Düzen kurmak
kadar var olan düzeni yıkmak da zordur. Yeni bir şeylere alışmaya çalışırken
eski diye kopmaya çalıştıkların, bir türlü kopamadıkların da seninle sürüklenir
oradan oraya. Kitapların, arayıp bulamadığın kazakların ve küflenmiş
çorapların. Hepsini bir araya getirdiğinde eskimiş olduğuna karar veriyorsun. Geçmiş
belirginleşmeye başlayınca hiçbir şeyi avunma aracına dönüştüremiyorsun. Benim
böyle oldu. Yatağın bir ucuna oturup bunları düşünmek bile eskiliğini
çağrıştırıyor. Ufaldığını, bir cisim haline büründüğünü hissediyorsun. Şöyle
dedim: eski orada bıraktıkların değil, yanında bir türlü kopartamadıklarındır.
Şimdi kendim dahil
her şeye eskimiş bakıyorum. Putlaştığımı, üzerine bilmem kaç kat boya çekilmiş
duvarlara dönüştüğümü görüyorum. Üstelik hepsini aynı gözlerle izliyorum. Eller
aynı, dirseklerim aynı. Kabuk tutmuş dirsek uçlarım, etleri katılaşmış. Düzenin
kendisiyle de iyi ilişkiler kuramadım. Belki de ondan. Kabul görmediğin her
şeyle iç içe olmak insanı eskiye dönüştürüyormuş. Benim bunları anlamam on
dokuz yılıma ve yedi ayıma mal oldu.
Şimdi baktığım
duvar daha diri, tavanında daha güçlü ışıkları olduğu için daha aydınlık
görünüyor. Işıkları kapayıp uyumak gelmiyor içimden. Sabahın erkeninde iş var
oysa. Gidip hesap vermek var. Yan yana sıralanıp birbirimize hiç olmadığımız
kadar gülmek var. Kendimin dışında kalan her şey var sabahın erkeninde. Bir ben
yokum. Çok fazla cümle, yol, itina var. İyi de bir ben yokum. Ben neden yokum?
Her şeye uygun
cümlem var. Evet, fakat kendime sıra gelince yok. Uçuşan, toza dönüşen bir
nesne olarak yaşantıma kaldığım yerden devam ediyorum. Bir sebebi de yok. Dönüp
gelince yığınların içinden sıyrılınca gördüğüm insanlar kadar sorular var. Her
insan için kendime bir soru sorarak bitiyor gün. İyi de ben böyle bir hesabın
içinde olmayı kurgulamadım. Basit olmayı kovaladım. Karşılaştıklarım karmaşa
yarattı. Öyle oldu. Olmasa anlatma ihtiyacı duymazdım.
Bütün bunları
balkona anlattım. Tavanda asılı ışığa ve yeni duvara. Balkon bana baktı. Işık
bana baktı. Duvar bana. Bu da böyle bir yazıydı. Sevgilerle...
Ahmed Arif’in büyük sevdası Leyla… Leylim Leylim’i.
Leylim Leylim; Ahmed Arif’in Leyla Hanım’a yazdığı mektuplardan oluşan bir kitap. 1954-1957 ve en son 1977’de olmak üzere 60’ın üzerinde mektup göndermiş Ahmed Arif. Leylâ Erbil bu mektupları yaşamının son günlerine kadar özenle saklamış. Hastalığının ağırlaşmaya başladığı, belki de pek fazla ömrünün kalmadığını fark ettiği günlerde bu mektupları gün yüzüne çıkartmaya, bastırmaya karar vermiş. “Onun gibi bir adamın, büyük bir şairin yazdıklarının basıldığını niye görmeyeyim” diye düşünüyormuş. Mektupların kitaplaştığını görmeye ise ömrü yetmemiş.
Hikaye başladığında, Leylâ Erbil henüz 23 yaşında, İstanbul’da yaşıyor, orta halli bir ailenin çocuğu. Lise yıllarında şiir yazarak edebiyata başlamış. 14 yaşındayken şiirleri bir taşra dergisinde yayımlanmış (1945). İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi İngiliz Filolojisi Bölümü’nde öğrenime başlıyor. 1951’de kısa süren ilk evliliğini yapıp üniversiteyi bırakıyor. 1953 sonunda hayranı olduğu Sait Faik’le tanışıyor. “Şiirlerimi eleştirdi, hikâyelerimi övdü. Alıngan, sinirli, dürüst, utangaç ve alabildiğince alçakgönüllü bir adam… Yüreklendirdi beni; ben de kararımı düzyazıdan yana koydum. Oysa aynı yıllarda Ahmed Arif şair olduğumda ısrar ediyordu…” diyerek anlatır durumunu. Erbil’in ilk öyküsü “Uğraşsız” Ahmed Arif’in yüreklendirmeleri, Metin Eloğlu’nun yönlendirmesi ile 1956’da Seçilmiş Hikâyeler dergisinde yayınlanıyor ve yerleşiyor.
İkili tanıştıklarında Leyla Erbil de Ahmed Arif gibi yalnız. Hatta o dönemdeki mektuplar daha bir flörtöz havada gibi ama araya üçüncü kişilerin neden oldukları yanlış anlamalar ve uzaklaşmalar girmiş. O ara Leyla Erbil eşi Mehmet ile tanışmış. İkili arasındaki anlaşmazlıklar halledildiğinde Leyla Hanım evlilik kararını almış çoktan.
Ahmed Arif’in bu konuda da sessiz bir kabullenişi var. Hatta Leyla Erbil’e ‘düğün hediyesi’ olarak bir de şiir gönderir: Suskun. O ne olursa olsun Leyla Erbil’i hayatında tutma derdinde o sıra. Öyle bir yere oturtmuş ki genç kadını, neredeyse bir Tanrılaştırma söz konusu ki bunu Ahmed Arif de kabul ediyor.
Leyla Hanım evlenip Ankara’ya yerleşiyor. Birbirlerinin sanatları üzerine etkileri de göz ardı edilemeyecek cinsten. Ahmed Arif zaten yazdığım tüm dizelerde sen varsın demeye getiriyor. Leyla Hanım’ın yazması konusunda da acayip teşvik edici oluyor. Yine de neticede bir şeyler olmamış, olamamış… Bu olmamışlık da en az Ahmed Arif kadar dokunuyor okuyana.
