Yazılarım E-postana gelsin.

Yaz E-Postanı!

1 Haziran 2023 Perşembe

Bir Miras Meselesi Değil Bu

Özlem Ekici


    Son zamanlarda okuduğum en iyiler arasına rahatlıkla gireceğini düşündüğüm bir kitapla geldim. Miras, bizi bir miras meselesi ile karşılıyor ancak olayların arka yüzü çok farklı. Sonlara doğru gittikçe çarpıcı gerçekler ile yüz yüze kalıyoruz. Öncelikle bir arka kapağına bakalım ve ardından incelememize devam edelim. 

Miras, bir aile portresinin arka planını resmediyor ve gerçeklere dayalı bir travma hikâyesi anlatıyor. Yakınlığın ve yakınların açtığı yaraların, bağların ve bağları koparmanın hikâyesi bu, tiyatro eleştirmeni Bergljot’un ailesine rağmen sağ kalma, yaşamına sahip çıkma mücadelesinin hikâyesi. Soğuk ve karanlık bir hikâye, portredeki gülümsemelerin gerisinde gizleniyor ama tüm saklı şeyler gibi eninde sonunda açığa çıkıyor.

Norveç’te büyük ses getiren ve çok satan, çok tartışılan bu roman, babanın ölümüyle başlıyor ve yaranın kökenine iniyor.

İnsan ailesini seçemez ama hikâyesini anlatmayı seçebilir.

    Arka kapağında da okuduğumuz gibi biz bir ailenin iç yüzüyle karşı karşıyayız. Miras sadece bu yarayı kaşıyan mesele durumunda kalıyor. Kitabı biz Bergljot adında bu ailenin en büyük kız çocuğundan dinliyoruz. Olaylar da zaten bu kızımız hakkında ve biz aslında onun hikayesine ortak oluyoruz. Travma hikayesi dediğini de maalesef bunu çok da açıklamak istemeden sürprizini kaçırmadan anlatacağım. Bergljot'un babası ile 5 ile 7 yaşları arasında yaşadığı çok ağır bir durum, bu duruma sessiz kalan bir anne ve tabi ki inkar eden bir baba. Daha sonra bu sessizliğe bürünenlere kardeşleri de katılıyor. Zaten aile dinamiğinde Bergljot ve abisi, Brad, diğer iki kız kardeşlerine kıyasla ebeveynlerinden kopmuş ve mesafeli bir duruş sergiliyor. Üstelik diğer iki kız kardeş bu iki kardeşe kıyasla aileden sevgi ve bağlılık konusunda daha fazla nasiplenmiş. 

    Travma sebebi olayı biz tek taraflı görüyoruz, Bergljot ve çocukları, özellikle de en büyük çocuğu Tale açısından çünkü diğer çocuklar bu konuda daha sessiz gibi görülüyor, bize travma sonucunda olanları ve yaşanılanları resmediyor. 

    Miras meselesi de şöyle başlıyor aslında, zaten kitap babam öldü diyerek başlıyor. Bana bu konuda Camus'nün "Yabancı"sını anımsattı, o da nasıl garip bir şekilde gökten düşer gibi annem öldü diyerek başlıyorsa Hjorth da babam öldü diyerek başlamış kitabına. Babanın ölümü ile kardeşlerin arasında bir anlaşmazlık yaşanıyor ancak bu anlaşmazlıkta aslında Bergljot pek oralı değil aslında, hatta bana neden miras bıraktı ki diyebilecek kadar umursamaz, onu asıl yaralayan kısım aileden gördüğü yaşadıklarına sessiz kalınması hatta inanmayan bir tavırda kalmaları. Miras konusunun tarafları Brad ve diğer kız kardeşler, babanın eşit dağıtmadığını düşündüğü kulübeler, çünkü geri kalan tüm mal varlığı eşit bölüştürülmesine rağmen bahsi geçen iki kulübenin Astrid ve Asa arasında paylaştırılması ve buna karşılık diğerlerine kulübelerin değerinin çok altında bir ödeme yapılması. Brad bu duruma sessiz kalmayınca ve yanına Bergljot'u da almaya çalışmasıyla ortalık karışır gibi oluyor ancak Bergljot'un bu olayı kendini bir kez daha açıklama şansı bulmasına yormasıyla aile arasında ipler bir tık daha geriliyor. Bizler de mirasla tekrar gün yüzüne çıkan bir travma ve aile fertlerinin tepkilerini okuyoruz. 

