Merhabalar,
Bu yazıyı yazma amacım: ilk kez böyle bir şeye kalkışacağım için sizlere duyurmaktı.. Blogun eski halini -temasını, hani şu siyahlı olan- bilenler bilir. Blog dünyasında sıradanlaştığımı düşünüyorum ve evet eski temama geri döneceğim. Buna ek olarak da blogun ismi ve içeriğinde ufak bir değişim gerçekleşecek. Sayfalar, yazılar vb bazılarını bulamayabilirsiniz.
Blogger urlmiz değişeceği için sizi uyarmak istedim. Eğer ki url üzerinden blogumuza giriyorsanız bir dahaki girişte blog bulunamadı gibi bir yazıyla karşı karşıya kalabilirsiniz.
levlagridekisiyah.blogspot.com.tr adresindeki levlagridekisiyah kısmı değişecek. Bilginize...
Neden bu değişim derseniz, yazmama ve içimi rahat tutmama daha bir yardımcı olacağını düşündüğüm için bunu yapıyorum. Temamla oynamayı özledim ve o tema kesinlikle bana özgüydü. Bunu düşününce evet onu kullanmalıyım diyorum. Umarım beni anlıyorsunuzdur. Neyse efendim, bu url değişikliği izleyici olanlar açısından sıkıntı yaratmayacak, merak etmeyin. Bizi yine takip ettikleriniz kısmında bulabileceksiniz. E-Posta abonelerimize gelince gerçekten onlara nolacağını bilmiyorum. Ama sanırım tekrar abonelik gerekecek.
Şimdilik bu kadar. Birkaç gün sonra yepyeni bir içerik ve isimle döneceğiz. Hoş kalın.
8 Mart 2017 Çarşamba
2 Mart 2017 Perşembe
Çekinceli İnsan
Çoğu insanın
yapmaktan imtina ettiği şeyler: özür dilemek, teşekkür etmek, birini yaptığı
bir iş için/başarılı olduğu için övmek ve gözyaşı dökmek. İçlerine bir de bilmiyorum
demeyi katabiliriz. İnsanın gururu bu tür şeyler yapmasına engel. İnanın bana
bu kelimelerden kaçtığınızda ne siz daha yüce birisine dönüşüyorsunuz ne de
dünya daha güzel bir hal alıyor.
Geçenlerde,
insanların merak ettiklerini sordukları, sorulan konu hakkında bilgi sahibi
olanların da cevap verdiği bir mecrada güzel bir soruyla karşılaştım. Soru
şuydu: "bir öğretmenin öğrencilerine 'bilmiyorum' demesinin bir sakıncası
var mıdır?" Bu soru çok hoşuma gitti. Sonra verilen cevaplara baktım,
çeşitli profesörler, doktorlar soruya cevap vermişti. Burada cevap verenler o
pek sık karşılaştığımız kendi gururuna zarar gelmesin diye bizim gururumuzu, öz
güvenimizi yerle bir eden, bu ne biçim soru deyip bizi aşağılayan hocalardan
değildi. Bazı şeylerin farkına varmışlardı bu belli. Mesela birisi şöyle kısa bir
cevap vermişti: "'bilmiyorum' bir öğretmenin söyleyebileceği en güzel
şeylerden biri. Bunu geliştirmenin yolu 'bilmiyorum ama haydi öğrenelim!'
demektir."
İnsanlar her şeyi
bilemeyeceklerinin, mükemmel biri olamayacaklarının farkına varsa ve kendilerini
mükemmelmiş gibi göstermeye çalışmaktan vazgeçse ilişkiler de daha düzgün bir
hal almaya başlar. Örneğin, bilmediği bir şey hakkında soru soran öğrencisini azarlayan
öğretmeni ele alalım. Bu öğretmen karşısındakini azarlayıp, bilmediğini
gizlemeye çalışmak yerine bilmiyorum dese ve öğrenmek için çaba gösterse, ne
karşısındakinin ona olan güveni sarsılır ne de hem onun hem de bilgisine saygı
duyanların hayal kırıklığı, gizlemeye çalıştığındakinden daha az olur. Başlarda
bilmiyorum demesini yadırgayacak öğrenciler çıkacaktır. Ancak sonrasında sarf
ettiğiniz çabayı, öğrenme sürecindeki yolunuzu gördüklerinde bu düşünceleri
değişecektir. Öğretmenler, öğrencilere bilgi aktarmaktan ziyade bilgiye ulaşmanın
yöntemlerini göstermelidir. Esas yenilginin bilmediklerinde pes etmeleri
olduğunu anlatmalıdır. Öğrenmek ölünceye kadar sürmelidir.