Ahmed Arif’in Leyla Hanım’a mektup yazdığı dönemde başı dertte. Siyasi davalarla uğraşıyor, yargılanıyor, sürgün cezası yiyor, iş bulamıyor bulsa da bir süre sonra siyasi niteliği anlaşılıp işten atılıyor, yoksul ve sıkıntılı bir hayatı var. Diyarbakır’da yaşıyor, Urfa’ya sürgün ediliyor. Kitaptaki ilk mektup Bismil’den. Çoğu mektupsa Diyarbakır’dan yollanmış. Bu boğucu günleri yazarak aştığı anlaşılıyor. O dönemde tüm siyasi engellemelere rağmen yoğun bir yayın hayatı olmuş. Şiirin yanında birçok eleştiri ve deneme yazmış. Tek kitabı “Hasretinden Prangalar Eskittim”in birçok şiirini bu dönemde yazmakla kalmamış, sonradan yok ettiği bir roman da kaleme almış. Hemen her mektupta Leylâ Erbil’e yeni şiirler yolluyor, yazdığı şiirlerden söz ediyor, dizeler paylaşıyor. Birçok şiirinin yazılış öyküsü hakkında önemli bilgiler var mektuplarda. Bazı şiirlerin yazılırken nasıl bir süreçten geçtiğini, nasıl değişip son halini aldığını da görüyoruz. Şiirle birlikte yaşama tutunmasını sağlayan en önemli şey Leylâ Erbil’le ilişkisi. Ona aşkla bağlı. Görüşlerine çok önem veriyor. Her yazdığı dizede desteğini arıyor. Yazdıklarının çoğu bir anlamda Erbil’e aşkının da ilanı. “Sana ulaşmadan, kavuşmadan da bazı iyi mısralar yakaladığım oluyordu. Senden sonra, yahut seninle daha bir şair oldum” diyor bir mektubunda. İlk şiir kitabını Leylâ Erbil’le birlikte çıkartmayı hayal ediyor, Erbil’i şiir yazmaya teşvik ediyor. Onu yayın dünyası hakkında uyarıyor. Şiirlerini, öykülerini dergilerde yayınlatmasında yardımcı olmaya çalışıyor.
Ahmed Arif, derin bir tutkulu ile bağlı olduğu Leylâ Erbil’e olan aşkının somutlaşıp bir ilişkiye dönüşemeyeceğinin, platonik kalacağının farkında. Bu yöndeki arzusunu belirttiğinde de Erbil’in ona gerçekleri hatırlattığını anlıyoruz. Ahmed Arif 27, Leylâ Erbil 23 yaşında ama Erbil’in çok daha olgun davrandığı anlaşılıyor. Erbil, çoğu mektuba cevap yazmayarak da tavrını bildirmeye çalışmış. Dost kalalım demiş, Ahmed Arif de bunu kabullenmiş. Nihayette de Leylâ Erbil bir mektupla bu ilişkiyi bitirmiş. Tüm bunları Ahmed Arif’in yazdıklarından çıkartıyoruz.
Dediğimiz gibi; olmamış, olmamış… Ahmed Arif’in Yarı parçan imzasıyla gönderdiği mektupların sonucunda bi'aşk yarım kalmış.
Kitaptan: 15 Mayıs 1954 Ankara Leylâ, Canım, Kayb, berbat ve sessizim… Sessiz ve dolu: Allahtan ki sen varsın. Yoksa halim korkunçtu. Burası bir köy! Yakınlarımın bütün ısrar ve gayretine rağmen, hemen anneme gideceğim. Pazartesiye trendeyim. Eve gidince senin mektubunu bulmalıyım. Anneme ilk sorum o olacak zaten. Sen nasılsın ömrüm? Son telefonda canını sıktım mı? Ben artık annenden korkmuyorum. Aksine onu, kendi annemmiş gibi seviyorum. Buna ne dersin? Hınca hınç mısra doluyum. Kara ve yeşil fon, hepsinde hâkim. Biraz kendime geleyim, mendillerine, bluzlarına, yastığına mısralar serpeyim. Ha? Fotoğrafındaki “halbuki…”yi hâlâ anlayabilmiş değilim. Anlatır mısın? Bütün bunlar, beyhude biliyorum. Şaheser olan, benim uçakla oraya gelebilmemdir. Allah kahretsin, bu hastalık, bu rezaletler ve bu aile mecburiyetleri… Ne yapsam? Gözlerinden öperim canım. En çok da burnundan. Gülme, ciddi söylüyorum. Yarı parçan.” “Canım benim, Bilir misin, ‘canım’ dediğimde içimden canımın çıkıp sana koştuğunu duyarım hep.” “Öpüyorum ama doyamıyorum. Mutluluk ya da cehennem bu galiba. Sana doymak, korkunç ahmaklık olur. Hadi gel …” “Seni cehennem bir hasretle öperim.” Şu mektupla da son bulsun yazımız: “Leylâcık, Bazıları öyledir, okumazlar, ciddî düşünemezler. Gene de aydın olmaktan vazgeçemezler. Hatta aydın kişi oldukları için kendilerinde mutlu bir baht, gizli de olsa, bir müstesnalık bulurlar. Bu, bir toplum derdidir. Ferdi bunlardan ötürü ayıplamak pek doğru ve yerinde olmaz. Bilirsin ki insan, muhitiyle doğru orantılı gelişir, örnekleşir vs. Şimdi bunları niye yazıyorum değil mi? Aramızda ve etrafımızda öyleleri var ki, onlarsız edemeyiz demeyeyim de, rahatça münasebetlerimizle öyle bir tiryakilik peyda etmişizdir ki kopamayız. Kopmak da yanlış ve zararlı. Bunları böylece kabullenmeliyiz, az çok kendimizde de bu haller vardır. Bu tiplerin belirli vasıflarından biri boşluk, ne yapacağını bilmemezlik, eğlence ya da bir iş uydurma gayretidir. Dedikodu cadısı bunların alt şuurunda tezgâh kurmuştur. Bir hamallar, bir de bilginler dedikodu yapmaz, işleri, gerçekten buna ne vakit bırakır ne de müsaade eder. Kimselere hor bakıyorsam, gözlerim kör olsun. Sevdiğim, sevdiktir gene. Ama seninle aramızı bu hale getirenleri affedemem. Tahminlerim yüzde yüz sıhhatli olmayabilir. İnşallah aldanıyorumdur ve bütün kabahat bendedir. Böylesi daha kolay halledilir çünkü, ama sana yazdığım gibi, kimseye hakkımda ya da hakkımızda konuşmak, gevezelik yapmak imkânını bol keseden bağışlama. Yahu bana yazmağa, hasta mı, ölü müyüm, halimi sormağa tenezzül etmeyen veya üşenen bir kimse, ne hak ve cesaretle hâla arkadaşlarımla, sevdiklerimle oturup beni konuşur? Bu tek taraflı hürriyet hangi din, hangi mezhep, hangi cihanda varmış? Yani bu değerli kimseyi tanımakla pişman mı olayım? Ben, askerde, hapiste, tımarhanede, okullarda bir alay değerli, hünerli veya hünersiz