal Kütüphanesi tarafından internetten yayınlanmıştı.

  Kütüphane, ünlü yazarın 70’inci ölüm yıldönümünde, aralarında intihar mektubunun da olduğu birkaç belgeyi internet üzerinden okurlara sundu, bunların içinde Zweig’in intihar mektubu da vardı. 1881 doğumlu Stefan Zweig, 1934 yılında Adolf Hitler ve Nazi ideolojisinin iktidara gelmesi sonrası Avusturya’yı terk etmişti. Önce İngiltere ardından ABD’ye giden Zweig, 22 Şubat 1942’de hayatına son verdiği Brezilya’ya yerleşmişti.

  Brezilyalı bir doktor, Almanca intihar mektubunu 1960’larda bir polis memurundan almış ve 30 yıl sonra da İsrail Ulusal Kütüphanesi’ne bağışlamıştı. “Amok Koşucusu”, “Yürek Çöküntüsü” gibi birçok kitabı Türkçe’ye de çevrilen Zweig’ın, karısı Lotte ile intiharına, Hitler’in dünya düzenini kalıcı sanmasının verdiği karamsarlığın yanı sıra, kendi dünyasının asla bir daha var olmayacağı düşüncesi neden olmuştu.

   Beni “Satranç” ve “Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu” kitaplarıyla kendisine ve dehasına hayran bırakmıştı. Hayatına dair birçok araştırma yapsam da hiçbiri bu intihar mektubu kadar beni etkilemedi. Benim için böyle bir adamın intiharı zaten yeterince ilginçti lakin bu mektuptaki son satırlar daha çok ilgimi çekti. Okuduğunuzda Zweig’in aslında özgürlüğüne ne kadar bağlı olduğunu ve yıllarca oradan oraya savrulmanın onu ne kadar yorduğunu bir kez daha anlıyorsunuz. Çok da uzatmadan o son satırlarını okuyalım, işte Zweig’in Vedası:

Özgür iradem ve açık bir bilinçle bu yaşamdan ayrılırken, son bir sorumluluk yerine getirilmeyi bekliyor: Bana ve işimi yapmama huzurlu bir ortam sunan harika ülke Brezilya’ya içten teşekkürlerimi sunmak. Her yeni günle bu ülkeyi daha çok sevmeyi öğrendim, ruhsal anavatanım Avrupa kendi kendini yok ettikten ve ana dilimin dünyası yok olduktan sonra, dünyanın hiçbir yerinde hayatımı bu kadar severek yeniden kuramazdım. Ama altmışıncı yaştan sonra tam anlamıyla yeniden başlamak çok özel bir güç gerektiriyor. Ve benim gücüm yıllar süren vatansız yolculuklardan sonra iyice tükendi. Bu nedenle hayatımı doğru zamanda ve doğru bir şekilde sonlandırmamın iyi olacağına inanıyorum. Ki hayatım boyunca tinsel uğraşım en büyük haz kaynağım ve kişisel özgürlüğüm en yüce değerim oldu. Bütün dostlarımı selamlarım! Hepsine uzun geceden sonra gelen tanın kızıllığını görmek nasip olsun! Ben, her zamanki sabırsızlığımla önden gidiyorum. 
Stefan Zweig Petropolis 22.11.1942


1 Ocak 2017 Pazar

Oyuncağımı Benden Almayın!

Özlem Ekici

   Toprağını kaybetmiş bir dünya, yeşilliği solup gitmiş bir orman, yıldızları sönmüş bir gökyüzü... Tüm bunların bir farkı var mıydı oyuncağını kaybetmiş bir çocuktan?
Ve 'mutluyum' dedim geceye.
'Ben mutluyum. Bu sefer mutluluğumu benden alamazsın.'
Oysa karanlığın varlığı bile yeterliydi beni almak için. Hayallerimin bekçileri, karanlığın bir üfleyişiyle uçuvermişlerdi benden uzağa. Çünkü anlamsızdım. Çünkü gülümsemelerim bile anlamsızdı. Tüm mutluluğum plastik birer oyuncak gibiydi ufak bir çocuğun ellerinde. Ve ben o ufak çocuktum işte. Dokunulmaktan bile ürken, her gülümseyişi nedensiz kılabilen, ağlayan, içten içe haykıran ufak bir çocuk.

