Yazılarım E-postana gelsin.

Yaz E-Postanı!

23 Ocak 2023 Pazartesi

Podcast #2 : Öykü ve Roman Üzerine

Özlem Ekici






 Merhaba, podcastimizin ikinci bölümü yayında. Bu kez Emre ile öykü ve roman üzerine konuştuk. 

Spotify için tık tık



12 Ocak 2023 Perşembe

Bi'şeyler: 5 Sanatçı 5 Sergi "Müdahil"

Özlem Ekici

 7 Ocak 2023, yılın ilk sergisi ile karşınızdayım. 5 ayrı tarzda 5 farklı sanatçıdan oluşan Müdahil sergisinden bildiriyorum. Farklı ve çok güzel. Öncelikle beni bu sergiye çeken kısımdan bahsetmek istiyorum. Hikmeti Tabiyeci olarak tanıdığımız Ankara sokaklarında mizahla sanatı birleştiren bir afişlerin sahibinin küratörlüğünü yaptığı bu sergiye Hikmetin Ağaçları kısmıyla da dahil olmuş. Ben de böyle tanıdım sergiyi ancak gittiğimde gördüğüm eserler ve sanatçılarla sanata umudumu tazelediler. Hadi sergiyi benim gözümden izleyelim.

İlk olarak bizi yağlı boya ve akrilik çalışmalarıyla Nadir Baylan karşılıyor. Göç Yolları adını verdiği bu sergide bizi mavinin güzel tonları eşlik ediyor. Göç Yolları, kimlik sorgulamalarının varoluşcu toplumsal yönüne dikkat çekiyor. Yakın zamanda yaşadığımız pandemi ile birlikte insanların kendi içine yolculuğunu düşündüğümüzde kaçma isteği duyan bizlerin çocuksu yönlerinin dışa vurumu gibi. 






Çocuksu yönlerimizin o kaçma duygumuza yansıyış biçimi bu kadar güzel anlatılamazdı, renkler öyle güzeldi ki. Tabi ki favorim tablom var. Sizlerle de paylaşacağım. Renklerin ve o verdiği hoş özgürlük hissinin yağlı boya ve akriliklerle anlatılması, son dönemde yaşadıklarımızı baz aldığımızda sanırım en iyi böyle anlatılırdı. İçimizdeki çocuk göğe bir merdiven dayayayıp kaçmak istiyordu. İşte o en beğendiğim çalışma: 

Daha sonra bizi Hikmetin Ağaçları karşılıyor. Konseptiyle olsun, öyküleriyle olsun, beni fazlaca etkiledi. İçeriğinden çok paylaşım yapmak istemiyorum ancak yolunuz düşerse 4 şubata kadar mutlaka o havayı solumalısınız. O banklarda oturup her tablonun hikayesine katılmalısınız. 


Ağaçların gözünden insanlara baktınız mı hiç? Bizim hakkımızda ne düşünüyorlar? İşte bu sergide biz ağaçlardan bizleri okuyoruz, görüyoruz, izliyoruz. 



Bir diğer güzel nokta da sanatta ölümsüzleştirilenler. Gülistan Doku adına da bir köşe ayrılmıştı. Sanırım beni en çok etkileyenlerden biri de oydu. 



İnsanlar neydi? Bizler neyiz? "İnsan gülen bir hayvandır"


"İşçiler ağaç mıdır?" 
"Ağaçlar işçi midir?"


Ardından tabi ki metalin insan suretlerine bürünüşünü izlediğimiz Şükrü Aslan'ın Sen, Ben, O adlı sergisi karşılıyor bizleri. "Günümüz insanın en önemli varoluşsal problemi özdür." diyerek başlıyor Şükrü Aslan. Ardından "Bireyin kendini gerçekleştirme, özünü bulma sürecinde seçim ve kararlarının en önemli belirleyicisi, yaşadığı toplumun ve zamanın; ekonomik, siyasi ve kültürel yapısıdır." diyor ve başlıyor bizi bizlere anlatmaya. 





Teknolojinin sanatta yansımasını göreceğimiz o kısma geldiğimizde bizi Murat Fırat karşılıyor. Kafamdaki Biz ile dijital sanatın geldiği noktayı gözler önüne seriyor. 


Ve son olarak Ahu Akkan'dan Otoportre ile sanatçı kimdir üzerine bir bakış yakalıyoruz. Benim işçilik olarak en fazla ilgimi çeken kısım buydu. Kendisini ve eserlerini ilk kez görmüş olsam da gerçekten beğendiğimi söylemek isterim. 