    Biraz da üslup ve anlatım yönünden ele alalım. Öncelikle çeviri beni çok memnun etti. Anlatımda biz sürekli bir flashbackler yaşasak da zaten bir o olaya bir bu olaya geçişler var ve kitap da bu anlatıma göre bölünmüş, yani bir sayfayı bile doldurmayan bir andan bahsedip diğerine geçiyoruz, tabi ki bu ara ara bağlanmada problem yaratıyor ancak yazar, akıcılık ve sadelik ile bu kısmı çok iyi toparlamış. Kitapta Jung ve daha birçok düşünüre atıflar yapılıyor ki ben bunları ayrıca sevdim, çünkü bize bu travmayı anlatırken aslında Bergljot kendi kendinin de psikologu olmaya çabalıyor. İşte tam bu noktada biz bir iç hesaplaşmaya, kişinin kendi psikanalizini yapmasına tanıklık ediyoruz. 

    Genel olarak sarsıcı bir konuyu sade ve akıcı bir dilde anlatmasıyla Hjorth beni etkiledi. Bergljot'u ve hikayesini severek merakla okudum. Yer yer ona acıdım, yer yer de kızdım, çünkü kopmak üzerine bu kadar konuşup dönüp dolaşıp yine aynı yere gelmesi beni kızdırdı ama buna da hak vermeyi başardım, ne de olsa aile. 

    Kısacası farklı bir yazar ve etkileyici bir kitap okumak istedim, umduğumun da fazlasını buldum. İçinden kendime aldığım dersler ile unutulmazlarım arasına girdi. Bir kız çocuğunun kendi içine kilitli kalmasını ve yalnız başına bununla başa çıkmasını okumayı ben çok sevdim. 

Alıntılar ile bitirelim istiyorum. Bir şans verip okuyun, pişman olmayacaksınız. 

"Hayatımızın akışında önemli bir rol üstlenecek, yönümüzü değiştirecek seçimleri etkileyecek ya da belirleyecek insanlarla yollarımızın tesadüf eseri kesiştiğini düşünmek ne garip. Belki de tesadüf değildir. Karşımızdaki insanın, bilinçli ya da bilinçsiz, gitmek istediğimiz yöne bizi itekleyeceğini seziyor olabilir miyiz? Belki davete icap etme sebebimiz budur. Karşımızdaki insanın yürümek istediğimiz yoldan bizi döndüreceğini, karşımıza engeller çıkaracağını hissedince onu yeniden görme isteği duymuyor olabilir miyiz? Tek bir kişinin, sırf geçmişte ona danıştık diye kriz anlarında davranışlarımızı yönlendirebileceğini ve bunca önem taşıyabileceğini düşünmek garip." (s.10)

"hiçbir şey olmamış gibi davranmak, dürüst olmamak neden? Dünya bu yüzden batıyor işte, çünkü insanlar fikirlerini söylemiyor, dürüst davranmıyor, kimsenin keyfi kaçmasın diye yapmacık tavırlar takınıyorlar" (s.24)

"İnsan itiraf edilmemiş bir şeyi affedemez ki!" (s.44)

"bir kapı yoktu, kendi içimde kilitli kalmıştım ben." (s.55)

"zira aşk kalp çevresinde çalışan bir cerrahtır." (s.68)

"Her şey bağlantılıdır. Anlamak üzere kulak kesilmiş biri için hiçbir sözcük tamamen masum değildir." (s.77)

"herkes uyurken çocuk gibi olur, ama içlerinde savaşmadıkları doğru değil, bu bir güzelleme, çünkü uyurken savaşırız, neredeyse istisnasız bir kuraldır bu" (s.81)

"İnsan iki ruh hali içinde birden bulunabilir. İnsan son derece mutsuz, huzursuz, derinden sarsılmış olabilir ve yine de bir mutluluk anı yaşayabilir, hatta son derece mutsuz olduğundan bunu çok yoğun yaşayabilir, sadece bir an için değil" (s.95)

"her şey her an aydınlık olsaydı karanlığı içimizde taşımak zorunda kalırdık" (s.102)