insan tanıdım ama hiçbirinden pişmanlık duymadım. İlle rahatsız edilmek istemiyorsam, bu işin sonunda zararlı çıkacak olan ben değilimdir. Beklemesini, dayanmasını bilen biriyim, ama çok ayıp ve yazık olur. İnşallah buna mecbur olmam. Kafanı şişirmeyeyim. Şu şu şu kimseyle konuş, filân filânla konuşma da diyemem. Ne terbiyemiz ne de insanlığımız ve dostluğumuz bu seviyeye düşmez. Ancak artık senin de bir kesin karar alman gerek. Hattâ geciktin bile. Bir hal çaresi bul da ne yaparsan yap. Ben kendi düşüncemi bundan önceki mektubumda yazdım, tekrar etmeyeceğim… Gelelim ikimize. Şaştığım ne bilir misin? Tonla zeki, budala, normal, sapık şu veya bu türlü erkekle, kadınla tanışıklığın, ahbaplığın oldu. Hepsinin densizliğini, zaaflarını hattâ ihanetini affettin, onları ayıplamadın, hırpalamadın. Şüphesiz bu değerli bir vasfın senin, gelgelelim, mahut mektupların biçarelikleri bir yana, sana yukarıdakilerin yaptıklarının hiçbirini ne yaptım ne de yeltendim. Hâl böyleyken hâlâ sorgu suâl yağmurunla karışık çirkin sıfatlar ve benzetmelerle beni üzmeğe uğraşman niye? Başka biri belki bu özel davranış ve muameleden iftihar payı çıkarabilir. Ama ben çıkaramam. Aksine kendime kızıyorum. De bana, budala mıyım yoksa zekâ zehriyle belâda mı? Hiç şüphesiz, dostluk ya da yakınlığımızın âdeta benzersiz ve tek oluşu, özel ve çok itinalı davranışlar ister. Ama bu cehennem kıvılcımı, hasta ve bencil “püflemeler”le böyle ikide bir sönmek tehlikesi geçirecek mi? Bence ve benim yönümden bu imkânsız. Sana da güven ve sevgim, gerçekten, matematiğin değil, şiirin diliyle SONSUZ… Ama. Bir “ama” var, psikolojik yapının zorunluluğu olan etkilenmemden endişe edeyim mi? Uzun sözün kısası, ne kadar seversen sev, hangi mecburiyetle gidersen git, sevdiğin ya da gittiğin kimseyi dönüp dolaşıp Ahmet Arif hikâyesine dökülünce, susturacak mısın? Bunu rica ediyorum. Çok ağır bir külfet mi acaba? Özlemin ağzına kilit vurmak da zor, susturamasan bile, dalga geçebilir, ciddiye almayabilirsin. Bunu yap bari. Bak, ben bir hal çaresi buldum. Uygun buluyorsan sen de böyle yap. Ben, senin hakkında senden gayri hiç kimsenin (ama hiç kimse!) dediklerine inanmayacağım, kulak asmayacağım. Farkındaysan şimdiye kadar da, belki hissi olarak, böyle davrandım. Hiç kimsenin, seni küçültücü hakaret ya da sözlerine müsaade etmeyeceğim! Bırakalım artık bu timsah sofrası, katil dırıltıları. Senin deyiminle “Bunlar bitti artık ve bulduk birbirimizi.” Sahi, ne oldu bu yahu? Ah, çok zalimlik ettin, çok… Demek, seni o kadar üzmüş, kırmışım ki buna mecbur oldun… Görüyorsun ya, önce otokritik! Bitti değil mi, sevgili dost? Benim yiğit, benim bahâsız kardeşim. Bir daha böyle “çocuk hastalıkları” yok! “Sen” varsın. Bildiğin, yaşadığım ve övündüğüm sen. (yahu, sen ahlâki mecburiyetten, Güner’e okuyorsun, peki o sana okudu mu, okuyor mu? Şunu niye düşünmedin, okusaydı bütün bunlar olmayacaktı, biliyor musun?) Leylâ, ben burada şehirdeyim. Bir müddet, ben de it hali çalıştım. Bir elbise yaptırıyorum şimdi! Ne yaparsın, çıplak gezilmiyor. Bir iş umudum daha var. Şu mahkemem bir bitsin de daha da keskin olacak. Yani, Ekim içinde ya burada kalacağım ya da oraya geleceğime dair mecburî karar verebileceğim. Doğrusu, bu kış kıyamette (Alplerden önce bizim Dördüncü Orduya; Süphan dağına kar düştü) hiç de gelmek istemiyorum. Galiba ihtiyarlıyorum, sefaleti artık hatırı sayılır bir düşman olarak düşünüyorum. Eskiden pek takmazdım… Ama bundan, senden kaçtığım, seni görmekten çekindiğim manâsını çıkarma. Çok, belki de en çok bunu istiyorum. Ama insanoğlu ve hele benim gibi bir deli şâir her istediğine, her zaman nail olamıyor. İyi bir şâir olmak yolundayım sanıyorum. Sen de durulup olan biteni ve olup bitirilmeğe çalışanları anlayarak, sakince, Leylâ’ca düşünebilecek havaya bir giriver de yazdıklarımı göndereyim. Ha, anlaşmamızı unutmuş değilim. İhtiyarlayacak olsam bile, seni bekleyeceğim. Ancak bir dergiye bir şiir gönderdim. Tabii senden hiç haber alamazken. Sonra sanat basım çevrelerindeki dostlarımda bazı şiirlerim var. Olur a, onlar da fırsatını bulup yayınlarlar. Bunları sözünde durmamazlık saymazsın herhalde? Asıl olan kitaptır. O da sensiz çıkmayacak. Artık kendine gel de yazmağa başla. Ruhum… Mısra çekiyorum, haberin olsun. Çarşıların en küçük meyhanesi bu, Saçları yüzümde kardeş, çocuksu. Derimizin altında o ölüm namumssuzu… Ve Ahmedin işi ilk rasgidiyor. İlktir dost elinin hançersizliği… Ağlıyor yeşil. Bu parça, “Suskun”un son bölümüdür. Bilmem sana biraz bir şeyler anlatabiliyor mu? Sondan üçüncü mısra! Yahu, hâlâ “şay” mısın? Yoksa yeniden “şay” mı oldun? Sana ne, diyeceksin belki… Bak, bir daha mektubuna tarih atmazsan, dininden imanından başlarım. Bu kadar da perişanlık olmaz… Şunu da bir iyi belle: Benim için çok mühim olan, sana âşık olmak veya âşık olmadığımı bağırıp yırtınmak değildir. Aslolan, seni kırmamak, üzmemek, kaybetmemektir. Anladın mı canım? Daha kâfi görmediğin izahlar, açıklamasını istediğin hususlar varsa yaz. Mektubunu hemen bekliyorum. Gözlerinden öperim. (Gözlerini öpemeyeceğim birine yazmak, mektup atmaktan tiksinirim. Bunu da böyle kabul edeceksin.)”