     Korkuyordu bu çocuk. Ölümden değil de yaşamın ta kendisinden korkuyordu. Sahip olamadıklarına asla sahip olamayacağından değil, sahip olduklarını kaybedebileceğinden korkuyordu. Ve dışından aptalca bir gülümseme takınırken içinden somurtuyordu sonsuzluğa. Tıpkı zaaflarından sıyrılmayı başaramamış bir oyuncu gibi boynu bükük iniyordu sahneden aşağı. Hayallerini kaybediyordu bu çocuk. İçten içe umudu yok olurken ağlıyordu. Oysa kimse duymuyordu onu. Çünkü herkes o sahte gülümseyişe kanıyordu. Çünkü herkes gözlerini kapıyordu gerçeğe. Çünkü kimse görmek istemiyordu gözlerindeki o bakışı, o anlamsızlığı...

     Toprağını kaybetmiş bir dünya, yeşilliği solup gitmiş bir orman, yıldızları sönmüş bir gökyüzü... Tüm bunların bir farkı var mıydı oyuncağını kaybetmiş bir çocuktan? Hayır, hiç sanmıyorum. Gerçek oyuncağın yerini alamaz asla sahte, plastik bir oyuncak... Bir gülümseyiş asla saklayamaz gözyaşlarını. Ama yine de görmek istemeyenler göremez; sahtekarı ayıramaz gerçeğinden. Ve bilmek istemeyenler duyamazlar asla gerçeği.

     Ne yazık ki bilmek istemeyenler çevrelemiş bu çocuğu. Ne yazık ki sağır ve dilsiz olduğunu fark edemeyenler manipule etmiş onu. Ve çocuk en sonunda anlamış, gerçeği bilmiş, gerçeği duymuş. Ve çocuk anlamış kimsenin onu dinlemeyeceğini. Ve dinleyen olmadıkça asla kurtarılamayacağını fark etmiş. Gözlerini kapatmış hayata. Geride bir damla gözyaşıyla... Kulaklarını tıkamış insana... Ardında kesik bir çığlıkla...

     'Hoşçakal gece' demiş yalnızca.
     Hoşçakal bilemeyenlerin dünyası!
     Elveda sana!
     Elveda çığlıklarımın sonsuz yankısı!!


Ufacık Bir Not: Bizi Facebook üzerinden takip edebilirsiniz...


8 Aralık 2016 Perşembe

KAFKA'NIN BEBEĞİ

Özlem Ekici
   Hikayeye göre günün birinde Franz Kafka rutin yürüyüşlerini yaptığı parkta küçük bir kıza rastlamış. Kız ağlıyormuş. Oyuncak bebeğini kaybetmiş ve bu onu oldukça üzmüş. Kafka, bebeği onun yerine aramayı önermiş ve ertesi gün aynı noktada buluşmak üzere sözleşmişler. 

  Sonra Kafka vakit yitirmeden eve koşup bir mektup yazmaya başlamış. Bebek tekdüzelikten, hep aynı insanlarla yaşamaktan bıkmış, artık dünyayı gezmek, yeni arkadaşlar edinmek için seyahate çıktığını yazmış. Bu mektubu buluştuklarında kendisine okumuş;
“Lütfen benim için kederlenme, dünyayı görmek için uzun bir yolculuğa çıktım. Sana başımdan geçenleri anlatacağım.” diye de eklemiş mektubun sonuna.

