Yazılarım E-postana gelsin.

Yaz E-Postanı!

21 Mart 2017 Salı

Lokman Hekimin Sev Dediği - Metin Eloğlu

Özlem Ekici

Bu yürek 
Seni seveceğini biliyordu herhalde 
Bu kafa seni kuracağını seziyordu hanidir 
Bire bin veren buğday 
Elmadaki mayhoşluk 
Hukuki beşer 
Çınçınlı hamam 
Çizmedeki kedi 
Sanki elleriyle koymuşlar gibi 
İkimizden bir işmar 
Seni sevmemiş olsam , sözlerim yarı yarıya 
Gözlerim yarım 
Ellerim çolak hüseyin eli 
Seni sevmesem , nefes almayı beceremem ki 
Bugün günlerden ne ? 
Cumartesi 
Seni sevdiğim için , Cumartesi elbet 
Seni sevdiğim için , bak temmuz ayındayız 
Ayşe onbaşı , pir sultan abdal , büsbütün sevdalıyım sana
Bu gemiler nereye gidiyor , seni sevdiğim için 

Seni sevdiğimden , suyun akası geliyor 
Bacaların tütesi 
Nurhayat’ın halleri , seni sevdiğim için güzel 
İbrahim’in dilleri 
İnsan seni sevince , tutsaklığa kızar tabi 
Savaşın adı geçse , cinifrit olur 
Ereğli’nin kömürünü düşünür , ne kömür o be 
Raman’ı düşünür , Çukurova’yı düşünür 
Seni sevdiği için , Haliç’te bir uğultu 
Marmara’da bir deniz 
Isparta bahçesinde güller 
Seni sevdiği için goncalanıyor 
Seni sevdiğim için , kilim dokuyor Avşar’da 
Yarın sabahlar , seni sevdiğim için icat edildi 
Penisilin , halk şiiri , canlı sinema 
Mapushaneler , yedi düvel , harbi ispanyol nezlesi 
Sultan Hamid , don civani 
Ne bilsinler seni sevdiğimi 
Başaklanmayan yulafa söylemeli 
Cılk yumurtaya 
Paslı demire 
Kulağını bükmeli kurtlu kirazın 
Hoşnut değilllerse bu gidaşattan 
Akıl etsinler seni sevdiğimi , 
Yeşille turuncunun kafa barıştırması , bu sevdadan ötürü 
Tepemizdeki o göçmez tavan 
Sulardaki yakamoz , ortancadaki pembe 
Ben seni sevdim diye 
Bingöl vilayetinde , kamyondan inince 
Tığ gibi bir delikanlıya soruyorum 
Siz nerenin bulutlarısınız böyle ? 
Biz sizin sevdanızın bulutlarıyız 
Bir yıldızlı akşamı varsa Ankara’nın 
1953 kışları içinde 
Karnı tok , sırtı pekse hısım akrabanın 
Konu-komşu , dirlik düzenlik içindeyse 
Birbirimizi daha çok sevelim diye 
İnsan seni sevince iş-güç sahibi oluyor 
Şair oluyor mesela 
Meyhaneden cayıyor bir akşamüzeri 
Caysın be güzel 
Caysın be iyi 
Tütünü bırakıyor , tütün neyime zarar 
Keseme zarar , ciğerime zara , sevdama zarar 
Seni sevince adamın papuçları eskimiyor 
Beti-benzi yeni çarktan çıkmış gibi 
Seni sevince insan bilgili saygılı gönlü gani şen 
Saçları zencefilli 
Erkencecik evine dönmek istiyor canı 
Hep seni düşün 
Hep seni yaşat 
Hep seni yıka 
Seni doyur üç öğün 
Seni bir kanım uyut , sonra uyandır 
Lokman hekim , seni sev diyor bana 
Seni sevmeseydim , ilkbaharı kodunsa bul gayrı 
İstanbul diye bir kent yoktu ki yeryüzünde 
Umut diye bir şey yoktu ki , seni sevmeseydim 
Hak , hukuk , bereket diye 
Eşitlik , kardeşlik , hürriyet diye 
Yüreğime sağlık ne iyi ettim..!

Metin Eloğlu





17 Mart 2017 Cuma

Levla'ya Göre Yazar

Özlem Ekici
 Yazar olmak dünyayı değiştirmek ve bu yeni dünyanın kapılarını aralamaktır diyebiliriz kısaca...
  Ne yazacağımı kara kara düşünürken aklıma gelen ilk cümleleri sarf etmek daha cazip geldi bir an için. Ne olursa yani öyle gelişigüzel bir şekilde… Belki bir şiir ya da bir özdeyiş, ya da bir öykü… Derken aklıma yazarlık neydi sorusu takıldı.  Yani ne içeriyordu ve hangi değerlere sahipti sorusu? Çünkü yazarlık denilen süreç sancılı bir seçimdi ve fazlasıyla acı doluydu. Ve beni meşgul eden de buydu sanırım. Yazar olmanın değerleri… İsterseniz sayalım.
O öncü olandı.
O farklı olandı.
O taşıdığı kaygıyla ve düşüncelerle kutsal olmalıydı.
Unutmayalım ki kutsallık sadece tanrıdan gelmez, üstlenilen görevler ve buna inançtan gelir, bunun uğruna feda edilenlerden gelir.

Yazar hayatı yeni baştan yorumlayandı.
Yazar sürekli düşünen, düşüncenin potasında erittikleriyle hayatı yeniden kurgulayandı. Yaratıcıydı, bu yönüyle sanatçıydı.
İktidarla sürekli başı dertte olandı, aykırıydı, farklıydı.
Kavgacıydı, bu onun uzlaşmaz kişiliğiyle bütünleşmişti.
Mükemmeliyetçiydi, insanüstü bir çabayla bunu toplumsal-siyasal-kültürel hayatta sürekli zorlayandı.
Susmayan bir bilinçaltına sahipti ve unutkanlık onu öldürürdü, bunu da zihninin bir tarafına kazımıştı.
Bir çocuk edasıyla ve saflığıyla heyecanlı bir halde geleceği bekleyendi.
Umut taşıyan bir çift gözdü.
Fazlasıyla yalnız olandı bu dünyada.
Fazlasıyla samimi ve fazlasıyla kendi topraklarına ait olandı.
Bu özellikler artırılabilir ama kesinlikle değiştirilemez. Çünkü yazar olmak ilk önce insan olmaktı. Ve bu değerler aslında yazar değil insanı tarif etmekteydi.