Ufacık Bir Not: Bizi Facebook üzerinden takip edebilirsiniz...
Sizlerle bugün
Rönesans’ın en büyük ressamlarından biri sayılan Leonardo da Vinci’nin Son
Akşam Yemeği adlı tablosunu ve bu tablonun içerdiğini söylenen gizlerden söz
edelim istedik. Ancak bu tabloyu anlayabilmek ve ressamın yorumuna doğru bir
şekilde yaklaşabilmek için öncelikle Vinci’nin yaşamını incelememiz gerekiyor.
Leonardo da Vinci 14
Nisan 1452’de Floransa’nın Vinci kasabasında doğdu. Babası kasabanın noteri
Piero, annesi de noterin ev hizmetlerini gören köle Caterina idi. Leonardo
gayrı meşru bir çocuk olarak dünyaya gelmişti ve Piero hiçbir zaman Caterina’ya
nikah kıymadı. Babasız kalan Leonarda’ya annesi sahip çıkmış ve bakımını tek
başına üstlenmiş. Ancak annesi birkaç yıl sonra evlenmiş ve böylece Leonardo
büyük babasının yanına yerleşmiş. 1466 yılına kadar burada yaşayan Leonardo,
büyük babası ve büyük annesinin ölümünden sonra Floransa’ya geri döndü. Burada Verrocchio
ustanın yanına çırak girdi, resim ve deseni Verrocchio’nun atölyesinde öğrendi.
16 yıl kadar burada çalıştı.
Günümüzde bile gayrı
meşru çocukların tutucu çevrelerde kabul görmediğine tanık oluyoruz üstelik o
günün Katolik İtalya’sında bu durumda bir çocuğun ne denli dışlandığını
düşünmek zor olmasa gerek. Bu durum elbette Leonardo’nun annesine karşı bir başkaldırıyla
başlayıp tüm kadınlardan nefret etmesine kadar gitmişti. Bunu hayatının hiçbir
evresinde hiçbir kadına yaklaşmamasından çıkarabiliriz. Öte yandan tüm
insanların kendisini dışladığını ve uzaklaştığını düşünen Leonardo onlara
kendini kanıtlama çabasına girdi. Bu yüzden kanat takıp uçmaktan köprü yapmaya,
yeni bir topun projesini çizmekten köprü tasarımlarına kadar değişik birçok
dalda eser vermeye çalıştı. Bunların bazılarında başarıya ulaştıysa da
çoğunluğu hüsranla bitti. Kendini kanıtlama arzusu uğruna İtalyancayı bile soldan sağa yazmak yerine
özgün olmak için sağdan sola yazmayı adet edindi. Böylelikle kolayca
okunamayacak ve anlaşılamayacaktı.
Tabi tüm bunları
yaparken aynı zamanda kadavra üzerinde yaptığı çalışmalar sonucu insan anatomisinin
doğrularını resim sanatına kazandırmasını, geometrik perspektive katkısının
ötesinde aerial perspektivi bulmasıyla ünlü olan da Vinci’nin insan havsalasını
zorlayan sanatını yadsımak nankörlük olur.
Vinci’nin
resimleri her zaman, karakterinin önde gelen özelliği kabul edilen kendine
özgünlüğü ve üstün zekasının sanatsal oyunlarını içermiştir. Vinci,
çağdaşlarının onda gördükleri büyük ressamın ötesinde, sözde anlatılamaz bir
şiir içinde, biçimleri yıkayan buğulu alacakaranlık tekniğini bulmuş, Batı
resminin en ünlü birkaç ana örneğini yaratmıştır: 1481 tarihli yarım kalmış
Müneccim Kralların Tapınması (Uffizi Sarayı); Kayalıklar Meryemi (Louvre
Müzesi); Son Akşam Yemeği (Milona’daki Santa Maria delle Grazie Manastırı’nda
yaptığı duvar resmi); Meryem Ana, Çocuk İsa ve Azize Anna (Louvre Müzesi); La
Gioconda vd.
Gelelim şimdi onun Son Akşam Yemeği
adlı devasa boyutlardaki eserine.
Leonardo da
Vinci’nin Son Akşam Yemeği tablosu dünyada bu zamana kadar bilinen tablolar
arasında en çok hayranlık toplayan, üzerinde en çok çalışılmış ve tekrar
resmedilmiş olanlardan biridir. Öncelikle tabi ki neden devasa dediğimizi
açıklayalım. Sayısız kez farklı boyutlarda resmedilmesine rağmen tablo
sandığımızdan da büyük hatta orijinal boyutu 4,6 m x 8,8m. Bildiğimiz üzere
tablonun İsa’nın yakalanıp çarmıha gerilmeden önce havarileriyle olan son akşam
yemeği tasvir edilmiştir. Ancak da Vinci özellikle, İsa’nın arkadaşlarından
birinin ona ihanet edeceğini bildiğini açıklamasından hemen sonraki tepkileri
yansıtmak istedi. Da Vinci yorumunda, bu resim, İsa’nın Hıristiyanlar için kutsal
sayılan ekmek ve bir kase şaraba uzandığı Eucharist denen ekmek ve şarap
ayininin doğuşundan hemen önceki anı resmeder.
Son Akşam Yemeği
dünyanın kolayca bulunabilen en ikonik tablolarından biri olmasına rağmen, asıl
yapıldığı yer İtalya’nın Milano şehrindeki bir manastırdır. Doğruyu söylemek
gerekirse tablonun taşınması bir hayli zordur. Da Vinci, bu dini çalışmayı 1495
yılında Santa Maria delle Grazie manastırının yemekhane duvarına yapmıştır.
Duvara
resmedilmesine rağmen fresk değildir. Fresk, kireç suyunda eritilmiş madeni
boyalarla, yeni sıvanmış olan ıslak bir duvar yüzeyine yapılan resimdir. Freskler
ıslak zemin üzerine boyanmaktaydı. Ancak da Vinci, çeşitli nedenlerden dolayı bu
geleneksel tekniği reddetti. Öncelikle, freskin sağladığından çok daha görkemli
bir parlaklık elde etmek istiyordu. Da Vinci’nin freskte gördüğü daha da önemli
bir diğer sorun ise sıva kurumadan sanatçının çalışmayı bitirmek zorunda
olduğudur. Bu yüzden da Vinci başyapıtında yepyeni bir teknik kullandı.