"Unutmaya, zihninde bastırmaya çalıştı, uzun bir süre için yaraladığı kişi sanki olayı unutmuş, bastırmış gibi görünmüştü ve bu olanları anlamış kişiler de bunu unutmuş, bastırmış gibi görünmüştü, ancak bastırılan, unutulan şey gün gelir unutulanlar, bastırılanlar arasından sıyrılıp çıkar, o zaman ne olacak?" (s.105)

"Bazen çok geç olur. Bazen düzeltmek mümkün değildir, onarılamaz." (s.105)

"Çemberin dışında olmak insanı becerikli kılar. Kayıplar insana beceri kazandırır. Parasızlık beceri kazandırır, vergi memurlarıyla başını derde sokmak beceri kazandırır, ezilmek beceri kazandırır. Şansınız yaver gidip işler bir şekilde yoluna girerse tepeden tırnağa sefalet içindeyken hangi türden beceriler edindiğinizi unutmamalısınız." (s.129)

"Tüm canlıların ilk vazifesi dayanmaktır." (s.134)

"Düşünür Arne Johan Vetlesen, araştırma komisyonlarının, savaştan sonraki uzlaştırma süreçlerinin zayıf noktası kurbanlardan beklenenin, saldırganlardan beklenenle aynı olmasıdır ve burada bir haksızlık söz konusudur der." (s.207)

"çünkü armağanlar bir parça lütufsa bir parça da lanettir" (s.216)

"Ya hayatını tatmin etmeye, onay görmeye adadığın biri öldüğünde aniden boşluğa düşersen?" (s.216)

"Ya seni kabul etmelerini istediğin kişiler öldüklerinde onlardan kabul görmek için yaptığın irili ufaklı, bilinçli ya da bilinçsiz seçimlerin başkalarını senden uzaklaştırdığını keşfedersen?" (s.216)

"Sybille Bedford bir yerlerde şöyle yazmıştı: İnsan gençken kendini bir bütüne, insanlığın temel ilkelerine bağlı hissetmez, insan gençken bir sürü şey dener çünkü hayat bir genel prova gibi algılanır, perde gerçekten açıldığında değiştirilebilecek bir prova gibi. Ama gün gelir perdenin her daim açık olduğu kafasına dank eder. Sahnelenen, oyunun kendisidir." (s.217)

"Acı çekerek iyi biri olunmaz. Acı çekerek genellikle kötü biri olunur. Kimin en çok acı çektiğini tartışmak çocukçadır. Baskı gören çocuk genellikle sakatlanır, duygusal yaşamı zarar görür, baskı gören genellikle baskı yapanın düşünce yapısıyla yöntemlerini benimser, baskı görmenin en vahim sonucu budur; bu, baskı göreni mahveder ve onun kendini kurtarma olanaklarını azaltır. Acıyı işe yarar kılmak büyük uğraş gerektirir, özellikle de acı çeken kişi için." (s.219)

"Gerçeğin bir kısmı, can yakan duyguları bertaraf etmek için yok edilir ve bu tür bir savunma mekanizmasını sürdürebilmek zordur." (s.236)

"İnsanların hayatı roman gibidir, diye düşündüm, bir romanda ne kadar ilerlerseniz, roman sıkıcı bile olsa neler olacağını merak edersiniz, bir insanı uzun süre takip ettiyseniz, o kişi hayli sıkıcı biri olsa bile nasıl gideceğini, ilerde neler olacağını merak edersiniz." (s.239)

"Kopmak ölüm gibi, diye düşündüm; başlarda insanın canını yakıyor, sonra yokluğa alışıyorsunuz, diğeri, ölen kişi, yavaş yavaş yok olup sizden uzaklaşıyor." (s.240)

"Çünkü ölmüş birinin lafı yaşayanlarınkinden daha kıymetlidir. Ve ölmüş birine acımak, yaşayan birine acımaktan kolaydır" (s.253)



23 Ocak 2023 Pazartesi

Podcast #2 : Öykü ve Roman Üzerine

Özlem Ekici






 Merhaba, podcastimizin ikinci bölümü yayında. Bu kez Emre ile öykü ve roman üzerine konuştuk. 