Kısacası yazar olmanın zor yanı gerçekten insan olarak kalmanın ta kendisiydi. 

  Her eline kalemi alıp yazana da yazar demek elbette ki Tolstoy'a, Dostoyevski'ye hakaret olabilir niteliktedir ancak onlar gibi olduğumuzda ve bu kriterler çevresinde yaşadığımızda birer yazar olabiliriz. Yazar olmak insan olmak olduğu kadar daha birçok etmeni de içinde bulunduruyor mesela;
 Her yazarın kendine ait bir dili ve uslübu vardır, bunlar çerçevesinde çağını veya çevresini aktarır satırlarında. 
 Yazar olmak için çok okumak veya çok yazmak gerekmeyebilir kimileri için ancak akıcı bir dil ve özgün bir tarz mutlaka gerekir.
  Okuduğumuz bir yazı boş bir içerikse bunu kaleme alana yazar demek ne kadar doğrudur?

İşte tüm bu noktalar çevresinde yazar oluruz, olunur. 

 Eğer bir yazarsanız öncelikle insan olmalı ardından da gerçek bir yazar olma kriterlerini barındırmalısınız. Aksi takdirde Tolstoy'a veya Dostoyevski'ye veya bildiğiniz diğer yazarlara haksızlık etmiş oluyoruz. 

15 Mart 2017 Çarşamba

KIRMIZI TEYP

Özlem Ekici
  Küçük kırmızı bir teybim vardı bir zamanlar. Tek derdim onu çalıştırmaktı. Kaset kapağını kırmıştım. O olmadığı zamanlar daha iyi çalışıyordu çünkü, kimse anlamazdı öyle olduğunu ama dediğim doğruydu. Sarardı bazen kaseti. Devamlı tetikte olmalıydın, kulağına garip bir ses geldi miydi hemen stop düğmesine atlaman gerekirdi. Kendimi sarılan ve de kopan kasetleri tamir etmek konusunda uzmanlaştırmıştım. İncecik alt kısmından yama yapabiliyordum kasete. Çok kıymetliydi kasetlerim. Her seferinde özenle dizerdim onları rafıma.
  Kayıt yapardım bazen. Volkmenimden sesi alıp kabloyla kırmızı teybimin mikrafon kablosuna uç uca ekledikten sonra ‘record’ tuşuna bastın mıydı o çıkan cızırtılı ses dünyanın en güzel kaydıymış gibi gelirdi. O benim eserim olurdu.
  Aşık olurduk bazı şarkılara. Kasetin tek yüzünü full aynı şarkıdan kaydetme modası vardı o zamanlar. Şimdiki gibi cd ve de ‘repead’ fonksiyonu yok tabi. Bir şarkıyı defalarca kez dinlemek için ne yapacaksın? Tek çare bir kaset feda etmek..
  Takır tukur sesler gelirdi her ‘play’ tuşuna bastığımızda. Kaset biterdi ters çevirmek zorunda kalırdık. İleri sarmak gerekirdi bazen ya da geri. Eğer pilli bir cihaz kullanıyorsan, cihaz ile sardırmak pili çabuk bitirirdi. Çözüm bir kurşun kalemi kasetin deliklerinden geçirip kaseti kalem vasıtasıyla çevirmekteydi. Takır tukur sesler gelirdi her seferinde, dijital değildi düğmeler o zamanlar.
  Sesi bozulurdu bazen. Kolonyalı pamuğu, kafasına ‘play’ tuşu basılıyken sıkıştırıverirdim. İçine alırdı pamuğu dönerken, döndükçe de temizlenirdi. Çok net bir şekilde anlayabilirdim bakımını yapmadan öncesini ve de sonrasını. Kasetçalarların kafalarını temizlemek bakımı için önemli bir noktaydı. Eğer bakımını yapamıyorsan anlamı yoktu pek kaset sahibi olmanın. Küçümseyerek bakardık boğuk ses çıkaran teyp sahiplerine.
  Çift kasetçalar teypler çıktı sonradan. Ne büyük icat! Benim iki cihazı kablolarla birleştirme yöntemim birilerine ilham vermiş olmalıydı, kesin öyledir, benim fikrimi çalıp geliştirmişler. İki cihaz iç içe, ne büyük zeka! Yani kayıt yapmak için kablolara ya da başka bir kasetçalara gerek yok. Hatta iki kaseti aynı anda dinleyebilirsin. Karman çorman sesler yaratabilirsin. Kesinlikle takdire şayan bir buluş ama fikrim çalındığı için hiç gücenmedim açıkçası, insanlığın yararına olan bir şey sonuçta.
  Sonra tuş takımını geliştirdiler kasetçaların. Yeni ve de daha modern oldu. Daha rahat basılıyordu ve takır tukur sesler gelmiyordu artık. Babam da yeni bir müzik seti aldı. Kumandası bile vardı. Bir sürü tuş vardı üzerinde, hiçbir zaman ne işe yaradığını anlamadığım. Sadece radyoyu açıp kapamama ya da sesini kontrol etmeme yarıyordu. Diğer tuşları öylesine yapmışlardı resmen. Zengin gözüksün diye, görmemişlik işte. Görmemiş kumanda yapmış tutmuş kasetçalara koymuş, oysaki kumanda televizyon için yapılmıştır. Üstelik üzerine de bir sürü gereksiz tuş koymuş bizim görmemiş. Bak şimdi aklıma geldi de babam ona zamanında iyi para vermişti.
  Ona müzik seti diyordu herkes. Bense teyp diyordum. Hem de çift kasetçalardı düşünün! Sesi daha güçlü, daha net ve de kullanımı kolaydı. Bense küçük kırmızı teybimde dinlemeyi severdim kasetlerimi, çünkü müzik setini ne gezdirebiliyordum ne de sırtüstü yattığımda göbeğimin üzerine koyup uyuklayabiliyordum. Hem babam içini açmama da izin vermiyordu. Üstelik çok kaliteliydi kafası, hiç temizlemeye gerek yoktu. Bana çok sıkıcı geliyordu. Unutmadan söyleyeyim bir gözü daha vardı. Üzerinde tam olarak ‘compack disc’ yazıyordu. Kapağını açtığımda içine yuvarlak bir şeyin koyulacağı bir yuvası vardı, yanında ise dijital bir gösterge. Ben onu hep son zamanlarda çıkan taş plaklar için yapılmış sanırdım. Küçük taş plaklar vardı çünkü biliyordum. Onlara 45’lik, ya da 60’lık taş plak deniyordu. Taş plağın özelliği nostaljik olmasıydı ve bu dijital gösterge ile hiç yakışmıyor diye düşünüyordum. Yapan adam saçmalamış resmen, eski ile yeninin bu kadar kötü birlikteliği olamaz diye düşünürdüm. Meğer eski olan bizler olmuşuz artık elimizdekiler de tamamen teknolojik.
  Büyümekti ya bu, sorunlarımız da artıyordu artık. Armudun sapı, üzümün çöpü diye verilen örnekleri bu kapsıyordu demek ki. Büyümek… Yahu ben mutluydum küçük kırmızı teybimle uğraşırken, çok mutluydum hem de. Niye kimse sormadı ki bana büyümek istiyor musun diye. Aslında istiyordum büyümeyi ama niye kimse engel olmadı. Niye gün geçtikçe daha çok korkuyorum büyümekten? Ürküyorum resmen.
  Küçük kırmızı teybim vardı bir zamanlar. Takır tukur sesler çıkartırdı. Kasetlerimi sarar, zarar verirdi. Cdler yoktu, kasetçalarların ‘repead’ fonksiyonları da yoktu. İstediğin şarkıyı açamazdın hemen, ileri sarmak gerekliydi. Arada sırada kolonyalı pamuk ile temizlemek gerekirdi. Daha az karışıktı her şey. Basit mantığı vardı her şeyin. Nerede benim kırmızı teybim? Kasetlerimi dinlemek istiyorum.