Saldırı Sonrası Santa Maria delle Grazie Manastırı
Da Vinci, her
ayrıntıyı mükemmel kılmak adına sahip olduğu tüm zamanı harcayarak taş üstüne
tempera boyası uygulayıp kendine has bir teknik icat etti. Da Vinci, resmi neme
karşı koruyup temperayı kabul edecek bir malzeme ile duvara astar boyası
uyguladı. Ancak da Vinci’nin taş üstüne yaptığı tempera deneyi başarısız oldu. Daha
16. yüzyılın başlarında boya dökülmeye ve çürümeye başlamış, 50 yıl içerisinde
ise Son Akşam Yemeği’nin eski ihtişamı bir harabeyi andırmıştı. İlk restorasyon
girişimleri de daha çok hatanın oluşmasına neden oldu. İkinci Dünya Savaşı
sırasında atılan bombalarla resim harap oldu. Nihayetinde 1980 yılında, 19
yıllık restorasyon çalışması başladı. Son Akşam Yemeği, tamamıyla restore
edilse de orijinal görünümünden artık çok çok uzaktı. Üstelik yapılan
onarımlardan Son Akşam Yemeği’nin bir kısmı olumsuz etkilendi. 1652 yılında
duvara resmi tutacak bir kapı eklendi. Bu inşa ile İsa’nın ayak kısmına denk
gelen resmin alt kısmı kayba uğradı.
Son Akşam Yemeği’ni
bu kadar çarpıcı kılan şey, izleyiciyi dramatik sahnenin içine davet eden bir
perspektifinden resmedilmiş oluşudur. Da Vinci bu illüzyonu yakalayabilmek için
önce duvara bir çivi çaktı, daha sonra resmin açılarını yaratmada ona yardımcı
olan işaretleri belirlemek için de çiviye ip bağladı. Bir çekiç ve bir çivi, da
Vinci’nin tek kaçışlı perspektifi çizmesine yardımcı oldu.
Son Akşam Yemeği,
İsa Mesih’in çarmıha gerilmeden önce 12 Havarisi ile yediği son akşam yemeğini
resmetmektedir. Eser, İsa’nın havarilerine birazdan içlerinden birinin ona
ihanet ettiğinin ortaya çıkacağını açıkladığı dramatik anı yansıtır. Bu şok
edici açıklamanın etkisi ile havariler sorgulama, inkar etme, suçlama ve
tartışma gibi farklı yönlerde tepkiler vermektedir. Tüm bu duygusal ve ruhsal
yüklü atmosfere rağmen İsa resmin tam ortasında huzur ve sükûnetini korur halde
durmaktadır. İsa’nın üçlü gruplanmış havarilere göre apayrı bir noktada izole
olmuş şekilde duruşu onu resimde ana karakter olarak vurgular.
Üçlü gruplanmış havarileri incelersek:
Sol baştaki üçlü –
Bartholomew, Alphaeus oğlu James ve Andrew – olay karşısında şaşırmış ve
sorgulayıcı tavırlar içindedirler.
İsa’nın hemen
solunda yer alan üçlü gruptan en dikkat çekici olanı İsa’ya ihanet etmiş olan
Judas’tır. Judas (Yehuda) sırrının açığa çıkmış olmasından dolayı korkmuş ve
geri çekilmiştir. Paniklemiş halde geri çekilirken sağ kolu ile hemen önündeki
tuzluğu devirmektedir. Yakındoğu’da sahibine ihanet etmek anlamına gelen
“betray the salt” deyimine de bu şekilde bir gönderme yapılmaktadır. Judas sağ
elinde bir kese tutmaktadır. Bu kese Judas’ın ihaneti karşılığı almış olduğu
gümüş paraları içermektedir. Yüzü karanlık içinde olan Judas’ın kafası aynı
zamanda havariler arasında da en düşük seviyededir. Judas’ın hemen ardında yer
alan Peter elinde bir bıçak tutmaktadır. Birazdan odaya girecek olan
askerlerden birinin kulağını bu bıçakla kesecektir.
Bu üçlünün İsa’ya
yakın duranı, en genç havari olan John (Yuhanna), kendinden geçmiş haldedir. Bu
figürün aslında John yerine Magdalalı Meryem figürünü gizlice betimlemek için
yerleştirildiği tartışma konusudur. Bu teoriye göre Magdalalı Meryem de son
akşam yemeğinde yer almaktadır. Hatta İsa ile gizlice evlenmiştir ve ondan bir
çocuk doğuracaktır. Bu sırrı resimde gizlice ifade etmek isteyen Leonardo’nun
da bu figürü kadınsı özelliklerini vurguladığı John karakteri ile resmettiği
öne sürülmektedir. Bu konu, Dan Brown’ın Da Vinci Şifresi isimli kitabı ile de
yeniden gündeme gelmiştir.
İsa’nın hemen
sağındaki üçlüden - Thomas, Büyük James ve Philip – Thomas üzgün, Büyük James donaklamış
dururken Philip ise bir açıklama bekler halde elini kaldırmış olarak
betimlenmiştir.
En sağdaki grupta –
Matthew, Jude Thaddeus ve Simon – Simon’a doğru dönen diğer iki havari
sorularına yanıt aramaktadır.
Masada İsa
“Eucharist” denen ekmek ve şaraplı yemek ayinin açıklamak üzeredir. İsa “Beni
anmak için bunu yapınız” diyerek bu ritüele işaret etmiştir. Ekmek İsa’nın
bedenini, şarap ise kanını temsil etmektedir.
Resim Hristiyanlık
kutsal üçlemesine birçok noktada gönderme yapmaktadır. Arka planda ve
yanlardaki pencereler üçlü gruplar halinde yer alırken, havariler de üçlü üçlü
gruplanmış, İsa ise duruşu itibari ile bir üçgen şekli çizmektedir.
Leonardo’nun eserini
çarpıcı kılan noktalardan biri sıra dışı ve etkili perspektif kullanımıdır.
Duvarda yer alan bu resim bu perspektif kullanımı ile duvardan içeri giren ayrı
bir oda varmış gibi bir göz yanılması yaratmaktadır. Bunun yanında muhteşem
teknik aynı zamanda resmin doğallığını da gözler önüne sermektedir. Resmin
özgün halinde masadaki kalay tabakların havarilerin giysilerinin renklerini
yansıttığı bilinmektedir. Günümüzde İsa’nın ayakları açılan kapı nedeniyle
görülmemektedir ancak zamanında görünen ayakların duruşunun çarmıha gerilmiş
durumu sergilediği ve buna işaret ettiği sanılmaktadır.