Ankara'da sanatı ve kültürü takip ettiğimiz bir günden arta kalanları sizlerle paylaşmak istedim. Umut aşılayan bir gün oldu bizler için. Yolunuz düşerse sergilere gitmeyi unutmayın. 


4 Ocak 2023 Çarşamba

Bi'şeyler #4 : Ölmeye Yatmak

Özlem Ekici

    Umut kırıntıları topluyorum. Ölmeye beş kala, yaşamaya çabalıyorum. Uzun süredir birtakım hastalıklarla boğuşuyorum. Hayat çok acımasız lafını o kadar çok kullanır oldum ki kendime şaşırıyorum. Umudun tükendiği yerde inat başlar dedikçe daha da zorlanır oldum. Yaşamaya sağlığım el vermiyor dostlar. Bu belki de son yazım, son nidam, bilemiyorum. Yarın garantiymişçesine hafta sonuma planlar yapıyorum. Sergiler, tiyatrolar beni bekliyor. Yaşayıp görürsem şayet onları da dolduracağım buraya. Blogum benim minik dünyam. :)

    Hayatın beni sürüklediği anlardan birini daha geride bıraktım. Bu sürüklenişler beni mutlu eden anlar gibi, ben iyiyim, iyi olmaya gayret ediyorum. Ölümü düşünüyorum, ölmeye yatmayı kabullenemeyen yanım sızlıyor. Yaşam bu kadar kavramamıştı beni, şimdi kendime bile yabancı hissediyorum. Keşkelerim var ve biriktiği yerlerden yakalıyorlar beni, yaşayamıyorum. 

    İnsanlara bakıyorum, yine aynı köşemden izliyorum onları, yaşamaya korkak ruhum sessiz sessiz ağlıyor. Biraz daha, biraz daha diyor Levla. Az kaldı, bitecek bazı umutlar ve acılar. Bu biraz hüzünlü bir yazı olacak dostum. Ölmeye yatan yanlarımı diriltecek kadar acı duyumsuyorum. Bu acı bitecek ama nasıl? Bu ömür son bulacak ama nasıl?

    İlgi çekici geliyor kulağa, son bir kez daha yaşama fikri. Geç kalmışlık hissi duymuyorum annem gibi, bir şeyler oldu ama olmadan yetişmişim diyorum usulca. Biraz daha sabret, dinecek tüm acılar. Bitecek kurulan düşler. Yıkılan hayaller tekrar filizlenecek. Umut topluyorum haneme, elde var bir!

    Biten düşlere, yıkılan duvarlara, kurulan keşkelere ant olsun ki iyi yaşadım. Mutlu hissediyorum, iyi değilim ama huzura teslim oluyorum. Bi'şeyler eksik, bi'şeyler yoksun, bi'şeyler başka şeyler... 

    Dans edelim mi yağmurda? Bu çalan şarkı ruhuma dokunuyor. Elimi tutan sen misin? Gidelim mi bulutlara? İnan ki sevdim ben bu hayatı, tüm olumsuzluklarına rağmen. Bitti mi? 

20 Aralık 2022 Salı

Ataletim Tavan, Beni Üzmeyin Lan

Özlem Ekici


    
Bilindiği üzere kış depresyonuma girmiş bulunuyorum. İçimde anonim hasret rüzgarları ve konusuz mutsuzluklar baş gösteriyor. Bugün yine bir "Neden uyandım ya ben?" sabahına gözümü açtım. Ardından tüm miskinliğimi yorganıma sarılarak sevdim, kabullenmem kolay olunca hemen gözlerimi açtım. Böyle yatarak daha fazla gün geçiremem diyerek kahve için mutfağa yol aldım. Sigarasız günler geçiriyorum ve inanın bu oldukça kolay geçmiyor, kahve suyum fokurdaya dursun ben bir çift laf edeyim diyerek aynaya koştum. Baktım, uzunca süzdüm. Burnumun altındaki benin üzerinde gezen parmaklarıma baktım. Yanaklarımda beliren gülme çizgilerine dokundum. Yorgun ve kırmızı gözlerimin ardına bakarcasına inceledim kirpiklerimi. Hayat çok garip!