Çok özlüyorum kasetlerimi. Eskiyi özlüyorum. Kapağını kırdığım küçük kırmızı teybimi özlüyorum.

13 Mart 2017 Pazartesi

Benim Adım Yaprak

Özlem Ekici

Benim adım bir yaprak yalnız düşerim dalımdan.
Bir menekşe kokar uzak diyardan.
Nice pay biçtim kendime senli bir yaşamdan.
Olmadı, olduramadık.

Ben bir neşe sandım seni kaf dağında.
Bir tüten alevmiş aşkın peri bacalarında.
Bir yar öte senden gerek bana.
Olmadı, olduramadık.

Kimi zaman ağladığımdan çok güldüm sana,
Kimi zaman bende ben yoktu, her şey sana,
Kimi zaman ben dar iken rahat sana,
Olmadı, olduramadık, olduramadım...

8 Mart 2017 Çarşamba

ÖNEMLİ NOT!!!

Özlem Ekici
Merhabalar,
Bu yazıyı yazma amacım: ilk kez böyle bir şeye kalkışacağım için sizlere duyurmaktı.. Blogun eski halini -temasını, hani şu siyahlı olan- bilenler bilir. Blog dünyasında sıradanlaştığımı düşünüyorum ve evet eski temama geri döneceğim. Buna ek olarak da blogun ismi ve içeriğinde ufak bir değişim gerçekleşecek. Sayfalar, yazılar vb bazılarını bulamayabilirsiniz.
Blogger urlmiz değişeceği için sizi uyarmak istedim. Eğer ki url üzerinden blogumuza giriyorsanız bir dahaki girişte blog bulunamadı gibi bir yazıyla karşı karşıya kalabilirsiniz.
levlagridekisiyah.blogspot.com.tr adresindeki levlagridekisiyah kısmı değişecek. Bilginize...

Neden bu değişim derseniz, yazmama ve içimi rahat tutmama daha bir yardımcı olacağını düşündüğüm için bunu yapıyorum. Temamla oynamayı özledim ve o tema kesinlikle bana özgüydü. Bunu düşününce evet onu kullanmalıyım diyorum. Umarım beni anlıyorsunuzdur. Neyse efendim, bu url değişikliği izleyici olanlar açısından sıkıntı yaratmayacak, merak etmeyin. Bizi yine takip ettikleriniz kısmında bulabileceksiniz. E-Posta abonelerimize gelince gerçekten onlara nolacağını bilmiyorum. Ama sanırım tekrar abonelik gerekecek.

Şimdilik bu kadar. Birkaç gün sonra yepyeni bir içerik ve isimle döneceğiz. Hoş kalın.

2 Mart 2017 Perşembe

Çekinceli İnsan

Özlem Ekici

  Çoğu insanın yapmaktan imtina ettiği şeyler: özür dilemek, teşekkür etmek, birini yaptığı bir iş için/başarılı olduğu için övmek ve gözyaşı dökmek. İçlerine bir de bilmiyorum demeyi katabiliriz. İnsanın gururu bu tür şeyler yapmasına engel. İnanın bana bu kelimelerden kaçtığınızda ne siz daha yüce birisine dönüşüyorsunuz ne de dünya daha güzel bir hal alıyor.

  Geçenlerde, insanların merak ettiklerini sordukları, sorulan konu hakkında bilgi sahibi olanların da cevap verdiği bir mecrada güzel bir soruyla karşılaştım. Soru şuydu: "bir öğretmenin öğrencilerine 'bilmiyorum' demesinin bir sakıncası var mıdır?" Bu soru çok hoşuma gitti. Sonra verilen cevaplara baktım, çeşitli profesörler, doktorlar soruya cevap vermişti. Burada cevap verenler o pek sık karşılaştığımız kendi gururuna zarar gelmesin diye bizim gururumuzu, öz güvenimizi yerle bir eden, bu ne biçim soru deyip bizi aşağılayan hocalardan değildi. Bazı şeylerin farkına varmışlardı bu belli. Mesela birisi şöyle kısa bir cevap vermişti: "'bilmiyorum' bir öğretmenin söyleyebileceği en güzel şeylerden biri. Bunu geliştirmenin yolu 'bilmiyorum ama haydi öğrenelim!' demektir."