   Bu birçok mektubun ilkiymiş. Kafka, küçük kızla her buluştuğunda sevgili oyuncak bebeğin hayali maceralarını özenle yazdığı mektuplardan ona okurmuş. Küçük kız da bu şekilde avunurmuş.

  Derken gün gelmiş, görüşmelerin artık sonu gelmiş. Kafka, son görüşmede küçük kıza bir oyuncak bebek getirmiş. Küçük kız, aslından oldukça farklı olan oyuncak bebeğe şaşkınlıkla bakakalmış. Bebeğe iliştirilmiş bir not küçük kızın şaşkınlığını gidermiş: “Yolculuğum beni çok değiştirdi.”

  Uzun yıllar sonra, artık bir yetişkin olmuş olan küçük kızımız, gözü gibi baktığı bebeğinin, gözünden kaçırdığı bir çatlağının içine sıkıştırılmış bir mektup bulmuş. Kısaca şöyle yazmaktadır :

“Sevdiğin her şeyi er ya da geç kaybedeceksin, ama sonunda sevgi başka bir surette geri dönecek.”

*******

   Kafka hakkında bu hikayeyi daha önce okudunuz mu bilmiyorum ama okuduysanız bile dahası var bu hikaye hakkında. Peki ya Kafka'nın son eserini bu küçük kızın yüzünü güldürmek için yazdığını söylesem. Oyuncak bebeğini kaybettiği için hıçkıra hıçkıra ağlayan bir küçük kızın yüzünü güldürmek, onu yeniden hayata bağlamak için bir eser yazar mıydınız? Franz Kafka yazmış, Gert Schneider’ın Kafka’nın Bebeği adlı romanında bunları daha ayrıntılı olarak bulabilirsiniz. :)

  Hayatının son yıllarını Berlin’de geçiren büyük yazar Franz Kafka hergün yaptığı gibi parkta yürüyüşüne çıkmış. Tabi onca işine gücüne, onu hızla tüketen hastalığına rağmen Kafka'nın bu mektup yazma işine girmesi garibime gitmedi de değil hani. Son günlerini birlikte geçirdiği sevgilisi Dora Diamant “Sadece küçük bir kızı kandırmak için değil, eserlerini yaratırkenki ciddiyetle, adeta yazınsal bir tutkuyla yazıyordu” diye anlatıyor bu durumu.

  Yani Kafka son büyük eserini, 1923’te, küçük bir kızın gözyaşlarını dindirmek için yazmış aslında. Dora Diamant’ın röportajlarında ve yazılarında anlattıklarına göre, aksatmadan her gün parka gidip kıza yeni mektuplar okuyor, bebeğin büyüyüp okula gitmesini, yeni insanlarla tanışmasını anlatıyormuş. Amacı küçük kızı, bebeğin hayatından tamamen çıkacağı âna hazırlamakmış. Sonuncu mektupta bebeği evlendirmiş, hatta ona gayet şenlikli bir düğün merasimi tasarlamış. Bir yazarın harikulade yalanı olsa gerek bu. :)

    Kafka'nın bu küçük kızla birkaç ay süren ve rivayet olabilir şüphesi hala bulunan hikayesi Gerd Scheneider tarafından "Kafka'nın Bebeği" adıyla romanlaştırıldı. Bu romanda Kafka'nın kayıp el yazmalarını, mektuplarını ve eserlerini gün ışığına çıkarmayı, hayatının gölgede kalmış noktalarını aydınlatmayı amaçlayan "Kafka Projesi" kapsamında yazıldı. Bilindiği üzere Kafka'nın eserlerinin çok azı elimizde. Eserlerinin bir kısmını kendisi yakmış, bir kısmı da ailesinden geri kalanların Nazi kamplarında öldürülmesinden dolayı ulaşılamamıştır. 