Spotify için tık tık



12 Ocak 2023 Perşembe

Bi'şeyler: 5 Sanatçı 5 Sergi "Müdahil"

Özlem Ekici

 7 Ocak 2023, yılın ilk sergisi ile karşınızdayım. 5 ayrı tarzda 5 farklı sanatçıdan oluşan Müdahil sergisinden bildiriyorum. Farklı ve çok güzel. Öncelikle beni bu sergiye çeken kısımdan bahsetmek istiyorum. Hikmeti Tabiyeci olarak tanıdığımız Ankara sokaklarında mizahla sanatı birleştiren bir afişlerin sahibinin küratörlüğünü yaptığı bu sergiye Hikmetin Ağaçları kısmıyla da dahil olmuş. Ben de böyle tanıdım sergiyi ancak gittiğimde gördüğüm eserler ve sanatçılarla sanata umudumu tazelediler. Hadi sergiyi benim gözümden izleyelim.

İlk olarak bizi yağlı boya ve akrilik çalışmalarıyla Nadir Baylan karşılıyor. Göç Yolları adını verdiği bu sergide bizi mavinin güzel tonları eşlik ediyor. Göç Yolları, kimlik sorgulamalarının varoluşcu toplumsal yönüne dikkat çekiyor. Yakın zamanda yaşadığımız pandemi ile birlikte insanların kendi içine yolculuğunu düşündüğümüzde kaçma isteği duyan bizlerin çocuksu yönlerinin dışa vurumu gibi. 






Çocuksu yönlerimizin o kaçma duygumuza yansıyış biçimi bu kadar güzel anlatılamazdı, renkler öyle güzeldi ki. Tabi ki favorim tablom var. Sizlerle de paylaşacağım. Renklerin ve o verdiği hoş özgürlük hissinin yağlı boya ve akriliklerle anlatılması, son dönemde yaşadıklarımızı baz aldığımızda sanırım en iyi böyle anlatılırdı. İçimizdeki çocuk göğe bir merdiven dayayayıp kaçmak istiyordu. İşte o en beğendiğim çalışma: 

Daha sonra bizi Hikmetin Ağaçları karşılıyor. Konseptiyle olsun, öyküleriyle olsun, beni fazlaca etkiledi. İçeriğinden çok paylaşım yapmak istemiyorum ancak yolunuz düşerse 4 şubata kadar mutlaka o havayı solumalısınız. O banklarda oturup her tablonun hikayesine katılmalısınız. 


Ağaçların gözünden insanlara baktınız mı hiç? Bizim hakkımızda ne düşünüyorlar? İşte bu sergide biz ağaçlardan bizleri okuyoruz, görüyoruz, izliyoruz. 



Bir diğer güzel nokta da sanatta ölümsüzleştirilenler. Gülistan Doku adına da bir köşe ayrılmıştı. Sanırım beni en çok etkileyenlerden biri de oydu. 



İnsanlar neydi? Bizler neyiz? "İnsan gülen bir hayvandır"


"İşçiler ağaç mıdır?" 
"Ağaçlar işçi midir?"


Ardından tabi ki metalin insan suretlerine bürünüşünü izlediğimiz Şükrü Aslan'ın Sen, Ben, O adlı sergisi karşılıyor bizleri. "Günümüz insanın en önemli varoluşsal problemi özdür." diyerek başlıyor Şükrü Aslan. Ardından "Bireyin kendini gerçekleştirme, özünü bulma sürecinde seçim ve kararlarının en önemli belirleyicisi, yaşadığı toplumun ve zamanın; ekonomik, siyasi ve kültürel yapısıdır." diyor ve başlıyor bizi bizlere anlatmaya. 





Teknolojinin sanatta yansımasını göreceğimiz o kısma geldiğimizde bizi Murat Fırat karşılıyor. Kafamdaki Biz ile dijital sanatın geldiği noktayı gözler önüne seriyor. 


Ve son olarak Ahu Akkan'dan Otoportre ile sanatçı kimdir üzerine bir bakış yakalıyoruz. Benim işçilik olarak en fazla ilgimi çeken kısım buydu. Kendisini ve eserlerini ilk kez görmüş olsam da gerçekten beğendiğimi söylemek isterim. 



Ankara'da sanatı ve kültürü takip ettiğimiz bir günden arta kalanları sizlerle paylaşmak istedim. Umut aşılayan bir gün oldu bizler için. Yolunuz düşerse sergilere gitmeyi unutmayın. 