  İnsanlar her şeyi bilemeyeceklerinin, mükemmel biri olamayacaklarının farkına varsa ve kendilerini mükemmelmiş gibi göstermeye çalışmaktan vazgeçse ilişkiler de daha düzgün bir hal almaya başlar. Örneğin, bilmediği bir şey hakkında soru soran öğrencisini azarlayan öğretmeni ele alalım. Bu öğretmen karşısındakini azarlayıp, bilmediğini gizlemeye çalışmak yerine bilmiyorum dese ve öğrenmek için çaba gösterse, ne karşısındakinin ona olan güveni sarsılır ne de hem onun hem de bilgisine saygı duyanların hayal kırıklığı, gizlemeye çalıştığındakinden daha az olur. Başlarda bilmiyorum demesini yadırgayacak öğrenciler çıkacaktır. Ancak sonrasında sarf ettiğiniz çabayı, öğrenme sürecindeki yolunuzu gördüklerinde bu düşünceleri değişecektir. Öğretmenler, öğrencilere bilgi aktarmaktan ziyade bilgiye ulaşmanın yöntemlerini göstermelidir. Esas yenilginin bilmediklerinde pes etmeleri olduğunu anlatmalıdır. Öğrenmek ölünceye kadar sürmelidir.

  Gelelim bir diğer sihirli sözcüğe: özür. Özür dilerim, bağışlayın... Bunları kullanmaktan çekinmek de, kullananı istismar etmek de kötü. Kullanmaktan çekinmek biraz gururumuzdan, biraz da istismar edileceği korkusundan dolayı oluşuyor. İstismar şöyle gerçekleşiyor: kelimeyi kullandığımız kişinin gururu bir anda ön plana çıkıyor, bu kişi bizim kendinden alçak biri olduğumuzu düşünmeye başlıyor (iç ses şöyle diyor: ne de olsa gururlu olsaydı özür dilemezdi.) ve ona göre davranıyor.

  Peki bu durumda ne yapmalı? İnanın ben de bilmiyorum. Kendimi alçak görmek, başkalarına o şekilde göstermek niyetinde değilim ama başkalarının ne düşüneceğini, ne söyleyeceğini düşünerek yaşamanın anlamsız olduğunu da öğrendim. İnsan eğer gerçekten özür dilemesi gerekiyorsa dilemeli; karşısındaki, bu özre karşılık iyi niyetini suistimal etmeye çalıştığında da bunu fazlaca kafaya takmamalı.

  Teşekkür ve övgü de olması gerekenlerden. Birine yardımı, yaptıkları için teşekkür etmek; işini iyi yaptığında ya da davranışlarını, düşüncelerini beğendiğimizde onu övmek bu kadar zor olmamalı. Teşekkür ve övgü hayatımıza girdikçe mutluluğumuz da artacaktır. Bir öğretmen düşünün. Her gün derslere giriyor, dersi elinden gelen en iyi şekilde anlatıyor ama hiçbir öğrencisinden olumlu ya da olumsuz bir dönüt alamıyor. Aslında burada övgü ve teşekkürün eksikliği de değil sorun. Belirsizlik hali… Bir öğrencisinden ders çıkışında teşekkür sözcüğü duysa, "çok güzel bir dersti, daha önce anlayamadıklarımı sayenizde anladım." gibi cümlelerle karşılaşsa sonraki dersleri daha iştahla anlatır. Ya da öğrencilerinden "hocam siz anlatıyorsunuz ama biz anlayamıyoruz." şeklinde bir dönüt alsa kendini, anlatış tarzını, anlatımda kullandığı materyalleri değiştirmeye çalışır. (belki de çalışmaz, ama çalışmalı.) Ama işte böyle olamıyor bir türlü. Öğrenciler anlamasalar da ses etmiyorlar, dersten keyif alsalar da dile getirmiyorlar.

  Gözyaşı yani ağlamak konusunda ise şunları söylemek istiyorum: bir insan ağladığı için aciz, acınacak duruma düşmez ya da insanın herkesin ağladığı cenaze gibi ortamlarda gözünden yaş akmıyorsa bu üzgün olmadığı anlamına gelmez. Duygular farklı kişilerde farklı şekillerde ortaya çıkar. Bu yüzden kişiler bu tür durumlarda yargılanmamalıdır. Örneğin; oldukça sulu göz olan ben, babaannemin cenazesinde ne kadar üzülsem de ağlayamamıştım. Bu benim duygusuz olduğum anlamına gelmez. Bir çocuk kitabına ağlamam da beni yadırganacak biri yapmamalı.


  Yazı bayağı bir uzadı. Bir sonuca bağlamak lazım artık. Gururunuzu ön planda tutmak yerine düşüncelerinizi, beğenilerinizi dile getirin. Teşekkür edin, özür dileyin, ağlayın, gülün... Başkalarının ne düşündüğü önemli değil, kendiniz olun. Ve en önemlisi ön yargılardan sıyrılın, empati kurmaya çalışın ve ne kadar empati kursanız da karşınızdakinin ne durumda olduğunu tam olarak anlayamayacağınızı unutmayın. 
 Siz de bu konu hakkında görüşlerinizi yorumlara bırakabilirsiniz. Hoş kalın. 


28 Şubat 2017 Salı

Jurnal #1 : Birinci Yıl

Özlem Ekici
Merhabalar,
Bugün bu blogu açıp yazalı tam bir yıl olmuş.
Doğum: 28 Şubat 2016 
Ölüm: Beklemede... 
 Yazdıklarımı paylaşmak istemediğim yılları bir yandan özlüyorken bile hala buraya yazıyor olmamı çok ironik bulsam da devam edeceğim. Pınar'ın ve benim çok sevdiğimiz bir yer oldu burası. İçime rahatça döktüğüm bir ortam da oldu, bana kattığı güzel şeyler kadar sevmediğim şeyler de oldu. Velhasıl yazıyorum, yazacağım. Bir yıl da olsa on yıl da olsa yazacağım. Birilerinin okuduğunu bildiğim sürece yazacağım.