    Belki uzun bir uykuya ihtiyacım var. Belki de bu uykular beni yoruyor bu kadar. Bilmediğim hüzünler sarıyor etrafımı, sebepsiz gülücükler saçamıyorum artık. Bir şeyler oluyor, bir şeyler devam ediyor, bir şeyler bitiyor ancak ben izleyici koltuğumdan kalkıp da bunlara katılamıyorum. Bazen uyanmak istemiyorum, bazen de daha fazla uykuya katlanamıyorum. Bu böyle miskin bir yazı olmamalı dedikçe daha da miskinliğe elverir hale geliyor cümlelerim. 

    Birkaç kez kuş sesi duydum odamdan, oysa çevremde kuş sesi gelebilecek bir yer yok. Fazlaca kenarda kıyıda kalan bir odam var. İnsanın kulağına kuş cıvıltıları gelirken uykuya kapılması bir hayli zor oluyor, belki de bu yüzden kalkayım diye duymuş gibi oldum. Bir kuş sesine bağlı kalan miskinliğim daha da zorlayıcı hale gelirken toparlanıp çıkıyorum evden. Sokaktayım, hava serin bir kış sabahı, ayazı mı deniyordu yoksa. Kulaklığıma gidiyor ellerim, bir piyano solosunda takılı kalmışım. Tekrar aynı yerden devam etsin istediğimden hiç değiştirmeden başlatıyorum. Kışa ne de çok yakışıyor bu tonlar, bu notalar. Dans edesim geliyor, hüzünle açayım kollarımı, miskinliğimle döneyim etrafımda. Başımı serzenişime eş eğsem de uzaklardan bakışlarımı alamıyorum. 

    Umut etmek çok garip geliyor şimdi, otobüste sallanarak giderken nereden geliyor bu düşünceler böyle hoyratça. Bir sabaha daha uyanacağım ve her şey bugünden farklı olacak diyebilmek için umut ediyorum. Günlerim birbiri ardına dizilen boncuk taneleri gibi, fakat hepsi aynı renk ve şekilde. Aralarına şöyle minik birkaç süs taksam en güzel gerdanlık benimki olacak ama nerdeeee!

    Uzun süren yolculuğumu Kızılay'ın kalabalıklığına bırakıyorum. Biraz insanları izlemek için kenara geçiyorum. Saatin kaç olduğundan habersiz, oradan oraya koşuşturan insanların telaşına tezat ben olduğum yerde duruyorum. Ben neden bu kadar durgunum? Neden bu kadar acelesizim? Bazı günler rolüm gereği acelem varmış gibi yapıyorum. Yine de bu kadar sakin görünmekten kaçamıyorum. 

    Okula süren bir yolculuktayım. İnsanlar sabah mahmurluğunu atmaya çalışırken ben çoktan gözlerimi kapadım, müziğe kendimi bıraktım. Gelecek durakları umursamıyorum veya gelmeyecek duraklarda bekleşen insanların umutlarını. Bazen sadece beklemek için beklerim. Kimsesiz beklentilerde en çok kendimi bulurum, demek ki asıl beklediğim benim. Bilmiyorum, bu ataletime kış mı sebep oluyor yoksa Ankara'nın gri havası mı? Gittikçe alışıyorum bu durgunluğa, bu soğuk duruşa. Sessizce dans ediyorum zihnimde, ufak bir tebessüm düşüyor yüzümden, sınıfa giren ben değilmişim gibi geçip oturuyorum. 



2 Aralık 2022 Cuma

Bi'şeyler #3: Adsız Duygular Ediniyorum

Özlem Ekici


    Duygularınızı nasıl anlatırsınız? Ben sanırım en çok bunu yazarak yapıyorum. Çağlar boyu da bunu yapmışlar deyip kendimi haklı çıkarmaya çalışıyorum. Adlandırmaktan korktuğum duygular içindeyim. Yaşamadığınız hislerin ne olduğunu bulmak en zoru kanımca, o yüzden olsa gerek adlandırmaktan geri duruyorum. Bir şeye ad vermek, onu sahiplenmek, kabullenmektir demişti Sema Kaygusuz. Ad vermediğim sürece yabancılar bana, bilinmiyorlar, bilmek istediğimden de emin değilim. 

    Mutluluk anlarda saklıdır, demişler ya kim dedi hatırlamıyorum falan ama kesinlikle haklı. Daha az mutsuz olmaya çalışmak da mottom olmasına rağmen bu bilinmeyen duygularla mutlu mu olmalıyım, mutsuz mu olmalıyım daha kesin bir karar verebilmiş değilim. 

    Yerimde olsa ne yapacağını düşündüğüm yazarlar var, Kafka mesela. Bilmediği bir duyguya karşı tepkisi ne olurdu? Bilmek için çırpınır mıydı yoksa varlığını kabul edip adlandırmadan yaşamanın tadını mı çıkarırdı. 