4 Ocak 2023 Çarşamba

Bi'şeyler #4 : Ölmeye Yatmak

Özlem Ekici

    Umut kırıntıları topluyorum. Ölmeye beş kala, yaşamaya çabalıyorum. Uzun süredir birtakım hastalıklarla boğuşuyorum. Hayat çok acımasız lafını o kadar çok kullanır oldum ki kendime şaşırıyorum. Umudun tükendiği yerde inat başlar dedikçe daha da zorlanır oldum. Yaşamaya sağlığım el vermiyor dostlar. Bu belki de son yazım, son nidam, bilemiyorum. Yarın garantiymişçesine hafta sonuma planlar yapıyorum. Sergiler, tiyatrolar beni bekliyor. Yaşayıp görürsem şayet onları da dolduracağım buraya. Blogum benim minik dünyam. :)

    Hayatın beni sürüklediği anlardan birini daha geride bıraktım. Bu sürüklenişler beni mutlu eden anlar gibi, ben iyiyim, iyi olmaya gayret ediyorum. Ölümü düşünüyorum, ölmeye yatmayı kabullenemeyen yanım sızlıyor. Yaşam bu kadar kavramamıştı beni, şimdi kendime bile yabancı hissediyorum. Keşkelerim var ve biriktiği yerlerden yakalıyorlar beni, yaşayamıyorum. 

    İnsanlara bakıyorum, yine aynı köşemden izliyorum onları, yaşamaya korkak ruhum sessiz sessiz ağlıyor. Biraz daha, biraz daha diyor Levla. Az kaldı, bitecek bazı umutlar ve acılar. Bu biraz hüzünlü bir yazı olacak dostum. Ölmeye yatan yanlarımı diriltecek kadar acı duyumsuyorum. Bu acı bitecek ama nasıl? Bu ömür son bulacak ama nasıl?

    İlgi çekici geliyor kulağa, son bir kez daha yaşama fikri. Geç kalmışlık hissi duymuyorum annem gibi, bir şeyler oldu ama olmadan yetişmişim diyorum usulca. Biraz daha sabret, dinecek tüm acılar. Bitecek kurulan düşler. Yıkılan hayaller tekrar filizlenecek. Umut topluyorum haneme, elde var bir!

    Biten düşlere, yıkılan duvarlara, kurulan keşkelere ant olsun ki iyi yaşadım. Mutlu hissediyorum, iyi değilim ama huzura teslim oluyorum. Bi'şeyler eksik, bi'şeyler yoksun, bi'şeyler başka şeyler... 

    Dans edelim mi yağmurda? Bu çalan şarkı ruhuma dokunuyor. Elimi tutan sen misin? Gidelim mi bulutlara? İnan ki sevdim ben bu hayatı, tüm olumsuzluklarına rağmen. Bitti mi? 

20 Aralık 2022 Salı

Ataletim Tavan, Beni Üzmeyin Lan

Özlem Ekici


    
Bilindiği üzere kış depresyonuma girmiş bulunuyorum. İçimde anonim hasret rüzgarları ve konusuz mutsuzluklar baş gösteriyor. Bugün yine bir "Neden uyandım ya ben?" sabahına gözümü açtım. Ardından tüm miskinliğimi yorganıma sarılarak sevdim, kabullenmem kolay olunca hemen gözlerimi açtım. Böyle yatarak daha fazla gün geçiremem diyerek kahve için mutfağa yol aldım. Sigarasız günler geçiriyorum ve inanın bu oldukça kolay geçmiyor, kahve suyum fokurdaya dursun ben bir çift laf edeyim diyerek aynaya koştum. Baktım, uzunca süzdüm. Burnumun altındaki benin üzerinde gezen parmaklarıma baktım. Yanaklarımda beliren gülme çizgilerine dokundum. Yorgun ve kırmızı gözlerimin ardına bakarcasına inceledim kirpiklerimi. Hayat çok garip!

    Belki uzun bir uykuya ihtiyacım var. Belki de bu uykular beni yoruyor bu kadar. Bilmediğim hüzünler sarıyor etrafımı, sebepsiz gülücükler saçamıyorum artık. Bir şeyler oluyor, bir şeyler devam ediyor, bir şeyler bitiyor ancak ben izleyici koltuğumdan kalkıp da bunlara katılamıyorum. Bazen uyanmak istemiyorum, bazen de daha fazla uykuya katlanamıyorum. Bu böyle miskin bir yazı olmamalı dedikçe daha da miskinliğe elverir hale geliyor cümlelerim. 