Gelelim bir diğer
sihirli sözcüğe: özür. Özür dilerim, bağışlayın... Bunları kullanmaktan
çekinmek de, kullananı istismar etmek de kötü. Kullanmaktan çekinmek biraz
gururumuzdan, biraz da istismar edileceği korkusundan dolayı oluşuyor. İstismar
şöyle gerçekleşiyor: kelimeyi kullandığımız kişinin gururu bir anda ön plana
çıkıyor, bu kişi bizim kendinden alçak biri olduğumuzu düşünmeye başlıyor (iç
ses şöyle diyor: ne de olsa gururlu olsaydı özür dilemezdi.) ve ona göre
davranıyor.
Peki bu durumda ne
yapmalı? İnanın ben de bilmiyorum. Kendimi alçak görmek, başkalarına o şekilde
göstermek niyetinde değilim ama başkalarının ne düşüneceğini, ne söyleyeceğini
düşünerek yaşamanın anlamsız olduğunu da öğrendim. İnsan eğer gerçekten özür
dilemesi gerekiyorsa dilemeli; karşısındaki, bu özre karşılık iyi niyetini
suistimal etmeye çalıştığında da bunu fazlaca kafaya takmamalı.
Teşekkür ve övgü de
olması gerekenlerden. Birine yardımı, yaptıkları için teşekkür etmek; işini iyi
yaptığında ya da davranışlarını, düşüncelerini beğendiğimizde onu övmek bu
kadar zor olmamalı. Teşekkür ve övgü hayatımıza girdikçe mutluluğumuz da
artacaktır. Bir öğretmen düşünün. Her gün derslere giriyor, dersi elinden gelen
en iyi şekilde anlatıyor ama hiçbir öğrencisinden olumlu ya da olumsuz bir
dönüt alamıyor. Aslında burada övgü ve teşekkürün eksikliği de değil sorun.
Belirsizlik hali… Bir öğrencisinden ders çıkışında teşekkür sözcüğü duysa,
"çok güzel bir dersti, daha önce anlayamadıklarımı sayenizde
anladım." gibi cümlelerle karşılaşsa sonraki dersleri daha iştahla
anlatır. Ya da öğrencilerinden "hocam siz anlatıyorsunuz ama biz
anlayamıyoruz." şeklinde bir dönüt alsa kendini, anlatış tarzını,
anlatımda kullandığı materyalleri değiştirmeye çalışır. (belki de çalışmaz, ama
çalışmalı.) Ama işte böyle olamıyor bir türlü. Öğrenciler anlamasalar da ses
etmiyorlar, dersten keyif alsalar da dile getirmiyorlar.
Gözyaşı yani ağlamak
konusunda ise şunları söylemek istiyorum: bir insan ağladığı için aciz,
acınacak duruma düşmez ya da insanın herkesin ağladığı cenaze gibi ortamlarda
gözünden yaş akmıyorsa bu üzgün olmadığı anlamına gelmez. Duygular farklı
kişilerde farklı şekillerde ortaya çıkar. Bu yüzden kişiler bu tür durumlarda
yargılanmamalıdır. Örneğin; oldukça sulu göz olan ben, babaannemin cenazesinde
ne kadar üzülsem de ağlayamamıştım. Bu benim duygusuz olduğum anlamına gelmez.
Bir çocuk kitabına ağlamam da beni yadırganacak biri yapmamalı.
Yazı bayağı bir
uzadı. Bir sonuca bağlamak lazım artık. Gururunuzu ön planda tutmak yerine
düşüncelerinizi, beğenilerinizi dile getirin. Teşekkür edin, özür dileyin,
ağlayın, gülün... Başkalarının ne düşündüğü önemli değil, kendiniz olun. Ve en
önemlisi ön yargılardan sıyrılın, empati kurmaya çalışın ve ne kadar empati
kursanız da karşınızdakinin ne durumda olduğunu tam olarak anlayamayacağınızı
unutmayın.