  Neyse baylar ve bayanlar, bloguma teşrif edip okuyanlar, şöyle bir göz atıp çıkanlar bu yazı benim blogumun yıllığı olduğundan dolayı bazı not alınması gerekenler var.
Mesela;
Şimdiye kadar 14 bin kişi gelip geçmiş defterimden, beni izlemeyi 82 kişi uygun görmüş, saygılar sevgiler onlara. 325 yorum ve cevap da var tabi bu bir yıl içinde. 
En çok okunan yazımız ÖZGÜRÜZ(?) yazısı olmuş, zinciri uzun olan bizler sevmişiz o yazıyı.
Facebook sayfamızdan bizi takip etmeyi uygun bulanların sayısı da 77 olmuş.
Dolu dolu bir yıl geçirmek istesek de düzenli yayın yüklemeyi beceremedik yine. Bunu seneye de yıllığımıza yazmamayı umuyoruz. 

Benim için önemli bir not:
Bugün saat 15.00 sularında yayınladığım bu yazıda bir adet de çekiliş bulunmaktaydı. Türk klasiklerinin en önemli yapıtlarından beşinin yer aldığı bir çekiliş vardı. Ancak gördüm ki Türk klasiklerinin yeni yetme edebiyat karalayıcı yazarlar veya yabancı, adını bile zor telaffuz ettiğimiz yazarlar kadar değeri yokmuş. Bu sebeple bu çekilişi iptal ettik.
Bundan sonraki amacımız sadece yazmak olduğunu söyleyerek normal yazı hayatımıza geri dönüyoruz. Bu yıllığa da böyle bir olayı  kayıt etmeden geçmeyelim.
Buralarda bir yerlerde zaten görüştük. Hoş kalın.



18 Şubat 2017 Cumartesi

Bakışmanın Can Sıkan Ataleti

Özlem Ekici
  Düzen kurmak kadar var olan düzeni yıkmak da zordur. Yeni bir şeylere alışmaya çalışırken eski diye kopmaya çalıştıkların, bir türlü kopamadıkların da seninle sürüklenir oradan oraya. Kitapların, arayıp bulamadığın kazakların ve küflenmiş çorapların. Hepsini bir araya getirdiğinde eskimiş olduğuna karar veriyorsun. Geçmiş belirginleşmeye başlayınca hiçbir şeyi avunma aracına dönüştüremiyorsun. Benim böyle oldu. Yatağın bir ucuna oturup bunları düşünmek bile eskiliğini çağrıştırıyor. Ufaldığını, bir cisim haline büründüğünü hissediyorsun. Şöyle dedim: eski orada bıraktıkların değil, yanında bir türlü kopartamadıklarındır.

  Şimdi kendim dahil her şeye eskimiş bakıyorum. Putlaştığımı, üzerine bilmem kaç kat boya çekilmiş duvarlara dönüştüğümü görüyorum. Üstelik hepsini aynı gözlerle izliyorum. Eller aynı, dirseklerim aynı. Kabuk tutmuş dirsek uçlarım, etleri katılaşmış. Düzenin kendisiyle de iyi ilişkiler kuramadım. Belki de ondan. Kabul görmediğin her şeyle iç içe olmak insanı eskiye dönüştürüyormuş. Benim bunları anlamam on dokuz yılıma ve yedi ayıma mal oldu.


   Şimdi baktığım duvar daha diri, tavanında daha güçlü ışıkları olduğu için daha aydınlık görünüyor. Işıkları kapayıp uyumak gelmiyor içimden. Sabahın erkeninde iş var oysa. Gidip hesap vermek var. Yan yana sıralanıp birbirimize hiç olmadığımız kadar gülmek var. Kendimin dışında kalan her şey var sabahın erkeninde. Bir ben yokum. Çok fazla cümle, yol, itina var. İyi de bir ben yokum. Ben neden yokum?


  Her şeye uygun cümlem var. Evet, fakat kendime sıra gelince yok. Uçuşan, toza dönüşen bir nesne olarak yaşantıma kaldığım yerden devam ediyorum. Bir sebebi de yok. Dönüp gelince yığınların içinden sıyrılınca gördüğüm insanlar kadar sorular var. Her insan için kendime bir soru sorarak bitiyor gün. İyi de ben böyle bir hesabın içinde olmayı kurgulamadım. Basit olmayı kovaladım. Karşılaştıklarım karmaşa yarattı. Öyle oldu. Olmasa anlatma ihtiyacı duymazdım.

  Bütün bunları balkona anlattım. Tavanda asılı ışığa ve yeni duvara. Balkon bana baktı. Işık bana baktı. Duvar bana. Bu da böyle bir yazıydı. Sevgilerle...


Bir diğer atalete giden yol: buyrun buradan
Ufacık Bir Not: Bizi Facebook üzerinden takip edebilirsiniz...

14 Şubat 2017 Salı

Bizim Şarkımız - Necip Fazıl Kısakürek

Özlem Ekici

Kırılır da bir gün tüm dişliler
Döner şanlı şanlı çarkımız bizim
Gökten bir el yaşlı gözleri siler
Şenlenir evimiz barkımız bizim

Yokuşlar kaybolur çıkarız düze
Kavuşuruz sonu gelmez gündüze
Sapan taşların yanında füze
Başka alemlerle farkımız bizim

Kurtulur dil tarih ahlak ve iman
Görürler nasılmış neymiş kahraman
Yer ve gök su vermem dediği zaman
Her tarlayı sular arkımız bizim

Gideriz nur yolu izde gideriz
Taş bağırda sular dizde gideriz
Bir gün akşam olur bizde gideriz
Kalır dudaklarda ŞARKIMIZ bizim...