Havarilerin her
birinin görüntüsünün gerçek yaşam modellerine dayandığı söylenir. Sıra hain Judas’a
bir yüz aramaya gelince, da Vinci en alçak görünümü bulmak için Milano
hapishanelerini gezdi. Bu Judas’ın gerçek bir suçludan esinlenerek resmedilmiş
olabilirliğini akıllara getiriyor.
Bu resme ait bir
diğer teori de; İsa’nın sağında parmağını havaya kaldıran Thomas duruyor ve kimi
söylentiye göre bu hareket, daha sonra İncil’deki İsa’nın ölümden sonra göğe
yükselmesi hikayesine konu olan Thomas’ın parmağını resmin geri kalanından
soyutlamak amacı taşır. Thomas, İsa’ya şüpheyle bakar ve bu yüzden ona inanmak
için parmağıyla İsa’nın yaralarına dokunmak ister.
Judas’ın önüne
dökülen tuzun ihaneti temsil ettiğini ya da ihanet etmek için seçilmiş
olmasındaki kötü şansın bir işareti olarak görüldüğü söylenir. Aynı şekilde,
sunulan balıkla ilgili de farklı yorumlamalar vardır. Resimdeki bir yılan
balığı ise bu, öğretiye yani İsa’ya olan bağlılığı temsil eder. Ancak, balığın
cinsi ringa ise, bu yiyecek dini inkâr eden bir inançsızı simgeliyor olabilir.
Son Akşam Yemeği bir
dizi teoriye ilham vermiş ve popüler hikayelere de ilham kaynağı olmuştur.
Tapınak Şövalyelerinin Gizli Tarihi adlı kitapta, Lynn Picknett ve Clive
Prince, İsa’nın solundakinin John değil, Mary Magdalene olduğunu ve Son Akşam
Yemeği’nin, Roma Katolik Kilisesince İsa’nın gerçek kimliğinin saklandığının
önemli bir kanıtı olduğunu öne sürer.
Müzisyenler Son
Akşam Yemeği’nde saklanan asıl mesajın tabloya eşlik eden bir beste olduğunu
iddia etmişlerdir. 2007 yılında, İtalyan müzisyen Giovanni Maria Pala, da
Vinci’nin tablosunda belirgin kompozisyon içinde kodlanmış notalar olduğunu
ileri sürerek bu notaları kullanıp 40 saniyelik kasvetli bir şarkı ortaya
çıkardı.
Üç yıl sonra,
Vatikanlı araştırmacı Sabrina Sforza Galitzia tablonun matematiksel ve
astrolojik işaretlerini, da Vinci’nin dünyanın sonu ile ilgili bir mesaj
verdiğine yordu. Galitza, Son Akşam Yemeği’nin, dünyayı silip süpürecek sel
felaketin 21 Mart 4006’da başlayıp 1 Kasım 4006’da kıyametin kopmasıyla sona
ereceğini işaret ettiğini öne sürer.
Sadece Da Vinci
Şifresi’ne ilham kaynağı olmadı elbet. Da Vinci’nin Yehuda için yüzyıllardır
uygun bir model aradığı hikâyesi, resmin herkesçe bilinen mitolojik bir
yanınıdır. Da Vinci, o modeli bulur bulmaz onun bir zamanlar kendisine İsa
figürü için modellik yapan adam olduğunu hemen fark etti. Üzücü olan, yıllarca
süren zor yaşam ve günah onun bir zamanlar var olan melek yüzünü mahvetmişti.
Bu, etkileyici bir hikâye olduğu kadar aynı zamanda tamamıyla da yanlış bir
hikâyedir.
Bu hikâyenin doğru
olmadığını nereden biliyoruz? Birincisi, da Vinci’nin ertelemeci huyundan
dolayı Son Akşam Yemeği resmini tamamlamasının yaklaşık üç yılını aldığına
inanılır. İkincisi, kendini fiziksel olarak gösteren ruhsal çöküş hikâyeleri
varlığını uzun süre sürdürmüştür. Bu süreçte birisi, benzer bir hikaye ile Son
Akşam Yemeği’ne ahlaki bir mesaj yüklerken bu mesaja tarihi bir tutarlılık da
ekleme çabasına girmiş olabilir.
Güzel sanatlar ve
popüler kültür, taklit ve parodilerle Son Akşam Yemeği’nin çok ekmeğini
yemiştir. Buna; 16. yüzyıl yağlı boya reprodüksiyonundan, Salvador Dali, Andy
Warhol, Susan Dorothea White ve eserinde çikolata şurubu kullanan Vik Muniz’e
kadar birçok örnek verilebilir.
Son Akşam Yemeği’nin
farklı sunumu Mel Brooks’un Dünya Tarihi, Bölüm 1 komedisinde, Paul Thomas
Anderson’un Gizli Kusur adlı kara filminde ve Luis Buñuel’in Vatikan tarafından
“dine küfür” olarak yorumlanan filmi Viridiana’da görülebilir. Da Vinci Şifresi
ve Futurama’da ise olay örgüsünü oluşturmaktadır.
Son Akşam Yemeği,
İtalya’da görülmesi gerekenlerden biri olmasına rağmen, bulunduğu manastır
büyük kalabalıklar için inşa edilmemişti. Resmin, yalnızca 20-25 kişilik
gruplar halinde 15 dakika ziyaret edilmesine izin verilir. Son Akşam Yemeği’ni
görmek için en az iki ay öncesinden bilet alınması ziyaretçilere önerilir.
Ayrıca uygun kıyafetler giydiğinize emin olun; aksi takdirde manastırın
kapısından geri çevrilme ihtimaliniz de var. Ufacık Bir Not: Bizi Facebook üzerinden takip edebilirsiniz...
Geçtiğimiz aylarda Avusturyalı
Yahudi yazar Stefan Zweig’in intihar mektubu, İsrail Ulusal Kütüphanesi
tarafından internetten yayınlanmıştı.
Kütüphane, ünlü
yazarın 70’inci ölüm yıldönümünde, aralarında intihar mektubunun da olduğu birkaç
belgeyi internet üzerinden okurlara sundu, bunların içinde Zweig’in intihar
mektubu da vardı. 1881 doğumlu Stefan Zweig, 1934 yılında Adolf Hitler ve Nazi
ideolojisinin iktidara gelmesi sonrası Avusturya’yı terk etmişti. Önce
İngiltere ardından ABD’ye giden Zweig, 22 Şubat 1942’de hayatına son verdiği
Brezilya’ya yerleşmişti.