Siz de bu konu hakkında görüşlerinizi yorumlara bırakabilirsiniz. Hoş kalın.
28 Şubat 2017 Salı
Jurnal #1 : Birinci Yıl
Merhabalar,
Bugün bu blogu açıp yazalı tam bir yıl olmuş.
Doğum: 28 Şubat 2016
Ölüm: Beklemede...
Yazdıklarımı paylaşmak istemediğim yılları bir yandan özlüyorken bile hala buraya yazıyor olmamı çok ironik bulsam da devam edeceğim. Pınar'ın ve benim çok sevdiğimiz bir yer oldu burası. İçime rahatça döktüğüm bir ortam da oldu, bana kattığı güzel şeyler kadar sevmediğim şeyler de oldu. Velhasıl yazıyorum, yazacağım. Bir yıl da olsa on yıl da olsa yazacağım. Birilerinin okuduğunu bildiğim sürece yazacağım.
Neyse baylar ve bayanlar, bloguma teşrif edip okuyanlar, şöyle bir göz atıp çıkanlar bu yazı benim blogumun yıllığı olduğundan dolayı bazı not alınması gerekenler var.
Mesela;
Şimdiye kadar 14 bin kişi gelip geçmiş defterimden, beni izlemeyi 82 kişi uygun görmüş, saygılar sevgiler onlara. 325 yorum ve cevap da var tabi bu bir yıl içinde.
En çok okunan yazımız ÖZGÜRÜZ(?) yazısı olmuş, zinciri uzun olan bizler sevmişiz o yazıyı.
Facebook sayfamızdan bizi takip etmeyi uygun bulanların sayısı da 77 olmuş.
Dolu dolu bir yıl geçirmek istesek de düzenli yayın yüklemeyi beceremedik yine. Bunu seneye de yıllığımıza yazmamayı umuyoruz.
Benim için önemli bir not:
Bugün saat 15.00 sularında yayınladığım bu yazıda bir adet de çekiliş bulunmaktaydı. Türk klasiklerinin en önemli yapıtlarından beşinin yer aldığı bir çekiliş vardı. Ancak gördüm ki Türk klasiklerinin yeni yetme edebiyat karalayıcı yazarlar veya yabancı, adını bile zor telaffuz ettiğimiz yazarlar kadar değeri yokmuş. Bu sebeple bu çekilişi iptal ettik.
Bundan sonraki amacımız sadece yazmak olduğunu söyleyerek normal yazı hayatımıza geri dönüyoruz. Bu yıllığa da böyle bir olayı kayıt etmeden geçmeyelim.
Buralarda bir yerlerde zaten görüştük. Hoş kalın.
Bugün bu blogu açıp yazalı tam bir yıl olmuş.
Doğum: 28 Şubat 2016
Ölüm: Beklemede...
Yazdıklarımı paylaşmak istemediğim yılları bir yandan özlüyorken bile hala buraya yazıyor olmamı çok ironik bulsam da devam edeceğim. Pınar'ın ve benim çok sevdiğimiz bir yer oldu burası. İçime rahatça döktüğüm bir ortam da oldu, bana kattığı güzel şeyler kadar sevmediğim şeyler de oldu. Velhasıl yazıyorum, yazacağım. Bir yıl da olsa on yıl da olsa yazacağım. Birilerinin okuduğunu bildiğim sürece yazacağım.
Neyse baylar ve bayanlar, bloguma teşrif edip okuyanlar, şöyle bir göz atıp çıkanlar bu yazı benim blogumun yıllığı olduğundan dolayı bazı not alınması gerekenler var.
Mesela;
Şimdiye kadar 14 bin kişi gelip geçmiş defterimden, beni izlemeyi 82 kişi uygun görmüş, saygılar sevgiler onlara. 325 yorum ve cevap da var tabi bu bir yıl içinde.
En çok okunan yazımız ÖZGÜRÜZ(?) yazısı olmuş, zinciri uzun olan bizler sevmişiz o yazıyı.
Facebook sayfamızdan bizi takip etmeyi uygun bulanların sayısı da 77 olmuş.
Dolu dolu bir yıl geçirmek istesek de düzenli yayın yüklemeyi beceremedik yine. Bunu seneye de yıllığımıza yazmamayı umuyoruz.