Necip Fazıl Kısakürek


Ufacık Bir Not: Bizi Facebook üzerinden takip edebilirsiniz...

11 Şubat 2017 Cumartesi

LEYLİM LEYLİM

Özlem Ekici
Leyla Erbil ve Ahmed Arif…
Ahmed Arif’in büyük sevdası Leyla… Leylim Leylim’i.

  Leylim Leylim; Ahmed Arif’in Leyla Hanım’a yazdığı mektuplardan oluşan bir kitap. 1954-1957 ve en son 1977’de olmak üzere 60’ın üzerinde mektup göndermiş Ahmed Arif. Leylâ Erbil bu mektupları yaşamının son günlerine kadar özenle saklamış. Hastalığının ağırlaşmaya başladığı, belki de pek fazla ömrünün kalmadığını fark ettiği günlerde bu mektupları gün yüzüne çıkartmaya, bastırmaya karar vermiş. “Onun gibi bir adamın, büyük bir şairin yazdıklarının basıldığını niye görmeyeyim” diye düşünüyormuş. Mektupların kitaplaştığını görmeye ise ömrü yetmemiş.

  Hikaye başladığında, Leylâ Erbil henüz 23 yaşında, İstanbul’da yaşıyor, orta halli bir ailenin çocuğu. Lise yıllarında şiir yazarak edebiyata başlamış. 14 yaşındayken şiirleri bir taşra dergisinde yayımlanmış (1945). İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi İngiliz Filolojisi Bölümü’nde öğrenime başlıyor. 1951’de kısa süren ilk evliliğini yapıp üniversiteyi bırakıyor. 1953 sonunda hayranı olduğu Sait Faik’le tanışıyor. “Şiirlerimi eleştirdi, hikâyelerimi övdü. Alıngan, sinirli, dürüst, utangaç ve alabildiğince alçakgönüllü bir adam… Yüreklendirdi beni; ben de kararımı düzyazıdan yana koydum. Oysa aynı yıllarda Ahmed Arif şair olduğumda ısrar ediyordu…” diyerek anlatır durumunu. Erbil’in ilk öyküsü “Uğraşsız” Ahmed Arif’in yüreklendirmeleri, Metin Eloğlu’nun yönlendirmesi ile 1956’da Seçilmiş Hikâyeler dergisinde yayınlanıyor ve yerleşiyor.

  İkili tanıştıklarında Leyla Erbil de Ahmed Arif gibi yalnız. Hatta o dönemdeki mektuplar daha bir flörtöz havada gibi ama araya üçüncü kişilerin neden oldukları yanlış anlamalar ve uzaklaşmalar girmiş. O ara Leyla Erbil eşi Mehmet ile tanışmış. İkili arasındaki anlaşmazlıklar halledildiğinde Leyla Hanım evlilik kararını almış çoktan.
  Ahmed Arif’in bu konuda da sessiz bir kabullenişi var. Hatta Leyla Erbil’e ‘düğün hediyesi’ olarak bir de şiir gönderir: Suskun. O ne olursa olsun Leyla Erbil’i hayatında tutma derdinde o sıra. Öyle bir yere oturtmuş ki genç kadını, neredeyse bir Tanrılaştırma söz konusu ki bunu Ahmed Arif de kabul ediyor.

  Leyla Hanım evlenip Ankara’ya yerleşiyor. Birbirlerinin sanatları üzerine etkileri de göz ardı edilemeyecek cinsten. Ahmed Arif zaten yazdığım tüm dizelerde sen varsın demeye getiriyor. Leyla Hanım’ın yazması konusunda da acayip teşvik edici oluyor. Yine de neticede bir şeyler olmamış, olamamış… Bu olmamışlık da en az Ahmed Arif kadar dokunuyor okuyana.

  Ahmed Arif’in Leyla Hanım’a mektup yazdığı dönemde başı dertte. Siyasi davalarla uğraşıyor, yargılanıyor, sürgün cezası yiyor, iş bulamıyor bulsa da bir süre sonra siyasi niteliği anlaşılıp işten atılıyor, yoksul ve sıkıntılı bir hayatı var. Diyarbakır’da yaşıyor, Urfa’ya sürgün ediliyor. Kitaptaki ilk mektup Bismil’den. Çoğu mektupsa Diyarbakır’dan yollanmış. Bu boğucu günleri yazarak aştığı anlaşılıyor. O dönemde tüm siyasi engellemelere rağmen yoğun bir yayın hayatı olmuş. Şiirin yanında birçok eleştiri ve deneme yazmış. Tek kitabı “Hasretinden Prangalar Eskittim”in birçok şiirini bu dönemde yazmakla kalmamış, sonradan yok ettiği bir roman da kaleme almış. Hemen her mektupta Leylâ Erbil’e yeni şiirler yolluyor, yazdığı şiirlerden söz ediyor, dizeler paylaşıyor. Birçok şiirinin yazılış öyküsü hakkında önemli bilgiler var mektuplarda. Bazı şiirlerin yazılırken nasıl bir süreçten geçtiğini, nasıl değişip son halini aldığını da görüyoruz. Şiirle birlikte yaşama tutunmasını sağlayan en önemli şey Leylâ Erbil’le ilişkisi. Ona aşkla bağlı. Görüşlerine çok önem veriyor. Her yazdığı dizede desteğini arıyor. Yazdıklarının çoğu bir anlamda Erbil’e aşkının da ilanı. “Sana ulaşmadan, kavuşmadan da bazı iyi mısralar yakaladığım oluyordu. Senden sonra, yahut seninle daha bir şair oldum” diyor bir mektubunda. İlk şiir kitabını Leylâ Erbil’le birlikte çıkartmayı hayal ediyor, Erbil’i şiir yazmaya teşvik ediyor. Onu yayın dünyası hakkında uyarıyor. Şiirlerini, öykülerini dergilerde yayınlatmasında yardımcı olmaya çalışıyor.