Brezilyalı bir doktor,
Almanca intihar mektubunu 1960’larda bir polis memurundan almış ve 30 yıl sonra
da İsrail Ulusal Kütüphanesi’ne bağışlamıştı. “Amok Koşucusu”, “Yürek
Çöküntüsü” gibi birçok kitabı Türkçe’ye de çevrilen Zweig’ın, karısı Lotte ile
intiharına, Hitler’in dünya düzenini kalıcı sanmasının verdiği karamsarlığın
yanı sıra, kendi dünyasının asla bir daha var olmayacağı düşüncesi neden
olmuştu.
Beni
“Satranç” ve “Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu” kitaplarıyla kendisine ve
dehasına hayran bırakmıştı. Hayatına dair birçok araştırma yapsam da hiçbiri bu
intihar mektubu kadar beni etkilemedi. Benim için böyle bir adamın intiharı
zaten yeterince ilginçti lakin bu mektuptaki son satırlar daha çok ilgimi
çekti. Okuduğunuzda Zweig’in aslında özgürlüğüne ne kadar bağlı olduğunu ve
yıllarca oradan oraya savrulmanın onu ne kadar yorduğunu bir kez daha
anlıyorsunuz. Çok da uzatmadan o son satırlarını okuyalım, işte Zweig’in
Vedası:
“Özgür
iradem ve açık bir bilinçle bu yaşamdan ayrılırken, son bir sorumluluk yerine
getirilmeyi bekliyor: Bana ve işimi yapmama huzurlu bir ortam sunan harika ülke
Brezilya’ya içten teşekkürlerimi sunmak. Her yeni günle bu ülkeyi daha çok
sevmeyi öğrendim, ruhsal anavatanım Avrupa kendi kendini yok ettikten ve ana
dilimin dünyası yok olduktan sonra, dünyanın hiçbir yerinde hayatımı bu kadar
severek yeniden kuramazdım. Ama altmışıncı yaştan sonra tam anlamıyla yeniden
başlamak çok özel bir güç gerektiriyor. Ve benim gücüm yıllar süren vatansız
yolculuklardan sonra iyice tükendi. Bu nedenle hayatımı doğru zamanda ve doğru
bir şekilde sonlandırmamın iyi olacağına inanıyorum. Ki hayatım boyunca tinsel
uğraşım en büyük haz kaynağım ve kişisel özgürlüğüm en yüce değerim oldu. Bütün
dostlarımı selamlarım! Hepsine uzun geceden sonra gelen tanın kızıllığını
görmek nasip olsun! Ben, her zamanki sabırsızlığımla önden gidiyorum.
...Ve güz geldi Ömür Hanım. Dünya aydınlık sabahlarını yitiriyor
usul usul. İnsanın içini karartan bulutların seferi var göğün maviliğinde.
Yağmur ha yağdı ha yağacak. İncecik bir çisenti yokluyor boşluğunu insan
yüreğinin. Hüznün bütün koşulları hazır. Nedenini bilmediğim bir keder
akıyor damarlarımdan. Kalbimin üstünde binlerce bıçak ağzı... Ve yüzüm
ömrümün atlası; düzlükleri bunaltı, yükseklikleri korku, uçurumları
yıkıntılarımla dolu bir engebeler atlası. Yaşamak bir can sıkıntısı mıdır Ömür hanım?
Her şeyi iyi yanından görmeyi kim öğretti bize? Acıyı görmeyen
insan, umutsuzluğu yaşamayan, iliklerine dek kederin işleyip yaralamadığı
bir insan, mutluluktan, umuttan, sevinçten ne anlar? Göğü görmeden, denizi
görmeden maviyi anlamaya benzemez mi bu? Bir güz düşünün ki Ömür Hanım, ilkyazı
olmamış, yazı yaşanmamış, böyle bir güzün hüznü hüzün müdür? Başlamanın
bir anlamı varsa bitişi göze almak, bitişin bir anlamı varsa başlangıcı
olmak değil midir? Yaşamı düz bir çizgide tutmak tükenmektir. Yaşamak zorunda
olduğumuz şunca yılı aykırı uçlar arasında gezdirip geçirmedikçe,
alışkanlıkların sınırlarını aşmadıkça zaman zaman, yaşamak nasıl yenilik olur
tükenmek değil de?
Yağmur yağıyor Ömür Hanım... Gökten değil, yüreğimin boşluğundan
ömrümün ıssız toprağına... Ve ben sonsuz bir düzlükte bir küçücük, bir
silik nokta gibi eriyip gidiyorum. Seslensem kim duyar sesimi yalnızlıklar katından? Dönelim...
Dönmek yenilmektir biraz da, yarım kalmasıdır çıkışlarımızın,
korkaklıktır, alışkanlıkların güvenli küflü kabuklarına sığınmaktır... Olsun
dönelim biz yine de. Bilincinde olmadan üstlendiğimiz sorumluluklarımız var. Evlere
dönelim, sırtımızın kamburu evlere, cılızlığımızın görkemli korunaklarına,
yalnızlığımızın kalelerine dönelim. Ölçüsüz yaşamak bize göre değil Ömür Hanım. Büyürken
geniş ufuklarımız olmadı bizim. Küçücük avuçlarımızla sınırlarımızı
genişletmek istedikçe yaşamın binlerce engeli yığıldı önümüze. Hangi
birini yenebilirdik bunca olanaksızlık içinde. Umutsuzluğu tanıdık,
yenilgiyi öğrendik böylece.
Yaşama sevinci adına bir tutanağım kalmadı Ömür Hanım. Bir
garip boşlukta çiviliyim günlerdir gözbebeklerimden. Sahi nedir yaşamın
anlamı? Geriye dönüyorum sık sık yanıt aramak adına, yüreğimin silik izler
bırakıp, ağır yükler aldığı zamanın derin denizlerine. Bakıyorum umut karamsarlığın,
sevinç acının azıcık soluk almasından başka ne ki? Yaşamsa gerçekle düşün
umutsuz bir savaşı, her şeyi içine alan kocaman bir yanılsama... Değil mi
yoksa?
Öyle büyük umutlarım olmadı benim, büyük düşlerim, özlemlerim,
büyük beklentilerim olmadı. Koşullarım beni oluşturdu ben acılarımı
buldum. Herkes gibi yaşasaydım eğer, yaşamı onlar gibi görebilseydim
çarşılar yeterdi avutmaya beni. Bir gömlek, bir ayakkabı, bir elbise; bir yemek
lokantalarda; televizyon, halı, masa ve daha nice eşya yeterdi yalnızlığı
örtmeye, kendimi göstermeye, var olmaya, 'dar çevre yitikleri'nde önem
kazanmaya... Oysa ben bir akşamüstü oturup turuncu bir yangının eteklerine,
yüreği avuçlarımda atan bir can yoldaşıyla dünyayı ve kendimi tüketmek
isterdim. Öyle bir tüketmek ki, sonucu yepyeni bir ‘ben’e ulaştırırdı
beni, kederli dalgınlığımdan her döndüğümde... Bir ben ki tüm ilişkilerin perde
arkasını görür de gülerdim sessizce yapay ya-kınlıklarına insanların. Kim kimi
ne kadar anlayabilir Ömür Hanım?