Benim için önemli bir not:
Bugün saat 15.00 sularında yayınladığım bu yazıda bir adet de çekiliş bulunmaktaydı. Türk klasiklerinin en önemli yapıtlarından beşinin yer aldığı bir çekiliş vardı. Ancak gördüm ki Türk klasiklerinin yeni yetme edebiyat karalayıcı yazarlar veya yabancı, adını bile zor telaffuz ettiğimiz yazarlar kadar değeri yokmuş. Bu sebeple bu çekilişi iptal ettik.
Bundan sonraki amacımız sadece yazmak olduğunu söyleyerek normal yazı hayatımıza geri dönüyoruz. Bu yıllığa da böyle bir olayı kayıt etmeden geçmeyelim.
Buralarda bir yerlerde zaten görüştük. Hoş kalın.
18 Şubat 2017 Cumartesi
Bakışmanın Can Sıkan Ataleti
Düzen kurmak
kadar var olan düzeni yıkmak da zordur. Yeni bir şeylere alışmaya çalışırken
eski diye kopmaya çalıştıkların, bir türlü kopamadıkların da seninle sürüklenir
oradan oraya. Kitapların, arayıp bulamadığın kazakların ve küflenmiş
çorapların. Hepsini bir araya getirdiğinde eskimiş olduğuna karar veriyorsun. Geçmiş
belirginleşmeye başlayınca hiçbir şeyi avunma aracına dönüştüremiyorsun. Benim
böyle oldu. Yatağın bir ucuna oturup bunları düşünmek bile eskiliğini
çağrıştırıyor. Ufaldığını, bir cisim haline büründüğünü hissediyorsun. Şöyle
dedim: eski orada bıraktıkların değil, yanında bir türlü kopartamadıklarındır.
Şimdi kendim dahil
her şeye eskimiş bakıyorum. Putlaştığımı, üzerine bilmem kaç kat boya çekilmiş
duvarlara dönüştüğümü görüyorum. Üstelik hepsini aynı gözlerle izliyorum. Eller
aynı, dirseklerim aynı. Kabuk tutmuş dirsek uçlarım, etleri katılaşmış. Düzenin
kendisiyle de iyi ilişkiler kuramadım. Belki de ondan. Kabul görmediğin her
şeyle iç içe olmak insanı eskiye dönüştürüyormuş. Benim bunları anlamam on
dokuz yılıma ve yedi ayıma mal oldu.
Her şeye uygun
cümlem var. Evet, fakat kendime sıra gelince yok. Uçuşan, toza dönüşen bir
nesne olarak yaşantıma kaldığım yerden devam ediyorum. Bir sebebi de yok. Dönüp
gelince yığınların içinden sıyrılınca gördüğüm insanlar kadar sorular var. Her
insan için kendime bir soru sorarak bitiyor gün. İyi de ben böyle bir hesabın
içinde olmayı kurgulamadım. Basit olmayı kovaladım. Karşılaştıklarım karmaşa
yarattı. Öyle oldu. Olmasa anlatma ihtiyacı duymazdım.
Bütün bunları
balkona anlattım. Tavanda asılı ışığa ve yeni duvara. Balkon bana baktı. Işık
bana baktı. Duvar bana. Bu da böyle bir yazıydı. Sevgilerle...
Ufacık Bir Not: Bizi Facebook üzerinden takip edebilirsiniz...
14 Şubat 2017 Salı
Bizim Şarkımız - Necip Fazıl Kısakürek
Kırılır da bir gün tüm dişliler
Döner şanlı şanlı çarkımız bizim
Gökten bir el yaşlı gözleri siler
Şenlenir evimiz barkımız bizim
Yokuşlar kaybolur çıkarız düze
Kavuşuruz sonu gelmez gündüze
Sapan taşların yanında füze
Başka alemlerle farkımız bizim
Kurtulur dil tarih ahlak ve iman
Görürler nasılmış neymiş kahraman
Yer ve gök su vermem dediği zaman
Her tarlayı sular arkımız bizim
Gideriz nur yolu izde gideriz
Taş bağırda sular dizde gideriz
Bir gün akşam olur bizde gideriz
Kalır dudaklarda ŞARKIMIZ bizim...Necip Fazıl Kısakürek
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)