    Birkaç kez kuş sesi duydum odamdan, oysa çevremde kuş sesi gelebilecek bir yer yok. Fazlaca kenarda kıyıda kalan bir odam var. İnsanın kulağına kuş cıvıltıları gelirken uykuya kapılması bir hayli zor oluyor, belki de bu yüzden kalkayım diye duymuş gibi oldum. Bir kuş sesine bağlı kalan miskinliğim daha da zorlayıcı hale gelirken toparlanıp çıkıyorum evden. Sokaktayım, hava serin bir kış sabahı, ayazı mı deniyordu yoksa. Kulaklığıma gidiyor ellerim, bir piyano solosunda takılı kalmışım. Tekrar aynı yerden devam etsin istediğimden hiç değiştirmeden başlatıyorum. Kışa ne de çok yakışıyor bu tonlar, bu notalar. Dans edesim geliyor, hüzünle açayım kollarımı, miskinliğimle döneyim etrafımda. Başımı serzenişime eş eğsem de uzaklardan bakışlarımı alamıyorum. 

    Umut etmek çok garip geliyor şimdi, otobüste sallanarak giderken nereden geliyor bu düşünceler böyle hoyratça. Bir sabaha daha uyanacağım ve her şey bugünden farklı olacak diyebilmek için umut ediyorum. Günlerim birbiri ardına dizilen boncuk taneleri gibi, fakat hepsi aynı renk ve şekilde. Aralarına şöyle minik birkaç süs taksam en güzel gerdanlık benimki olacak ama nerdeeee!

    Uzun süren yolculuğumu Kızılay'ın kalabalıklığına bırakıyorum. Biraz insanları izlemek için kenara geçiyorum. Saatin kaç olduğundan habersiz, oradan oraya koşuşturan insanların telaşına tezat ben olduğum yerde duruyorum. Ben neden bu kadar durgunum? Neden bu kadar acelesizim? Bazı günler rolüm gereği acelem varmış gibi yapıyorum. Yine de bu kadar sakin görünmekten kaçamıyorum. 

    Okula süren bir yolculuktayım. İnsanlar sabah mahmurluğunu atmaya çalışırken ben çoktan gözlerimi kapadım, müziğe kendimi bıraktım. Gelecek durakları umursamıyorum veya gelmeyecek duraklarda bekleşen insanların umutlarını. Bazen sadece beklemek için beklerim. Kimsesiz beklentilerde en çok kendimi bulurum, demek ki asıl beklediğim benim. Bilmiyorum, bu ataletime kış mı sebep oluyor yoksa Ankara'nın gri havası mı? Gittikçe alışıyorum bu durgunluğa, bu soğuk duruşa. Sessizce dans ediyorum zihnimde, ufak bir tebessüm düşüyor yüzümden, sınıfa giren ben değilmişim gibi geçip oturuyorum. 



2 Aralık 2022 Cuma

Bi'şeyler #3: Adsız Duygular Ediniyorum

Özlem Ekici


    Duygularınızı nasıl anlatırsınız? Ben sanırım en çok bunu yazarak yapıyorum. Çağlar boyu da bunu yapmışlar deyip kendimi haklı çıkarmaya çalışıyorum. Adlandırmaktan korktuğum duygular içindeyim. Yaşamadığınız hislerin ne olduğunu bulmak en zoru kanımca, o yüzden olsa gerek adlandırmaktan geri duruyorum. Bir şeye ad vermek, onu sahiplenmek, kabullenmektir demişti Sema Kaygusuz. Ad vermediğim sürece yabancılar bana, bilinmiyorlar, bilmek istediğimden de emin değilim. 

    Mutluluk anlarda saklıdır, demişler ya kim dedi hatırlamıyorum falan ama kesinlikle haklı. Daha az mutsuz olmaya çalışmak da mottom olmasına rağmen bu bilinmeyen duygularla mutlu mu olmalıyım, mutsuz mu olmalıyım daha kesin bir karar verebilmiş değilim. 