    Adsız duygular dedim ama hani tahminlerim yok değil, az çok bir şeyler tahmin ediyorum işte bu olabilir, şu olabilir, Aa belki de budur falan. Bilmek istediğimden emin olsam adını koyup kabulleneceğim, lakin metinsiz-adsız hisler diye kalmasını istiyorum. Bilinmemezlik belki de tadını çıkarmamda daha iyi bir aracıdır. 

Şiir yazmaya dönüyorum, sevgili okuyucu. Eskisi gibi şiirlere dalacağım, kitaplarıma sığınacağım. Adını bilmediğim duygularla yaşamanın tadını çıkaracağım. Belki cesaret ederim de adlarını koyup sahiplenmek isterim bu duyguları, ama şimdilik yaşayalım sadece. 

    Kimi insanlar, kimi izler bırakır hayatımızda. Kimileri de bir yolcu misali anlık da olsa dokunur yaşamlarımıza. Hisler her zaman dışa vurulduğu gibi değildir mesela, en saklı hislerimizi gözlerimiz ele verir. Bakma gözlerimin içine, ben utanırım. Gülmek bazen gizleme sanatlarımızdan biridir, ama belki de en saf duygunun dışa vurumudur. Bu kadar belkiler, amalar arasında bazı hisler var işte, adını koyamadığım ama bir parçam gibi hissettiğim. Onlarsız nasıl yaşadım ben şimdiye kadar diyebileceğim hisler bunlar. Tadını çıkarmalı bazı anların, duyguların. Mutluluğu yakalamışken uzatmalı o anı, mutsuzluklara daha az zaman bırakmalı. 


Hangi Parçama Hangi Eşsin?

Özlem Ekici



Karanlıktım, koyuluğunda kaybolduğum

sığ bir deniz uzanıyordu içimde

Solan çiçeklerimin üzerinde bir kül

Savrukluğu tüm cihana dair

Bir gece bir kıvılcım düştü göğüme

O parıltıya koştum önce

Parıltı büyüdü, aydınlattı tüm göğü

Bir çiçek tomurcuklandı dalımda, sen gelince

Sonra bir ormana umut oldun gönlümde

Duvarlarımda sarmaşıklar, çiçekler rengarenk

Bir ses titretiyor dalları inceden, 

aşkın en berrak tonu bu göldeki


kimse bakmadı sen gibi bana

kimse uzanmadı ellerime, yaralarıma

parmak uçların kırmaktan korkarcasına tenimde beliren minik kıvılcımlar gibi

bir koku duydum, boynunun en saklı köşesinde

göğsünün inip kalkışlarına ilmekledim nefesimi

bir güvercinin göğsünde geldim kondum sana

kollarının arasına yerim dedim, sığındım

güldüğünde oluşan çukurlara bıraktım gülüşlerimi

sevdim, belki de tek yapabildiğim buydu


bazen kayıp parçalarını ararmış insanlar

ben aramazdım, bu kadar parçama hangi eş

Nereden, nasıl olsun da gelip yerleşsin tam ortasına

Olabilirmiş, rüya değilmiş bu masallarda anlatılan

İnsan şaşar kalırmış öylece

Solan çiçekleri döker, yeni tomurcuklar ekermiş

Kopan dallar yeni sürgünler verirmiş

En sığ denizler dağılır, kurulurmuş yemyeşil ormanlar

İçi titrermiş bir çift dudaktan çıkan bir sedaya

Yürekten yüreğe usul usul çizilirmiş o yol

Bir çift el en güçlü yapabilirmiş seni

O içine düşüp durduğun kuyuyu kapatıp en mavi resmi çizermişsin oraya

En çok da severmiş bir insan, böylesine, delicesine

İlmeklediğim nefesimi tuttuğum yerden dokudum hayallerimi

Kokun, nefes, eller ve bir parça yürek sızım

Hepsi de eksik parçaları ruhumun

Tam orta yerinde, yerlerinde.