  Ahmed Arif, derin bir tutkulu ile bağlı olduğu Leylâ Erbil’e olan aşkının somutlaşıp bir ilişkiye dönüşemeyeceğinin, platonik kalacağının farkında. Bu yöndeki arzusunu belirttiğinde de Erbil’in ona gerçekleri hatırlattığını anlıyoruz. Ahmed Arif 27, Leylâ Erbil 23 yaşında ama Erbil’in çok daha olgun davrandığı anlaşılıyor. Erbil, çoğu mektuba cevap yazmayarak da tavrını bildirmeye çalışmış. Dost kalalım demiş, Ahmed Arif de bunu kabullenmiş. Nihayette de Leylâ Erbil bir mektupla bu ilişkiyi bitirmiş. Tüm bunları Ahmed Arif’in yazdıklarından çıkartıyoruz.
Dediğimiz gibi; olmamış, olmamış… Ahmed Arif’in Yarı parçan imzasıyla gönderdiği mektupların sonucunda bi'aşk yarım kalmış.


Kitaptan:
15 Mayıs 1954
Ankara
Leylâ, Canım,
Kayb, berbat ve sessizim… Sessiz ve dolu: Allahtan ki sen varsın. Yoksa halim korkunçtu. 
Burası bir köy! Yakınlarımın bütün ısrar ve gayretine rağmen, hemen anneme gideceğim. Pazartesiye trendeyim. Eve gidince senin mektubunu bulmalıyım. Anneme ilk sorum o olacak zaten.
Sen nasılsın ömrüm? Son telefonda canını sıktım mı? Ben artık annenden korkmuyorum. Aksine onu, kendi annemmiş gibi seviyorum. Buna ne dersin?
Hınca hınç mısra doluyum. Kara ve yeşil fon, hepsinde hâkim. Biraz kendime geleyim, mendillerine, bluzlarına, yastığına mısralar serpeyim. Ha?
Fotoğrafındaki “halbuki…”yi hâlâ anlayabilmiş değilim. Anlatır mısın?
Bütün bunlar, beyhude biliyorum. Şaheser olan, benim uçakla oraya gelebilmemdir. Allah kahretsin, bu hastalık, bu rezaletler ve bu aile mecburiyetleri… Ne yapsam?
Gözlerinden öperim canım. En çok da burnundan. Gülme, ciddi söylüyorum. 
Yarı parçan.”

“Canım benim,
Bilir misin, ‘canım’ dediğimde içimden canımın çıkıp sana koştuğunu duyarım hep.”

“Öpüyorum ama doyamıyorum. Mutluluk ya da cehennem bu galiba. Sana doymak, korkunç ahmaklık olur. Hadi gel …”

“Seni cehennem bir hasretle öperim.”

Şu mektupla da son bulsun yazımız:

Leylâcık,
  Bazıları öyledir, okumazlar, ciddî düşünemezler. Gene de aydın olmaktan vazgeçemezler. Hatta aydın kişi oldukları için kendilerinde mutlu bir baht, gizli de olsa, bir müstesnalık bulurlar. Bu, bir toplum derdidir. Ferdi bunlardan ötürü ayıplamak pek doğru ve yerinde olmaz. Bilirsin ki insan, muhitiyle doğru orantılı gelişir, örnekleşir vs. Şimdi bunları niye yazıyorum değil mi? Aramızda ve etrafımızda öyleleri var ki, onlarsız edemeyiz demeyeyim de, rahatça münasebetlerimizle öyle bir tiryakilik peyda etmişizdir ki kopamayız. Kopmak da yanlış ve zararlı. Bunları böylece kabullenmeliyiz, az çok kendimizde de bu haller vardır. Bu tiplerin belirli vasıflarından biri boşluk, ne yapacağını bilmemezlik, eğlence ya da bir iş uydurma gayretidir.
  Dedikodu cadısı bunların alt şuurunda tezgâh kurmuştur. Bir hamallar, bir de bilginler dedikodu yapmaz, işleri, gerçekten buna ne vakit bırakır ne de müsaade eder. Kimselere hor bakıyorsam, gözlerim kör olsun. Sevdiğim, sevdiktir gene. Ama seninle aramızı bu hale getirenleri affedemem. Tahminlerim yüzde yüz sıhhatli olmayabilir. İnşallah aldanıyorumdur ve bütün kabahat bendedir. Böylesi daha kolay halledilir çünkü, ama sana yazdığım gibi, kimseye hakkımda ya da hakkımızda konuşmak, gevezelik yapmak imkânını bol keseden bağışlama. Yahu bana yazmağa, hasta mı, ölü müyüm, halimi sormağa tenezzül etmeyen veya üşenen bir kimse, ne hak ve cesaretle hâla arkadaşlarımla, sevdiklerimle oturup beni konuşur? Bu tek taraflı hürriyet hangi din, hangi mezhep, hangi cihanda varmış? Yani bu değerli kimseyi tanımakla pişman mı olayım? Ben, askerde, hapiste, tımarhanede, okullarda bir alay değerli, hünerli veya hünersiz insan tanıdım ama hiçbirinden pişmanlık duymadım. İlle rahatsız edilmek istemiyorsam, bu işin sonunda zararlı çıkacak olan ben değilimdir. Beklemesini, dayanmasını bilen biriyim, ama çok ayıp ve yazık olur. İnşallah buna mecbur olmam.
  Kafanı şişirmeyeyim. Şu şu şu kimseyle konuş, filân filânla konuşma da diyemem. Ne terbiyemiz ne de insanlığımız ve dostluğumuz bu seviyeye düşmez. Ancak artık senin de bir kesin karar alman gerek. Hattâ geciktin bile. Bir hal çaresi bul da ne yaparsan yap. Ben kendi düşüncemi bundan önceki mektubumda yazdım, tekrar etmeyeceğim…
  Gelelim ikimize. Şaştığım ne bilir misin? Tonla zeki, budala, normal, sapık şu veya bu türlü erkekle, kadınla tanışıklığın, ahbaplığın oldu. Hepsinin densizliğini, zaaflarını hattâ ihanetini affettin, onları ayıplamadın, hırpalamadın. Şüphesiz bu değerli bir vasfın senin, gelgelelim, mahut mektupların biçarelikleri bir yana, sana yukarıdakilerin yaptıklarının hiçbirini ne yaptım ne de yeltendim. Hâl böyleyken hâlâ sorgu suâl yağmurunla karışık çirkin sıfatlar ve benzetmelerle beni üzmeğe uğraşman niye? Başka biri belki bu özel davranış ve muameleden iftihar payı çıkarabilir. Ama ben çıkaramam. Aksine kendime kızıyorum. De bana, budala mıyım yoksa zekâ zehriyle belâda mı? Hiç şüphesiz, dostluk ya da yakınlığımızın âdeta benzersiz ve tek oluşu, özel ve çok itinalı davranışlar ister. Ama bu cehennem kıvılcımı, hasta ve bencil “püflemeler”le böyle ikide bir sönmek tehlikesi geçirecek mi? Bence ve benim yönümden bu imkânsız. Sana da güven ve sevgim, gerçekten, matematiğin değil, şiirin diliyle SONSUZ… Ama. Bir “ama” var, psikolojik yapının zorunluluğu olan etkilenmemden endişe edeyim mi? Uzun sözün kısası, ne kadar seversen sev, hangi mecburiyetle gidersen git, sevdiğin ya da gittiğin kimseyi dönüp dolaşıp Ahmet Arif hikâyesine dökülünce, susturacak mısın? Bunu rica ediyorum. Çok ağır bir külfet mi acaba? Özlemin ağzına kilit vurmak da zor, susturamasan bile, dalga geçebilir, ciddiye almayabilirsin. Bunu yap bari.
  Bak, ben bir hal çaresi buldum. Uygun buluyorsan sen de böyle yap. Ben, senin hakkında senden gayri hiç kimsenin (ama hiç kimse!) dediklerine inanmayacağım, kulak asmayacağım. Farkındaysan şimdiye kadar da, belki hissi olarak, böyle davrandım. Hiç kimsenin, seni küçültücü hakaret ya da sözlerine müsaade etmeyeceğim!
  Bırakalım artık bu timsah sofrası, katil dırıltıları. Senin deyiminle “Bunlar bitti artık ve bulduk birbirimizi.” Sahi, ne oldu bu yahu? Ah, çok zalimlik ettin, çok… Demek, seni o kadar üzmüş, kırmışım ki buna mecbur oldun… Görüyorsun ya, önce otokritik! Bitti değil mi, sevgili dost? Benim yiğit, benim bahâsız kardeşim. Bir daha böyle “çocuk hastalıkları” yok! “Sen” varsın. Bildiğin, yaşadığım ve övündüğüm sen. (yahu, sen ahlâki mecburiyetten, Güner’e okuyorsun, peki o sana okudu mu, okuyor mu? Şunu niye düşünmedin, okusaydı bütün bunlar olmayacaktı, biliyor musun?)
  Leylâ, ben burada şehirdeyim. Bir müddet, ben de it hali çalıştım. Bir elbise yaptırıyorum şimdi! Ne yaparsın, çıplak gezilmiyor. Bir iş umudum daha var. Şu mahkemem bir bitsin de daha da keskin olacak. Yani, Ekim içinde ya burada kalacağım ya da oraya geleceğime dair mecburî karar verebileceğim. Doğrusu, bu kış kıyamette (Alplerden önce bizim Dördüncü Orduya; Süphan dağına kar düştü) hiç de gelmek istemiyorum. Galiba ihtiyarlıyorum, sefaleti artık hatırı sayılır bir düşman olarak düşünüyorum. Eskiden pek takmazdım… Ama bundan, senden kaçtığım, seni görmekten çekindiğim manâsını çıkarma. Çok, belki de en çok bunu istiyorum. Ama insanoğlu ve hele benim gibi bir deli şâir her istediğine, her zaman nail olamıyor. 
  İyi bir şâir olmak yolundayım sanıyorum. Sen de durulup olan biteni ve olup bitirilmeğe çalışanları anlayarak, sakince, Leylâ’ca düşünebilecek havaya bir giriver de yazdıklarımı göndereyim. Ha, anlaşmamızı unutmuş değilim. İhtiyarlayacak olsam bile, seni bekleyeceğim. Ancak bir dergiye bir şiir gönderdim. Tabii senden hiç haber alamazken. Sonra sanat basım çevrelerindeki dostlarımda bazı şiirlerim var. Olur a, onlar da fırsatını bulup yayınlarlar. Bunları sözünde durmamazlık saymazsın herhalde? Asıl olan kitaptır. O da sensiz çıkmayacak. Artık kendine gel de yazmağa başla.
Ruhum…
Mısra çekiyorum, haberin olsun.
Çarşıların en küçük meyhanesi bu,
Saçları yüzümde kardeş, çocuksu.
Derimizin altında o ölüm namumssuzu…
Ve Ahmedin işi ilk rasgidiyor.
İlktir dost elinin hançersizliği…
Ağlıyor yeşil.
  Bu parça, “Suskun”un son bölümüdür. Bilmem sana biraz bir şeyler anlatabiliyor mu? Sondan üçüncü mısra!
Yahu, hâlâ “şay” mısın? Yoksa yeniden “şay” mı oldun? Sana ne, diyeceksin belki…
  Bak, bir daha mektubuna tarih atmazsan, dininden imanından başlarım. Bu kadar da perişanlık olmaz…
  Şunu da bir iyi belle: Benim için çok mühim olan, sana âşık olmak veya âşık olmadığımı bağırıp yırtınmak değildir. Aslolan, seni kırmamak, üzmemek, kaybetmemektir. Anladın mı canım? Daha kâfi görmediğin izahlar, açıklamasını istediğin hususlar varsa yaz. Mektubunu hemen bekliyorum. Gözlerinden öperim. (Gözlerini öpemeyeceğim birine yazmak, mektup atmaktan tiksinirim. Bunu da böyle kabul edeceksin.)

Ufacık Bir Not: Bizi Facebook üzerinden takip edebilirsiniz...

Özlem Ekici, Personal Blogger Templates | Blog aa

Levla'nın Not Defteri - Kişisel Blog | Bütün Hakları Saklıdır | Copyright © | 2016 - 2023