Susmak yalnızlığın ana dilidir, Ömür hanım, şiiridir, beni konuşmaya
zorlama ne olur. Sözün sularını tükettim ben, kaynağını kuruttum. Geriye
bir büyük sessizlik kaldı yüreğimde, kalabalıklar, kalabalıklar kadar büyük... Yalnızım Ömür
Hanım, geceler boyu akıp giden ırmaklar gibi karanlıklar içre, öyle yitik, öyle
üzgün, yalnızım... Sularım toprağa sızıyor bak. Yüzümü geceler örtüyor.
Binlerce taş saklanıyor içimde. Kim kimin derinliğini görebilir, hem hangi
gözle? Kendilerinin olan tek sözcük yok dillerinde, öyle çok konuşuyorlar
ki... Bir söz insanın neresinden doğar dersiniz? Dilinden mi, yüreğinden
mi, aklından mı? Düşlerinden mi yoksa gerçeğinden mi? Ve kaç kapıdan geçip
yerini bulur bir başka insanda? Yerini bulur mu gerçekten? Sözü yasaklamalı
Ömür Hanım yasaklamalı... Kimsenin kimseyi anlamadığı bir dünyada söz
boşluğu dövmekten başka ne işe yarıyor ki? Olanağı olsa da insanların
yürekleri konuşabilseydi dilleri yerine, her şey daha yalansız, daha içten olurdu.
Aklı silmeli diyorum insan ilişkilerinden. Yanılıyor muyum? Olsun.
Yanıldığımı biliyorum ya... Yeni bir şeyler söyle bana ne olur, yeni bir
şeyler. Kurşun aktı kulaklarıma hep aynı sözleri, aynı sesleri duymaktan. Belirsizlik
güzeldir, de örneğin, kesinlik çirkin. Sessizlik sesten -hele de güncel ve
kof- her zaman iyidir; düş gücü, iç zenginliği verir insana.
Dünyanın usul usul ağaran o puslu sabahları ve günün
turuncu tülleriyle örtünen dingin akşamları bu yüzden etkiler bizi,
duygulandırır, de. Anlık izlenimler sürekli görünümlerden her zaman daha
güçlü, kalıcı ömürlüdür... Alışkanlıklar öldürür güzelliğimizi, bizi
değişmek çirkinleştirir de.
Kimse düşlerine yetişemez ve kimse geçemez gerçeğini bir adım
bile; bu yüzden sıkıntı verir zaman, kısa kalır, sonsuz olur, insanın
küçücük ömrünün karşısında. İstemenin kuralı yoktur, de, açıklaması sınırı
suçu yoktur; istemek yaşamın kendiliğinden sonucudur, ne haklı ne haksız, ne
yerinde ne yersiz... Biz hepimiz dikenli tellerle sarılıyız, her ilişkide
bir parçamız kalır ve bölüne bölüne biteriz de. En büyük hünerimiz kendimize
karşı olmak, aykırı yaşamaktır, acı kaynaklarımızı ellerimizle
yaratarak... Kıyılarımız duygularımızın boyunda, derinliğimiz aklımızın
ölçüsündedir; ufuklarımızsa sisler içinde... O kıyısız gökyüzü nasıl sığar küçücük
gözlerimize, bir bardak suya, demirli bir pencereye... Nasıl gizleriz ağız dil
vermez bir geceye? Ve nedir ki gizi, daraldığımız her yerde bir genişlik
duygusu verir
içimize. Çözemeyiz, de, bu güdük bilinç, bu sığ yürek, bu ezbere yaşamla. Dünya
bir testidir, de, Ömür hanım, ömür bir su... Sızar iğne ucu
gözeneklerinden zamanın, bir içim serinlik bir yudum mutluluk için. Ve bir
gün ölümün balkonundan… Dökülür toprağa el içi kadar bir su. Yerde birkaç damla nem,
bir avuç ıslaklık... Ölümü bilerek nasıl yaşar insan, geride dünyanın
kalacağını bilerek nasıl ölür; bilmek bütün acıların anasıdır, de... Sars
aklımın cılız ayaklarını, kuşat beni. Değişik şeyler söyle ne olur, yeni bir
şeyler söyle. Yıldım ömrümün kalıplarından. Beni duy ve anla.Yağmur dindi Ömür Hanım.
Gökyüzü masmavi gülümsedi yine. Doğa aynı oyununu oynuyor bizimle. Umudun
ucunu gösteriyor usulca, iyimserliğin ışığını süzüyor mavi atlasından. Ne
aldanış! Bulutların rengi mavi-beyaz mıdır, kurşuni-külrengi mi yoksa? Gökyüzünü
öpmek isterdim Ömür Hanım, gözlerimle değil dudaklarımla. Yoruldum bulutları
kirpiklerimde taşımaktan. Delilik mi dedin? Kim bilir... Belki de yerde sürünmenin
bir tepkisidir bu, ya da ne bileyim bilinçsiz bir aykırı olmak duygusu. Gökyüzü
de olmak isteyebilirdim değil mi? Kim ne diyebilir ki?Kimseler görmedi
Ömür Hanım, bu dünyadan ben geçtim. İçimde umudun kırk kilitli sandıkları,
elimde bir avuç düş ölüsü yüreğim -içinde senin ve benim ağırlığım- benim olmayan
bir garip gülümsemeyle yüzümde, incelik adına, ben geçtim... Yerini bulmamış
bir içtenlik, yanılmış bir saygı ve bir hüzün eğrisi olarak ilişkilerin
gergefinde, ördüm ömrümün dokusunu ilmek ilmek. Beni cam kırıklarıyla anımsasın
insanlar, savrulan bir yaprak hüznü ve dağınıklığı ile... Yükümü yanlış
bedestanlara çözdüm.Ezilmiş
bir gül hüznü var yüreğimde. Saatlerce dayak yemiş bir sanığın çözülmesi
içindeyim. Ürperiyorum. Bir at kestanesi durmadan yaprak döküyor yalnızlığın sokaklarında,
örtüyor ömrümün ilk yazını. İçimde bir çocuk, yalın ayak koşuyor yaşlılığa
doğru, binlerce kez yenilmiş umut ölülerini çiğneyerek. Sahi yaşlılık, derin
bir iç çekiş, yanılmış bir çocukluk olmasın Ömür Hanım?