  Şimdilerde Kafka uzmanları ve okurları, yazarın son aylarını birlikte geçirdiği sevgilisi Dora Diamant tarafından aktarılan bu hikayenin somut kanıtlarını, yani bebeğin ağzından küçük kıza yazılan mektupları bulmanın peşinde… O zamana dek, Gert Schneider’ın kısmen belgeleri tarayarak, kısmen de hayal gücünü kullanarak yazdığı romanı okuyun derim. Edebiyatın kimi zaman hayat kurtaracak kadar güçlü olabildiğini görmek için okunması gereken bir kitap olduğunu düşünüyorum.

  Tabi araştırdığınızda göreceksiniz ki bu hikayeyi ilk yazan Gert Schneider değilmiş. Evet, bu hikayeye Paul Auster "Brooklyn Çılgınlıkları" adlı romanında da yer vermiştir. Paul Auster bu olaya: “Küçük kız, yazı sayesinde sayesinde bebeğini özlemekten, aramaktan vazgeçmişti. Kafka, bebeğin yerine başka bir şey vermişti ona. Bir hikâyesi vardı artık. İnsan bir hayal âleminde, bir hikâyenin içinde yaşayabilecek kadar şanslıysa eğer, gerçek dünyanın acıları sona erer. Hikâye devam ettiği sürece gerçek yoktur.” diyerek yer vermiştir.

  Bu olayı aslında Kafka açısından da değerlendirmek gerekiyor ki bu arkadaşlık ve mektuplar sayesinde tekrar yazma tutkusuna sarılmıştır. Ölümün pençesinde olan bir yazar için hayatına daha bir şevkle bağlanmasını sağladığı görüşündeyim. Yani bu mektup yazma hem küçük kız hem de Kafka için hayatlarına devam etmeyi sağlayan yararlı bir olaydır.

  Sonuç olarak bu hikaye gerçek de olsa, sadece iyi niyetli bir rivayetten ibaret de deseler, gerçekten güzel. Sonuçta bizde uyandırdığı duyguların gerçekliğini biliyoruz. Gönlümüz yele tutulmuş gelincik çiçekleri gibi titrek, zihnimizde gönül kazanmaya dair derviş hikayeleri de sökün ediyorsa hikayenin gerçek veya kurgu olması neyi değiştirir ki? 

Kitaptan bir alıntıyla son bulduruyorum yazımı. Bir dahaki yazıda görüşmek dileğiyle. Yorumlar kısmında düşüncelerinizi ve görüşlerinizi bekliyorum. :)

Yere düşen bir çocuk, ortamdakileri kahkaya boğmuşken Franz, alçak ama kararlı bir sesle “Ne kadar da ustalıkla düşüp ve ne kadar da ustalıkla ayağa kalktın sen öyle!” der. Sessizleşir herkes.


Ufacık Bir Not: Bizi Facebook üzerinden takip edebilirsiniz...


2 Aralık 2016 Cuma

ÖZGÜRÜZ(?)