19 Kasım 2022 Cumartesi

Bi'şeyler #2: Evrensel Tabu

Özlem Ekici

    Merhabalar, geçtiğimiz hafta sonunda gittiğimiz bir sergiden sonra nedense bu konuda konuşmak istediğimi fark ettim. Tabu adında Çankaya Belediyesi bünyesinde Serdar Yörük'ün küratörlüğünde bir sergide düştüm bu fikirler havuzuna. Tabu, insan davranışlarının belli alanları ya da belli normlarla ilişkili olarak kutsal veya dokunulmaz olarak tanımlanmış oldukça güçlü sosyal yasaklara denir. Ben demedim, Vikinin yalancısıyım. :) Bazı tabular geçici, belli dönemler içinken bazıları süreklidir. Bazı kozmik ya da kutsal sayılan bölgeler, kimsenin yaklaşmaya cesaret edemediği yerler, bazı mezarlar gibidir. Toplumsal olarak tabuları olan bir milletiz, tabuların bu kadar geçmişimizden beri var olagelmesi benim hep ilgimi çekmiştir. 

Vikide de gördüğüm bir paragrafı aktarmak ve bunun üzerine düşünmenizi istiyorum. 

Evrensel bir tabu yoktur ancak tabu mekanizması her zaman aynıdır. Bazı nesneler, kişiler ya da bölgeler tamamen farklı bir ontolojik sisteme dahil olurlar ve bunlara dokunmak ontolojik düzlemde ölümcül sonuçlar doğuracak bir kırılmaya neden olur.

    Okuduktan sonra "Nasıl ya? Evrensel bir tabu yok mu cidden?" dediğimi duydunuz herhalde. Sergide de bu dikkatimi çekmişti. Evet toplum gereği birçok tabumuz var, birçok toplumda birçok ortak tabular var, kişisel olarak da insanların tabuları olabilir. Peki evrensel bir tabudan neden söz edemiyoruz? 

    Bazı tabu örnekleri kaygı ve uzaklaşma yaratan, tuhaf, uğursuz, gizemli olanların normal olanlardan ayrılarak tabu haline getirildiğini gösteriyor. Küçüklüğümden hatırladığım bir anı canlanıyor zihnimde, inanması güç ama çevresinden dolaşmak şöyle dursun gözlerimizi dikip bakmanın bile uğursuzluk getireceği atfedilen bir mezar vardı. Çok garipserdim, bakmak istediğimde gözlerimi kapatan elleriyle annemin bana kızması hala hatırımdadır. Bu mezara, kişiye ya da davranışlara bir aşağılanma değil elbette, tersine bir değer atfediliyor.

    Kutsal yasaklar, Türk halk kültüründe "Koruğ" sözcüğü ile karşılanıyormuş. Bu kelime "Kor" sözcüğünden türemiş ve korumak fiilinden gelmektedir. Türk halk inancında, Şamanizmde ve mitolojide sık sık rastlanan bu yasaklara Koru veya Korı da denir. Yapılması, dokunulması, gidilmesi, söylenmesi dinsel veya metafizik içerikli bir sonuca bağlanmış olan yasaklardır. 

    Size biraz da sergiden bahsetmek isterim. Sergide elbette aklımıza ilk gelen tabu örneklerini haliyle bulabildik. Çıplaklık, esaret, zıtlıklar vb. durumlar için yapılan eserler bir hayli güzeldi. Beklendiği şekilde kuş motifleri ve bağlanmışlık (bağnazlık) durumlarına örnek eserler de fazlacaydı. Bir de böyle beni çok etkileyen şaşırtan eserler vardı ki size onları tabi ki göstereceğim. 


"Aile Putsaldır" adlı bu çalışma sergide en çok etkilendiğim eserdi sanırım. Bir aile içinde bile tabulardan söz edebiliyoruz. İnsanın olduğu her yerde tabu var demek geliyor içimden. 


Peki ya zıtlıklar? Görünen veya görünmeyenin arkasında gizlenenler? Tabuların kendi aralarındaki ilişkilere dair uzun çalışmalar yapılmıştı, bu konuda ünlü çalışmalar da var. Freud okumadıysanız bile tabuların bilinçaltı ile ilişkisi için yaptığı çalışmaları duymuşsunuzdur. Freud tabuların bilimsel bir analizini yapmış ve bu tür yasaklara karşı güçlü bilinçaltı güdülerle hareket edildiğini ortaya çıkarmıştır.

Tabular bizim gelecek nesillere bıraktığımız birer miras olabilir mi? Geçmişten günümüze birçok tabu yaşadığımız müddetçe bize eşlik ediyor. Mirasımızı düşündüğümüzde tabuların da içinde olması beni biraz ürkütüyor. Her tabu kötü anlamda olmak zorunda değil elbette. Lakin bir fikri dayatmak gibi değil mi, tabuyu aktarmak da?