    Yerimde olsa ne yapacağını düşündüğüm yazarlar var, Kafka mesela. Bilmediği bir duyguya karşı tepkisi ne olurdu? Bilmek için çırpınır mıydı yoksa varlığını kabul edip adlandırmadan yaşamanın tadını mı çıkarırdı. 

    Adsız duygular dedim ama hani tahminlerim yok değil, az çok bir şeyler tahmin ediyorum işte bu olabilir, şu olabilir, Aa belki de budur falan. Bilmek istediğimden emin olsam adını koyup kabulleneceğim, lakin metinsiz-adsız hisler diye kalmasını istiyorum. Bilinmemezlik belki de tadını çıkarmamda daha iyi bir aracıdır. 

Şiir yazmaya dönüyorum, sevgili okuyucu. Eskisi gibi şiirlere dalacağım, kitaplarıma sığınacağım. Adını bilmediğim duygularla yaşamanın tadını çıkaracağım. Belki cesaret ederim de adlarını koyup sahiplenmek isterim bu duyguları, ama şimdilik yaşayalım sadece. 

    Kimi insanlar, kimi izler bırakır hayatımızda. Kimileri de bir yolcu misali anlık da olsa dokunur yaşamlarımıza. Hisler her zaman dışa vurulduğu gibi değildir mesela, en saklı hislerimizi gözlerimiz ele verir. Bakma gözlerimin içine, ben utanırım. Gülmek bazen gizleme sanatlarımızdan biridir, ama belki de en saf duygunun dışa vurumudur. Bu kadar belkiler, amalar arasında bazı hisler var işte, adını koyamadığım ama bir parçam gibi hissettiğim. Onlarsız nasıl yaşadım ben şimdiye kadar diyebileceğim hisler bunlar. Tadını çıkarmalı bazı anların, duyguların. Mutluluğu yakalamışken uzatmalı o anı, mutsuzluklara daha az zaman bırakmalı. 


Hangi Parçama Hangi Eşsin?

Özlem Ekici



Karanlıktım, koyuluğunda kaybolduğum

sığ bir deniz uzanıyordu içimde

Solan çiçeklerimin üzerinde bir kül

Savrukluğu tüm cihana dair

Bir gece bir kıvılcım düştü göğüme

O parıltıya koştum önce

Parıltı büyüdü, aydınlattı tüm göğü

Bir çiçek tomurcuklandı dalımda, sen gelince

Sonra bir ormana umut oldun gönlümde

Duvarlarımda sarmaşıklar, çiçekler rengarenk

Bir ses titretiyor dalları inceden, 

aşkın en berrak tonu bu göldeki


kimse bakmadı sen gibi bana

kimse uzanmadı ellerime, yaralarıma

parmak uçların kırmaktan korkarcasına tenimde beliren minik kıvılcımlar gibi

bir koku duydum, boynunun en saklı köşesinde

göğsünün inip kalkışlarına ilmekledim nefesimi

bir güvercinin göğsünde geldim kondum sana

kollarının arasına yerim dedim, sığındım

güldüğünde oluşan çukurlara bıraktım gülüşlerimi

sevdim, belki de tek yapabildiğim buydu


bazen kayıp parçalarını ararmış insanlar

ben aramazdım, bu kadar parçama hangi eş

Nereden, nasıl olsun da gelip yerleşsin tam ortasına

Olabilirmiş, rüya değilmiş bu masallarda anlatılan

İnsan şaşar kalırmış öylece

Solan çiçekleri döker, yeni tomurcuklar ekermiş

Kopan dallar yeni sürgünler verirmiş

En sığ denizler dağılır, kurulurmuş yemyeşil ormanlar

İçi titrermiş bir çift dudaktan çıkan bir sedaya

Yürekten yüreğe usul usul çizilirmiş o yol

Bir çift el en güçlü yapabilirmiş seni

O içine düşüp durduğun kuyuyu kapatıp en mavi resmi çizermişsin oraya

En çok da severmiş bir insan, böylesine, delicesine

İlmeklediğim nefesimi tuttuğum yerden dokudum hayallerimi

Kokun, nefes, eller ve bir parça yürek sızım

Hepsi de eksik parçaları ruhumun

Tam orta yerinde, yerlerinde.


Özlem Ekici, Personal Blogger Templates | Blog aa

Levla'nın Not Defteri - Kişisel Blog | Bütün Hakları Saklıdır | Copyright © | 2016 - 2023