Özlem Ekici


William Wallace soruyor, "Özgürlüğünüz olmazsa ne yaparsınız?"
Siz ne yapıyorsunuz?
Özgürce kölelik… Kölelik hakkımızı kullanıyoruz… Bu yazıyı okuyorsunuz ve bu yazı bilgisayarınızın içinde. Ayaklarınız yıllardır toprağa değmedi. Yağmurdan kaçıyorsunuz çünkü hasta olmaktan korkuyorsunuz. Hasta olursanız işe gidemez, borçlarınızı ödeyemezsiniz. Okula gidemezsiniz,eğitiminiz yarım kalır, ki bu kötü bir gelecek demektir değil mi?
"Ben özgürüm!" diyebiliyor musunuz?
Özgür değilsiniz. Sadece zincirleriniz uzun.
Bu sizin hatanız. Atalarınızın yolundan gitmeyi reddettiniz ve, "Bizler modern insanlarız!" dediniz. Ama bu köleliğiniz daha az yağmur yağmasına, buzulların erimesine, gezegenimizin ikliminin bozulmasına, araçlarınız için petrol savaşları çıkmasına ve daha binlerce olumsuz şeye neden oldu, olacak.
Özgür değilsiniz!
Borçlarınızla kölelleştirildiniz. Yağmur yağmıyor artık. Yağsa bile felaketlere neden olacak kadar şiddetli yağıyor. Artık rahatlayabilirsiniz. Cep telefonlarınızla, msninizle vs. konuşmaya, marketleri adeta soymaya devam edebilirsiniz artık.
Özgür değilsiniz!
Özgür olmak bedel ödemeyi gerektirir çünkü!
Özgür olsanız sudan çıkmış balığa dönersiniz!
Özgür değilsiniz!
Yaşamlarınıza kölesiniz!
Yaşlanmadan ve pişmanlığınız anlamsızlaşmadan modern hayatın kıçına tekmeyi basın!
Eğer evinizdeki televizyonu paramparça edemiyorsanız en azından uzak durun ondan, izlemeyin. İnternetinizi, cep telefonlarınızı, hormonlu meyvelerinizi, kimyasal boyalarla şirinleştirilmiş market ürünlerinizi terk edin.
Özgürlük kurtlu elma yemektir bu yüzyılda…
Özgür değilsiniz!
Dört mevsim kıpkırmızı, sulu yani hormonlu elmalar yediğiniz sürece de köle kalacaksınız!
Şirketlere köle, devletlere, insan eliyle yapılma kanunlara…
Geçen akşam bir Kemal Sunal filmi vardı. "Deli Deli Küpeli"  filmi, hani akıl hastanesinden kaçan 2 kişi bir kasabaya geliyor ve Kemal Sunal’ın oynadığı karakter bir şekilde belediye başkanı oluyor ve bir sahnede diyor ki, "Eğer kanunlar vatandaşın acı çekmesine neden oluyorsa o kanunu kaldırıyorum!"
Özgürlük cebinizde para olunca yaşadığınız şey değildir. Sizi ve beni böyle kandırdılar.
İlk insanlar avdan elleri boş dönünce avı iyi gitmiş diğerleri avlarını onlarla paylaşırdı.
Biz modern insanlar kilit üzerine kilit vuruyoruz evlerimizin kapılarına…
Özgür değilsiniz!
Kurtlu elmaya dönün.
Yaşam kurtlu elmalarda.
Yaşam birazı çürük görünen sebzelerde, yaşam üzerinize yağmur yağarken göğe bakıp şükretmekte…
Kurtlu elmaya dönün!
Gerçek insanlara dönün!
Gerçek insanlar olun!
Yüzünüzü doğaya dönün!
Kurtlu elmalarla barışın!
Makyaj yapmayan kadınlara aşık olun!
Gerçek erkeklere aşık olun!
Bebek gülüşlerine iman edin!
Vantilatörlerle değil kelebek kanatlarıyla serinleyin!
Tutkunuzla ısının!
Gerçek insan olmayı hatırlayın!
O yani gerçek insan içinizde bir yerde… O ölmedi,onun ruhunu değil bizzat kendini çağırabilirsiniz!
Size gelecektir!
Özgürlük son model bir arabayla hız yapmak değildir!
Özgürlük çamurlu ayaklardır!
Özgürlük dağınık saçlardır!
Özgürlük ter kokmaktır!
Özgürlük domatesi kendi bahçenizde yetiştirmektir!
Modern hayatın kıçına tekmeyi basın!
Özgürlük kurtlu elmalardadır!

Kurtlu elmalara dönün!


SAHİP OLDUKLARIN SONUNDA SANA SAHİP OLUR!


Ufacık Bir Not: Bizi Facebook üzerinden takip edebilirsiniz...

Özlem Ekici, Personal Blogger Templates | Blog aa

Levla'nın Not Defteri - Kişisel Blog | Bütün Hakları Saklıdır | Copyright © | 2016 - 2023