    Anne karnındayken başlıyor bazı tabularımız. Biz daha doğmadan karşılaşılan tabuları düşündünüz mü? Doğumunuzla birlikte karşı karşıya kalınan tabuları? İnsan yaşamının başlangıcını ifade eden ve ilk geçiş dönemi olan doğuma, kutsallık atfeden pek çok inanış ve pratik bulunmaktadır.  Bu inanış ve pratikleri şekillendiren en önemli unsurlar toplumun kültürel, sosyal, tarihî, dinî birikimleri ve değer yargılarıdır. Bu değer yargıları doğrultusunda doğumla ilgili bazı inanışlar ve pratikler tabulaşırken bazıları da devam ettirilmesi için desteklenmektedir. Doğum bu şekilde korunup gelecek nesillere sağlıklı bir şekilde aktarılabilmektedir.
    Türk kültüründe ise doğum tabuları yalnızca hamilelikle başlamıyor. Toplum içinde kadın henüz bir çocukken bile çocuğu olmayabileceği hatırlatılarak sıklıkla ayağını sıcak tutması, soğuk yerlere basmaması konusunda uyarılır. Bu durum bile doğuma ne kadar değer verildiği ve bununla ilgili tabuların henüz kişinin çocukluk döneminde ortaya çıktığını gösteriyor.


    Tabu deriz de kadınlara değinmeden olur mu? Kaç yaşından başlıyoruz bu tabularla yaşamaya? Markette erkek kasiyerlerle "ıhhı ıhı ıhı ped aldım ama napim lazım" bakışmalarımızı kim yapmadı ki? 


    Peki ya anılarımız tabu olabilir mi? Yaşadıklarımızın bir süre sonra bizim saklı topraklarımız olduğu durumlar elbette var. Bir daha yaşamamak adına çizilen sınırlar da tabu olabiliyor. Geçmiş geleceğimize tabu olarak devam edebiliyor. 

    Taassup yani bağnazlık nedir? Bir düşünceye, bir inanışa aşırı ölçüde bağlanıp ondan başkasını düşünememe durumu denebilir, bir nevi fanatiklik de denebilir. Ölümüne savunanlar, kesin inançlılar da bu gruba dahildir. Kesin İnançlılar deyip Eric Hoffer'a da selam çaktığımıza göre artık devam edebiliriz. 

"Mecruh" adlı bu çalışma da diğer en sevdiğim eserdi sanırım. Kelime anlamı "yaralanmış" olması ve parçalar içinde ufak notlar halinde aksettirilmesi beni en çok etkileyen kısımdı. 


    Sergide beğendiğim ve etkilerini size yansıtmaya çalıştığım eserler bunlardı ama sergi sonunda aklımda tek bir soru vardı. "Evrensel bir tabudan neden söz edemiyoruz?" Evrensel tabu yoktur tezine ilk verdiğim karşıtlık "Ensest"di. Sergide de buna bir atıf göremedim ve kesinlikle bu koca sorudan daha büyük bir merak bıraktı ardında, "Acaba ensest konusu sanatta nasıl karşımıza çıkıyor?" Tabi ki hemen araştıran parmak uçlarıma güvenerek girdiğim bu yolda birkaç görsel sanat eserinden başka örnek bulamadım. Belki de benim beceriksizliğimdir diyerek İngilizce aramalara, literatür taramalarına da giriştim. Tatmin olmamış olacağım ki hala buraya yazıyorum, biri beni aydınlatsın! Kafamda kurmaya devam ettiğimde "Acaba bu öyle bir TABU ki sanatta da resimde de yazında da kendinden bahsedilmeyecek kadar uç bir örnek mi" diye de sormadan edemedim. Tabi bulamadığım görsel eserler ve yazılı basın öyle ki beni buna itiyor. 

    Görsel sanatlarda aradığımda tabi ki Kral Oidipus Mitine ve Lut Kavmine ilişkin görseller bulmak mümkün. Ama nedense bu ikisi dışında çok ama çok az çalışma var olacak ki ben onlara bu internet çağında hala ulaşamıyorum. Ben tatmin olacak yanıtlar alamadım, yeni dillerde aramaların gücüne inanıp devam ediyorum lakin şimdilik tünelin ucunda ışık görünmüyor. 


Sizde de soru işaretleri yaktığımı düşünüyorum, fikirlerinizi merakla bekliyorum. 


Özlem Ekici, Personal Blogger Templates | Blog aa

Levla'nın Not Defteri - Kişisel Blog | Bütün Hakları Saklıdır | Copyright © | 2016 - 2023